Hans Küng’ün Ardından: Paradigma Değişiminin İmkânı Üzerine

Yalnız öğreti olarak kalmayıp birey ve toplumun pratik sahasına da müdahale ettiğinden, çağımızın en büyük buhranını şüphesiz dinler yaşamakta. Kısa süre önce vefat eden 21. yüzyılın en etkili ve aynı zamanda en tartışmalı Hıristiyan teologlarından Hans Küng’ün düşünce serüveninin, tam da modernite ve din ilişkisinde ortaya çıkan buhranı anlamaya hasredilmiş olduğunu söylemek mümkün. Küng teoloji ve felsefe tahsili ile Roma’da başladığı eğitimine Amsterdam, Londra ve Sorbonne’da devam etmiş, Karl Barth ve Hegel üzerine çalışmalarından sonra, daha habilitasyonunu tamamlamamasına rağmen genç yaşında Tübingen’de fundemental teoloji kürsüsüne profesör olarak kabul edilmiştir. 1962-1965 yılları arasında bizzat Papa’nın davetiyle II. Vatikan Konsili’ne ileride meşhur olacak bir diğer genç teolog Joseph Ratzinger ile birlikte katılmıştır. 68 hareketi baş gösterdiğinde ise, Ratzinger reform tartışmalarına karşı daha gelenekçi bir tutum sergilerken, Küng Papa’nın yanılmazlığı ve Kilise hiyerarşisi gibi konular çerçevesinde eleştirilerini kaleme almaktaydı. 73’te Katolik İnanç Kongregasyonu genel bir açıklama ile Küng’ün fikirlerini “çağdaş yanılgı” olarak tarif etti. Alman Piskoposlar Kongresi’nin incelemeleri sonrası 79’da Papa II. Johannes Paul dinî ilkelerden uzaklaşması nedeniyle Küng’ün Katolik Fakültelerindeki öğretim hakkını elinden aldı. Hayatının en zor dönemi olarak tasvir ettiği bu süreçte, çok farklı kesimlerden gelen tepkiler sonrasında, Tübingen Üniversitesi bağımsız profesör olarak derslerine devam etmesini sağladı.

89’da “dünya barışının ancak dinlerin barışı” ile mümkün olacağı esasına dayanan weltethos fikrini kamuoyuna tanıttı.  Evrensel etik standartların geliştirilmesi ve bu doğrultuda farklı dinler ve kültürlerarası kalıcı iletişimin temin edilmesinin daimi barışın yegâne kaynağı olduğunu ileri sürmekteydi. 2013 yılına kadar başkanlığını yaptığı Weltethos Vakfı bu doğrultuda birçok bilimsel toplantı ve yayın yaptı. Küng devamlı seyahatlerle farklı ülkelerde barış üzerine fikirlerini tanıttı, Unesco ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası platformlarda konuşmalar yaptı. Nihayetinde şimdi devasa bir külliyat olarak okuru bekleyen, dinler ile çağdaş bilim, felsefe, siyaset ve toplum düşüncesinin kesiştiği alanlardaki meselelerin çoğu üzerine eserler kaleme almıştır. Fakat onun hem üniversite hem de entelektüel çevrelerde daha ziyade dikkat çeken yaklaşımı, 80’lerden itibaren üzerine çalıştığı paradigmatik evreler ekseninde dinî düşüncenin gelişimini anlama ve yorumlama gayretidir. Uzun süren okuma, tartışma ve seyahatler neticesinde weltethos düşüncesini esas alarak kaleme aldığı Yahudilik-Hıristiyanlık ve İslâm üçlemesi farklı çağlarda paradigma değişiminin dinî öğretilere nasıl yansıdığı sorusuna cevap aramaktadır. Her ne kadar başlangıçta bir düşünce tarihi çalışması olarak okuru selamlasa da, Küng’ün asıl gayesi modern sonrası çağda yaşanmakta olan fikrî buhranın nasıl aşılacağına yönelik teklifte bulunma girişimidir.

Küng, paradigmatik evreler yaklaşımını Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı üzerine inşa eder. Bu doğrultuda “paradigma” bir toplulukta inanç, değer ve süreçlerin bir aradalığıyla oluşan zihniyet modelinin tahlilini sağlar. Belirli tarih aralıklarında paradigmanın değişimi, bilimin temel meselelerindeki değişimi ve nihayetinde devrimleri meydana getirmektedir; yermekezci dünya tasavvurundan güneşmerkezliliğe geçişin neden olduğu etki gibi. Küng benzeri bir zihniyet değişiminin dinlerin tarihinde de tecrübe edildiği kanaatindedir. Yani felsefe ve bilimde, siyaset ve toplumda yaşanan değişim, dinî düşüncenin oluşum, gelişim süreçlerini belirlemiş ve aktüel durumuna da doğrudan etki etmektedir. Paradigmatik düşünme sayesinde, tarihteki değişim süreçlerinde dinî devamlılığı sağlayan öz ve farklılaşmanın mahiyeti daha iyi anlaşılacak ve asıl günümüzde dinin yaşadığı krize ışık tutulacaktır. Yine paradigmatik düşünme dinlerin bütüncül ve karşılaştırmalı okumasını sağladığı gibi, farklı evrelerde hâkim olan anlayışların ayrıştığı ve bir araya geldiği yönleri çözümlemektedir.

Dinî düşüncenin paradigmatik evreleri

Küng, Hıristiyanlık tarihinde paradigmatik değişimlerin altı evrede gerçekleştiği kanaatindedir: 1) İlk Hıristiyanların Yahudi-Apokaliptik paradigması (Yeni Ahit’in oluşumu) 2) Hıristiyan Antikitesinin Ökümenik-Hellenistik paradigması (Kilise Babaları) 3) Ortaçağ Roma-Katolik paradigması (Skolastik ve Kilise Hukukunun gelişimi) 4) Reformasyon çağında Protestan-Evangelik paradigma (mezhepsel çeşitlenme) 5) Akıl ve ilerleme odaklı modern paradigma (bilim ve tarihsel-eleştiri doğrultusunda teolojik farklılaşma)  6) Modern sonrası Ökümenik paradigma. Küng’ün altı evrede meydana gelen değişimden maksadı, kökten öğretinin yeniden yorumlanması ve geleneğin terki gibi bir durum değildir. Dinî düşüncenin içerisinde bulunulan çağın entelektüel gündemiyle karşılaşmasının sonucu olarak gerçekleşen teolojinin dönüşümüdür. Bu durum en azından dinî düşüncenin ele aldığı konular bağlamında içerik değişimi olarak başlar. Örneğin Helen dünyayla karşılaşmanın sonucu olarak Augustinus’un tartıştığı meseleler, ilk Hıristiyanların inançsal gündeminden farklılaşmaktaydı. Küng’ün sorusu, bu kaçınılmaz tarihî dönüşümde baki kalan ve değişime uğrayan hususların neler olduğudur.

Beşinci paradigmatik evrede doğa bilimlerinde yaşanan devrim (Galileo-Newton) ve yine felsefi devrim (Descartes) dinî düşüncede de bir yenilenme ihtiyacına neden oldu, fakat Kilise içerisinden engizisyon çağrıları yükseldi. Bu tamamen hâkim paradigmanın çözülüşüyle dinin kendisinin kaybedileceğine dair önyargılardan kaynaklanmaktaydı. Daha açık ifadeyle dinin sabit ilkeleri ve paradigmatik evrelerde değişen çehresini ayırt edememenin bir sonucu olarak dinî kurumlar değişime direndi.  Kant’ın Kopernik Dönüşümü ile metafizik ve ahlâk eleştirisi, bilmenin ilkesi ve nesnesine dair yaklaşımı ve ispat eleştirisi, doğrudan dinî düşünceyi felsefe karşısında edilgen bir duruma sürükledi. Kant’tan sonra, daha temelde Hıristiyanlığın yaşadığı, tanrı merkezli ilahiyat sisteminin insan merkezli düşünmenin problemleri karşısında sistematik bir krize yakalanması oldu. Hıristiyan düşünürler geç de olsa teolojik antropoloji çerçevesinde insan merkezli dini yorumlamak zorunda kaldılar. Küng’e göre daha 17. yüzyılda baş gösteren zihniyet değişiminin günümüze kadar etkisini devam ettiren en temel meselesi insan tasavvurudur. Modern paradigmanın akıldan doğal hukuka kadar düşüncede neden olduğu tematik dönüşümler insanı anlamlandırmanın etrafında gelişirler. Tanrı karşısında insanın ontolojik konumundan insanlar arası çeşitliliğin teolojik temellendirilmesine kadar, antropoloji tam anlamıyla dinî geleneğin gövdesine yerleşmiştir. Bunun neticesi olarak vahyin tarihselliği, hermenötik ve eleştirel metin tahlili gibi yeni bilimsel yöntemler dinî ilimlerin imdadına yetiştiler. Bu tam anlamıyla paradigmatik değişimin çerçevesidir ve bunu en bariz Friedrich Schleiermacher’da gözlemleyebiliriz. Küng’e göre o reformasyonla başlayıp moderniteye geçen zihniyet dönüşümün bedenleşmesi, yeni bir teolojik sistem kurma girişimidir.

19. yüzyılda feodal toplumun ve mutlakıyetçi sistemin çözülüşü ve dolayısıyla şehrin ve toplumun dönüşümü, özgürlüğün felsefenin temel meselesi haline gelişi ve tarihe eleştirel bakışın yaygınlaşması gibi pek çok etken nedeniyle din ana gündemini değiştirmek zorundaydı. Nitekim 20. yüzyılın biri başında diğeri ortasında gerçekleşen iki Vatikan Konsili de bu arayışın bir tezahürü olarak değerlendirilebilir. 21. yüzyılda ise teknik ve sanayi devrimlerinin devamlılığı, göçlerle yaşanan çoğulculuğun artışı, çevrenin tehlikeye düşmesi gibi yeniden paradigmatik değişime yol açacak etkenler ortaya çıktı. Modern sonrası süreçte, daha geçen yüzyılda gelişen soruları cevapsız bırakan dinî kurumlar, yepyeni sorularla yüzleşmek durumunda kaldı. Bununla birlikte teknik ilerlemeye rağmen ahlâkın, bilimsel yeniliklere rağmen düşüncenin, ekonomik gelişime rağmen doğanın kaybedildiği bir ortamda din, yeni paradigmayla uyum sağlayabileceği vasıtalara ulaştı. Neticede dinî geleneklerde birbirlerinden farklı tepkiler ortaya çıktı. Gelenekçilerle ve ultra-modernistler gibi; ilki din adına eski paradigmayı korumayı hedeflerken; ikincisi ise yeni paradigma uğruna geleneği feda etmeyi göze aldı. Bununla birlikte çağdaş paradigmayı anlamayı ve yeniden bir teolojik sistemin kurulmasına gayret eden Barth gibi düşünürler de yetişti.

Küng’e göre İslâm tarihinde paradigmatik evreler belirli şehirler ve kurumların öne çıkmasıyla tecrübe edildi: 1) İlk İslâmi Topluluk (Mekke: Kuran ve Peygamber) 2) Arap imparatorluk paradigması (Şam: İslâm hukuku) 3) Klasik İslâm Dünyasının teşekkülü (Bağdad: Mezhepler) 4) Ulema ve Sufi kurumsallaşmalar (Muhitler: halk hareketleri cemaatler) 5) Modernleşme Paradigması (İstanbul-Kahire: muhafazakârlık ve sekülerlik) 6) Modern sonrası paradigma (Küreselleşme: insan hakları, İslâmcılık vs.). İslâm tarihinde beşinci paradigmatik evreye doğru geçişte Batı’nın hem zihniyet hem de toplum açısından dönüştürücü etkisi gözlemlenebilir bir hal aldı. Bu aslında Batı merkezli entelektüel gündemin İslâmî düşünce ve ilimlerle karşılaşması anlamına geliyor. Buna karşın Müslüman ulemada hâkim tavır -Hıristiyan yeni çağındakine benzer bir şekilde- öncelikle geleneğin korunma ihtiyacıydı. Modern dönemde özgürlük, akıl ve insan doğası üzerine tartışmalarda gelenekte hâkim olan paradigma çerçevesinde cevap geliştirilmeye çalışıldı. Böylelikle tarihte ilk defa modern paradigma nedeniyle İslâm reform ve reaksiyon gibi birbirlerine karşıt stratejiler arasında kaldı. Küng itidalli bir etkileşim vesilesiyle paradigmatik değişimin sunduğu imkânların, tepkisel tavırlar nedeniyle göz ardı edildiğini düşünür. Halbuki ona göre İslâm hem öğreti hem de bu öğretinin aksettiği toplum düzeni itibarıyla modern paradigmaya uyum sağlayabilecek bir teolojik yenilenme yetisine sahipti. Fakat her şeyden önce Müslüman aydının çağdaş değerler etrafında gelişen meseleleri kavrayabilmesi için diğer kültürlerle halihazırdakinden çok daha etkin bir entelektüel etkileşime açık olması gerektiğini belirtiyor.  

Zihniyet dönüşümünün imkânı

Küng’ün çok daha uzun tahlil edilmesi gereken görüşleri ekseninde paradigma ile uyumlu bir dönüşümün gerçekleşme ihtimali nedir sorusuna cevap arayalım. Öncelikle dinî kurumlar, modern sonrası dünyada ne kendi durumunu yeterince tespit edebilecek kudrete ne de küreselleşen etkinin mahiyetini yorumlayabilecek kabiliyete sahip. Mevcut krizler de, genellikle ya siyasi ya da dinî nedenlere indirgenerek izah ediliyor. Müslümanların kendi değerleri ekseninde siyaset yapmadıkları yahut çağdaş değerleri yeterince kabullenmedikleri gibi birbirinden farklı siyasi tasvirler etrafında tartışmalar sürüyor. Diğer tarafta ise bir kısım ulema dinin hakkıyla anlaşılamadığından bir diğer kısmı ise yaşanamadığından dem vuruyor. Her iki görüşün ait oldukları birikim çerçevesinde anlamlı argümanlarla hareket ettikleri düşünülebilir; fakat “buhran” ile Batı’nın İslâm üzerindeki dönüştürücü etkisinden bahsediliyorsa, öncelikle paradigmatik dönüşümün Batılı mahiyetinin anlaşılması gerekiyor. Küng tabii bu bağlamda Schleiermacher’dan Barth’a kadar uzanan Hıristiyani tecrübeyi esas alarak İslâm’ın sorunlarına cevap arıyor. Fakat çok temelde, inanç ve öğretilerin benzerliğine rağmen, Hıristiyan Batı ve İslâmi Doğu arasında siyasi örgütlenme ve hukuki düzenin tarihi arasında derin farklılar mevcut. Aydınlanma’dan Modernleşme’ye felsefe-bilimin dine yönelik eleştirilerinin Hıristiyanlık veya İslâm gibi dinî bir fark gözetmediği muhakkak. Bununla birlikte her iki din hem teolojik esaslar itibarıyla ayrışıyor hem de tarihî tecrübedeki birikim açısından farklılaşıyor.

Aslında İslâm tarihinde evrensel bir manevi otoritenin bulunmaması, ulema-siyaset ilişkisinin sabit ve kalıcı bir modele dayanmaması gibi etkenler aslında, modern paradigmatik değerler ekseninde Hıristiyanlığa kıyasla önemli imkânlar sunmaktaydı. Bilhassa Katolik otoritenin tüm ilmî ve manevi saha üzerindeki hâkimiyeti, modern beklentiler karşısında çeşitliliğin çok geç sağlanmasına imkân verdi. En azından İkinci Vatikan Konsili’nde toplumsal farklılığa teolojik bir izah getirilmesi için İkinci Dünya Savaşı gibi bir facianın sona ermesi beklendi. Fakat İslâm dünyası kendi tarihindeki imkânların neredeyse hepsini tüketti. İlginç bir şekilde bu tükeniş modernleşme çerçevesinde etki ve tepki arasında vuku buldu. Geleneksel paradigmaya aşırı korumacı yaklaşımla modernleşmeye sert tepki ile gelişen (İslâmcı yahut ulusçu) siyasal hareketler vasıtasıyla dinî kurumlar (medrese-üniversite) ve dinî şahsiyet (âlim) otorite ile özdeşleşti, en azından bağımlı hale geldi. Böylelikle İslâm kendi tarihinde, kültürel dönüşümlerde sabit kalan özü ile dönüşen çehresi arasındaki dengeyi kaybetti. Bu bağlamda Hıristiyanlığa göre zihniyet dönüşümüne daha periferiden yakalanan İslâm dünyasının reaksiyoner tavrının ardında siyasal süreçler bulunuyor. Siyasallaşan dinin bir açıdan Batı hegemonyasıyla dirsek teması da Küng’ün ihmal ettiği konular arasında bulunuyor. Batı sömürgeciliğine entegre otoriter rejimler altında Müslüman aydınlardan zihniyet dönüşümünü gerçekleştirebilecek bir girişim beklemek elbette safdillik olur. Zaten yenilenme arayışları bir noktada ya hâkim siyasi tavırla bütünleşiyor ya da ona karşı bir hareket olarak siyasileşiyor. İslâm’ın aşırı siyasallaşması da kendi özünde bulunan değişim kabiliyetini perdeliyor.

Küng’ün iddia ettiği paradigmatik değişimi sağlayacak olan öncelikle dinî düşüncenin çağdaş problemleri içselleştirebilmesidir: özgürlük ve eşitlik gibi yalnız siyasal değil, felsefi muhtevası olan meseleler dinî tartışmaların konusu olarak kalmayıp teolojik temellendirmeye kavuşmadığı müddetçe yenilenme gerçekleşemez. Küng’e burada getirilebilecek eleştiri, mevcut paradigmanın içselleştirilmesini bir nevi zorunluluk olarak görmesidir. Yani 20. yüzyılda modernleşme ve şimdi ise modern sonrası dönemin hâkim değerlerine dinlerin uyum sağlaması bir tür tarihî kaçınılmazlık olarak karşımızda duruyor. Her ne kadar Küng modernitenin bizatihi neden olduğu problemlere işaret ederek dinleri uyarsa da değişimin zorunluluğuna inanır. Halbuki diğer tarafta farklı dinlerdeki ortak gelenekçi tavır, çağdaş değerlere uyum sağlamanın dinin doğasına zarar vereceğini kabullenir. Küng ise dinlerin mevcudiyetini paradigmatik uyuma, yani değişen dünyayla birlikte evrilme kabiliyetine bağlar. Örneğin İslâm dünyasında halihazırda yaşanmakta olan deizm ve benzeri yönelişler, Küng açısından değerlendirilecek olursa, tam anlamıyla paradigmanın ihtiyaç duyduğu dönüşüme dinî geleneklerin uyum sağlayamamasından kaynaklanmaktadır. Diğer tarafta ise modernliğe dinî tepkiler geleneksel paradigma ile dinin özdeşleştirilmesinden kaynaklanır. Örneğin imparatorluk siyasal modeli ile özdeşleşmiş bir hilafet tasavvurunu dinin kendi siyasal beklentisi olarak tasvir ederler. Bu bakımdan demokrasi İslâmi bulunmazken, belirli bir siyasal zümrenin otoriter yönetim biçimi dinî bir mahiyet kazanabilir. Bu tamamıyla eski paradigmatik düşünmenin bir sonucudur, aynı dinî düşüncenin imkânı üzerinden örneğin demokrasi temellendirmesi yapılması da mümkündür. Neticede çağdaş Müslümanlar zihniyet itibarıyla geçmiş paradigmaya mensup olmakla birlikte realitede yeni dünyanın şartları içerisinde yaşıyorlar. Bu nedenle “buhran” dinin ilkelerinden ziyade, onu bir teolojik sisteme dönüştüren zihniyet modeli ile ilişkilidir.


Hans Küng, Das Christentum, Wesen und Geschichte, Münih, 2007.

Hans Küng, Der Islam, Wesen und Geschichte, Münih, 2007.