İnanıyorum, O Halde Varım...

Geride kalan 2018 yılı ile, “Eski dünya ölmek üzeredir, yenisiyse bir türlü doğmamaktadır” (Antonio Gramsci) serzenişiyle vedalaşıldı. Bu doğamama/doğuramama sancılarının kaynağı, “öbür dünyada kurtuluş” ile “daha mutlu yarınlar” inançlarında sıkışıp kalma, giderek katılaşıp donma, esnekliği yitirme halleriydi belki de. Bir yılın her gününün 365 “dün” olma halleri. Yol alamama, patinajda sabitlenme halleri. Yaşanamayan/ıskalanan an ve gündelik hayat halleri. Hakikat dünde ise, gerçek neredeydi? Ve yarın, inşa edilmeden var olabilir miydi?

Değişim kavramını irdelemeli ilkin. Şiddetle çarpıp savuran hiçbir değişimin ansızın gelmediği kavranmalı. Değişim, âdeta “bir kartopu gibi yuvarlanarak çığa dönüşen ve oluşum sırasında varlığını duyurmak için ses veren, beslenip büyüdükçe sesi de güçlenerek gürleşen” bir metaforla açıklanabilir. Ne var ki başlangıçtaki cılız sese karşı ya kulaklar tıkanır, ya duymazdan gelinir ya da işitme kaybı vardır, gerçekten işitilmez.

Beklemek; çığa karşı koymak mıdır, meydan okumak mıdır?

Değişmeyen tek şey hakikaten değişim midir?

Değişime “değişerek” mi, “direnerek” mi, “yeniyi inşa ederek” mi tepki verilmelidir?

Soruların da yanıtların da bulanıklaştığı, kavramların buharlaştığı, zeminlerin kayganlaştığı zor zamanlarda sabit kavramlara tutunmalı. “Paradigma” böyle bir kavram. Yunanca kökenli. Model, algı, varsayım, referans anlamlarına geliyor.[1] Özgün tanımı aşmakla birlikte; belirli bir zaman dilimi içinde bir topluluğun düşünme biçimi ve davranışlarını belirleyen algı dayanağı, izlenceler bütünü, perspektif, model ya da algılama, yorumlama, bilme süreçleriyle ilgili etkenlerin yarattığı örtülü ve dinamik bir düşünsel sistem olarak tanımlanıyor. Doğum, normal dönem, kriz ve dönüşümden oluşan bir yaşam eğrisi bulunuyor.[2]

Egemen bir paradigma, sorunlara çözüm getirmede yetersizliğe düşmedikçe, ilerleme hızlı ve etkin bir biçimde sürüyor. Ancak zaman içinde egemen paradigma alternatifsiz ve sorgulanamaz hale geliyor. Bütün gerçeklik bu paradigmanın sınırları içinde anlaşılmaya başlanıyor. Sorun çözme sırasında ortaya çıkan beklenmedik sonuçlar, tutarsızlık ve uyumsuzluklar, paradigmanın kendisinden kaynaklanan hatalardan çok, sorun çözme ve yöntem hatalarına atfediliyor. Giderek büyüyen ve çözülemeyen sorunlar yumağına yeni sorunların sürekli eklenmesiyle, egemen paradigma erozyona uğruyor.

Egemen bir paradigma ile çözülebilecek sorunlar “puzzle”, çözülemeyen sorunlar ise “anomali” olarak adlandırılıyor. Bir sistemde anomaliler arttıkça giderek artan dozda hoşnutsuzluk, eleştiri, çatışmalar ortaya çıkıyor. Ancak egemen gruplar bu durumun geçici olduğuna inanıp anomalileri görmezden geliyor, olumsuz verileri ve bilgileri göz ardı ediyor ya da anomalilerin ciddi olmadığına ilişkin kanıt arayışı içine giriyorlar. Bu tutucu tavırlara karşılık, “tetikleyici olaylar” gelişiyor. Tetikleyici olaylar; sistemin içinde veya dışında gerçekleşen, normal dönemde geçiştirilebilecek, ancak anomali döneminde sistemin dengesini derinden etkileyen, çoğu zaman da küçük sayılabilecek olaylar ve egemen paradigmaya ilişkin sorgulamaları beraberinde getiriyor. Bu durum, “kriz dönemi”ne işaret ediyor. Sistemdeki dengeler altüst oluyor. Egemen paradigmanın sadık savunucuları ile “alternatif”i deneme girişimindeki azınlık arasında çelişkiler ve çatışmalar başlıyor; azınlık baskı altına alınıyor, toplum dışına itiliyor. Söylemleri ve eylemleri yanlış, sapkın, art niyetli olarak niteleniyor.

Ancak alışılmamış yeni yöntem birikmiş sorunlardan bir kısmına etkili çözümler bulmaya başladığında, diğer bireylerin de ilgisini çekmeye başlıyor. Bu yolla artan taraftar sayısı ile daha çok sorun yeni paradigmanın ilkeleriyle çözülmeye başlanıyor ve çözülen sorun sayısı arttıkça, yeni paradigmaya üyelik de artıyor. Böylece, yeni paradigma bir süre sonra o alanda tam egemenlik kurmaya başlıyor.

Sözün özü; paradigmanın erozyona uğradığı zeminlerde aykırılıklar yeşeriyor ve paradigma ne kadar geniş kapsamlı ve kesinse, aykırılıkların göstergeleri de o kadar belirgin oluyor. Bu nedenle yeni paradigmalar ancak aksaklıkları görebilen ve ne istediğini bilen kişiler için var olabiliyor.

İçinde bulunulan zaman diliminde ise, doğma sancıları yaşayan yeni paradigmanın bileşenlerinden biri olan “çeşitlilik” yerine; yılmadan, ısrarla tek biçimliliği dayatmak, durdurulamaz bir biçimde kurtulmayı (!) başardığından daha çok bölünme ve çeşitlilik, kaçınılmaz olarak çatışmalar ve parçalanmalar üretmekte. Sistem, hem iç çevresindeki insanların gereksinimlerini ve değerlerini dikkate almadığı için, hem de dış çevresindeki koşulsal değişimlere uyum sağlayamadığı için entropisini (bozulma, çürüme, tükenme, yok olma eğilimi) giderek artırmakta.

“Parçalanmış değerler karşısında hayatla uyum sağlamak ikiyüzlülüktür,” diyor Adalet Ağaoğlu. Bu ikiyüzlülükten özgürleşmek için dokunulmazlara dokunmak mı gerekiyor? Değişkenler ve sabitler evreninde, belki de “Değişmeyen tek şey değişim değil”i kavramak gerekiyor ilkin. Kartopuyla başlayarak yuvarlanıp çığa dönüşse de nihayetinde günışığı sabitine yenik düşüyor değişim. Bundan mıdır dokunulmazlara dokunmama/dokundurtmama, muhafaza etme çabası? Neler muhafaza edilir? Yitirme/yitirilme endişesi taşınanlar. Neler yitebilir? Değişkenler. Oysa sabitlerin muhafaza edilme ihtiyacı yoktur; onlar dokunmakla da değişmezler, değiştirilemezler.

Hakikat dünde ise, gerçek “şimdi”de. Ve yarın; biz inşa edersek olacak. Zamanın ruhu, “öbür dünyada kurtuluş” ile “daha mutlu yarınlar” inançlarından sıyrılıp, kavramsal analiz-sentezlerle değişkenleri/sabitleri belirlemeyi ve sabitlere tutunarak “yeni”yi inşa etmeye koyulmayı fısıldıyor. “Fildişi kule masalları”nı sonlandırarak mı temel atmalı? Zira evren holografik. Her şey birbiriyle ilintili, her parça bütünün bilgisini taşıyor. Yani aynı bütüne aitiz ve paramparça…

“Ben inanmak istemiyorum, bilmek istiyorum,” diyor Carl Sagan. Oysa dar bir alanda çevresine duvarlar örerek dikine uzmanlaşmak ve hayatın diğer alanlarında cahil kalmak, bu çağ için neredeyse bir norm. Bilginin bizatihi kendisini ve bilgi sahibini sorgularken, “Bilgi iktidardır,” önermesini de sorgulamalı. İktidar olan, bilgiyi üreten midir? Bilgiye sahip olan mıdır? Bilgiyi paylaşan mıdır? Bilgiyi uygulayan mıdır? Ya da bilginin kendisi midir iktidar? Nasıl bilgidir iktidar olan? Temiz bilgi midir? Kirli bilgi midir? Küflü bilgi midir? Bir de “bilgisiz muktedirler” var. Onlara ne demeli? Ya muhalefette kalanlar? Bilgi iktidarsa, “muhalefet bilgisizdir” mi demeli?

Ve sözün sonunda sormak gerekir: “Cesur” ve “yeni” sentezlere ihtiyaç duyulurken, “Felsefe felsefecilerindir, felsefecilerin kalmalıdır” görüşünü savunan muhafazakârlar, hakikatte neyi muhafaza etme kaygısı taşırlar?

En güzel çiçekler, kara topraklarda biter kuşkusuz. Ne var ki çiçeklenemiyoruz; ektiklerimizi değil, ekmediklerimizi biçiyoruz.

Orhan Veli'nin dediği gibi, “Eskiler verip, musikiler almalı...”



[1] Kuhn, T., S. (1995). Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, Kırmızı Yayınları.

[2]  Şimşek, H. (1997). Paradigmalar Savaşı - Kaostaki Türkiye, Sistem Yayıncılık.