Edebiyat, Sanat ve Kültürde Âdem ile Havva

Filolog Erich Auerbach 1935’te Hitler Almanya’sında görev yaptığı Marburg Üniversitesi’ndeki kürsüsünden Nürnberg Irk Yasaları uyarınca Yahudi olduğu için atılır. İstanbul Üniversitesi’nde iş bulması üzerine yurdunu terk ederek Türkiye’ye sığınır. 1936’da geldiği İstanbul’da on bir yıl “Batı Avrupa Filolojisi” profesörü olarak çalışacak olan Auerbach 1942-1945 yılları arasında yazdığı, Batı edebiyatı hakkında çığır açıcı başyapıtı olan Mimesis’i, Odysseus hakkında bir bölümle açar. Bölümün adı şöyledir: “Odysseus’un Yara İzi”.

Alt başlığı Batı Edebiyatında Gerçekliğin Tasviri olan Mimesis adlı çok kıymetli yapıtının bu bölümünde Auerbach, Homeros’un Odyssseia’sından bir parçayla Tevrat’taki İbrahim ve oğlu İshak’ın kurban anlatısını gerek dil ve üslupları gerekse figürleri bakımından hem kendi içlerinde hem de karşılaştırmalı olarak inceler. Opus magnum’undan önce tarihsel gerçekliğin temsil biçimlerinde bir anahtar kavram olarak gördüğü “figura”  kavramını ilk kez aynı başlıklı makalesinde (1938) irdeler. Kavramın Antik Roma’da Terentius’la başlayan öyküsü Ortaçağ’ın Kilise Babaları’na ve oradan Dante’nin İlahi Komedya’sına kadar uzanır. Bu makalesinde, “figura”/figür (Latince fingere: yapmak, biçim vermek) kavramını kullanarak Dante üzerine daha önceki araştırmasında gördüğü temel eksikliği giderdiğini belirtmesi onun bu kavrama ne kadar önem verdiğini göstermektedir.         

Kendisi de bir sürgün –veya “zoraki göçmen”– olan Auerbach, Homeros’un devasa destanının Odysseus’un Penelope’ye “sürüne dilene yirmi yıl sonra” kavuşacağı o ünlü eve/yurda dönüş mitinin anlatıldığı bölümünü, metin incelemesi için seçmekle temel bir yurtsuzluğun/yuvasızlığın olduğu bir dünyada yurt/yuva edinmenin ne demek olduğunu hissettirmek ister. “Vatanını seven insan daha yolun başındadır,”: St. Victorlu Hugo’nun bu sözünün sekiz yüz yıllık belgelerin tozu üflenerek tekrar gün ışığına çıkması için belki de Auerbach’ın sürgünde olması gerekiyordu; tıpkı “Başkasının ekmeğinin ne denli tuzlu/ başkasının merdiveninden çıkmanın ne denli zor” dizelerinin Dante sürgündeyken Cennet’te yer bulması gibi.  Faşist-ırkçı Almanya’dan kaçıp sığındığı bu yeni yerde “daha yolun başında” olan çok sayıda yazar-çizerin, henüz dumanı tütmekte olan ulus-devlet için ihtiyaç duyulan Türk kimliğini var gücüyle şekillendirmeye çalıştığı bir dönemde biraz da gerilimli –hatta kendisini St. Victorlu Hugo’nun vatan sevgisine dair “zihniyet hiyerarşisi”nin son basamağında gören bir entelektüel için trajik– bir hayat geçirmiş olduğu tahmin edilebilir.       

Auerbach, Odysseus’un eve dönüşünü ele aldığı bu bölümde Kutsal Kitap’ta (Eski Ahit) öyküleri anlatılan Âdem, Musa, Yusuf, Yakup gibi hepsi de yuvasız/yurtsuz kalmış figürlere sıkça gönderme yapar. Destan figürleri ile Kutsal Kitap figürleri arasındaki farklılıklar üzerinde duran Auerbach destan figürlerinin kahramanlıklarıyla ve toplumun üst kesimlerine ait olmalarıyla Eski Ahit’inkilerden çok daha kusursuz olduklarını ileri sürer. Kronos, o acımasız dişlerini destan kahramanlarına geçiremezken, Kutsal Kitap figürlerini, en yakınlarının bile tanıyamayacağı kadar değiştirir; sözgelimi İshak yaşlanır, gözlerine perde iner, görmez olur. Kahramanları çoğunlukla tanrılar ve yarı-tanrılar olan destanların aksine Kutsal Kitap figürlerinin birçoğu, eşiyle birlikte ilk yurdundan sürgün edilen Âdem’in yazgısını paylaşır. Bu figürler, anlatılan olayların gelişmesiyle birlikte –Âdem, Nuh, Davut, Eyüp örneklerinde olduğu gibi– toplumsal statülerinden çok şey yitirirler; acınacak konumlara düşerler. Sözgelimi yoksul dilenci Odysseus sadece kılık değiştirirken, Âdem düpedüz kovulmuştur (biraz sonra tekrar buluşmak üzere burada Auerbach’tan ayrılalım).

Eski Ahit’in ilk kitabı olan Yaratılış (Tekvin) Tanrı’nın Dünya’yı yaratmasını anlatır. Ancak Eski Ahit’in bu bölümünde birbirinden farklı iki ayrı (Elohist ve Yahvist metin)  Yaratılış hikâyesi söz konusudur. Elohist denilen metinde birçok bakımdan Bâbil Tanrısı Marduk’u andıran Tanrı, Âdem ile Havva’yı birlikte yaratır. Yahvist denilen farklı metinde ise Tanrı, “şarka doğru Aden’de diktiği/kurduğu” bahçeye daha önce yarattığı Âdem’i koyar ve bir süre sonra da o uyurken onun kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Bu ilk insanlar ölümsüzdüler –ta ki Allah’ın bahçesi Aden’den “İlk Günah”ın cezası olarak kovuluncaya dek.

Musevilik, Hıristiyanlık ve İslâm’da yaratılış hikâyesi, sözgelimi baştan çıkarıcı Havva figürü ve Tanrı’nın ilk insan olarak Âdem’e verdiği görevler farklı yorumlanır; ancak üç dinde de anlatılan Âdem ile Havva’nın hikâyesi ve bununla ilişkilendirilen kadın ve erkek imgesi birbirinin benzeridir. Bununla birlikte Tekvin’in bu anlatısı da gökten zembille inmemiştir. Benzer yaratılış hikâyesi çok daha önce MÖ. 2. bin yıldan kalma Gılgamış Destanı’nda, Bâbil Yaratılış Destanı olan Enuma Eliş’te de anlatılmaktadır.

Kutsal kitaplarda, Eski Ahit ile Kuran’da anlatılan “İlk Günah” benzerdir. Âdem ile Havva, Aden (Eden) bahçesindeki biri dışında tüm ağaçların meyvesini yiyebileceklerdi; fakat bir ağacın, hayat ağacı da denilen, bahçenin ortasındaki iyilik ve kötülüğü bilme ağacının meyvesini yemeleri yasaktı. Tanrı bu ağacın meyvesine dokunmamalarını ve meyvesini yememelerini emreder. Ancak şeytan bir yılan olarak gelip Havva’yı kandırır, meyveyi yerse gözünün açılacağını ve böylece iyi ve kötünün ne olduğunu göreceğini söyler. Bu sözler üzerine Havva meyveden ısırır ve Âdem’e de yemesi için verir.      

Auerbach, Homeros’tan başlayarak kronolojik bir sıra izleyerek her yüz yıl için seçtiği birer edebî metni incelediği Mimesis’te, XII. yüzyılın sonlarında hikâyenin geleneksel kalıbıyla yazılmış Mystere d’Adam adlı bir Noel seyirlik oyununun metnini de inceler. Metnin “İlk Günah” sahnesi Auerbach’ın anlatımıyla şöyledir:    

Elinde elma, tüm cazibesiyle, afallamış ve pusulasını kaybetmiş Âdem’in karşısına geçmiş onunla cilveleşmektedir: ısrarcılığıyla, vaatle, kocanın korkaklığıyla dalga geçerek onu peşi sıra sürükler; en son dâhiyane bir çözüm bulur, meyveyi ilk önce kendi ısıracaktır! Isırır da gerçekten. Sonra da meyvenin tadını, aldığı lezzeti öyle ballandırır ki, elmayı bir kez daha uzatıp “Ye Âdem!” dediğinde Âdem artık dayanamaz, Havva son bir kez “Ye hadi, korkma,” der -olan olur.

Bu Ortaçağ seyirlik oyunundaki anlatımın Eski Ahit’in Yaratılış bölümünden hiçbir farkı yoktur; dolayısıyla oyunu kaleme alan yazarın yaratıcılığından söz edilemez. Tevrat’ın Yaratılış bölümünde zaten bize şu bilgiler veriliyor:

Tanrının yarattığı bütün kır hayvanları arasında en hilecisi, yılandı. Yılan, Tanrı’nın, bilgi ağacının meyvesinden yenilmesini yasakladığını biliyordu. Tam tersini söyledi kadına, onu kandırmağa çalıştı: “İnanmayın, ölmeyeceksiniz! Ondan yiyince gözleriniz açılacak; Tanrı gibi, iyiliği ve kötülüğü bileceksiniz!” Kadın ağacın yemesi güzel, görünüşü hoş ve bilgi arzusu uyandırıcı olduğunu sezmişti zaten. Dayanamadı. Koparıp yedi meyveyi, kocasına da verdi. O da yedi. O zaman ikisinin de gözleri açıldı, ikisi de çıplaklıklarını gördüler. İncir yapraklarını birbirine dikerek önlerini örttüler (Tekvin-Yaratılış.  3: 1 – 7).

Bununla birlikte bu konuyu ele alan bütün büyük sanatçılar kalıplaşmış bu anlatının bazı yönlerinde mutlaka önemli değişiklikler yaparlar –yapıtlarını özgün kılan da budur zaten. Sözgelimi Vatikan’da Sistine Şapeli’nin tavan fresklerinde -Michelangel yapmıştı- yasak meyveyi, Âdem kendisi koparır. Yılan tanıdığımız biçimde resmedilmemiş; sadece alt tarafı yılan biçiminde çizilmiş, üst tarafı ise bir kadın gövdesi ve başı oluşturmuştur. Ayrıca her ikisi de incir yapraklarıyla örtünmeyip çırılçıplaktırlar; dolayısıyla Michelangelo bu temayı kendince yorumlamış, kendisinden bir şeyler katarak yeniden üretmiştir.

Yasak meyveyi yemeleriyle birlikte ikisinin de gözleri açılır ve çıplak olduklarını görürler. Örtünmek için incir yapraklarını dikip kendilerine önlükler yaparlar. Yasağın çiğnenmesi nedeniyle ikisi de Aden bahçesinden kovulur ve sürgün olarak dünyaya gönderilir; yılan ömür boyu sürünme cezasına çarptırılır. Bundan böyle ölüme yazgılı bir hayatları olacaktır. Onları bekleyen hayat sadece ölümlü olmakla kalmıyor; Havva’yı zor doğumlar, Âdem’i de alınteri ile çalışacağı meşakkatli bir tarım bekliyordu. Onlar ve onlardan doğacaklar için artık Cennet sonsuza dek kaybolmuş bir mutluluk yeriydi.

Sanat ve edebiyat, Âdem ve Havva ile ilgili bu “ilk Günah” efsanesinin yayılıp pekiştirilmesine katkıda bulunmuştur. Yaratılış, İlk Günah ve Kovulma motifleri özellikle Ortaçağ ve Rönesans sanatçıları tarafından çok sık ve yukarıda değinildiği gibi büyük sanatçılarca da özgün bir biçimde işlenmiştir: Michelangelo’nun Sistine Şapeli’nin ünlü fresklerinde, Masaccio, Rembrandt, Hironymus Bosch’un yapıtlarında aynı konular işlenmiş, keza Albrecht Dürer, Yaşlı Lucas Cranach tarafından Âdem ve Havva’nın bir dizi tasviri yapılmıştır.

Rahibe Arcangela Tarabotti ise 17. yüzyılın başlarında kadının önemini vurgular. Kutsal Kitap’ın Yaratılış hikâyesi, ona göre ilk eşin sadece Âdem’e eşit olmasını değil, ondan üstün tutulması gerektiğini de öngörüyordu. Çünkü o balçıktan yapılmışken Kadın “asil bir tözden, yani insan vücudundan” yapılmıştı.

Ünlü İngiliz ozanı John Milton Yitirilen Cennet (1667) adlı epik şiirinde Âdem ile Havva’yı gerçek figürler haline dönüştürmüş ve Kilise Babası Aziz Augustinus’un Yaratılış hikâyesinin aynen alınması isteğini, şaşılacak biçimde harfiyen yerine getirmiştir.  Milton’un Kutsal Kitap’taki anlatının hiç dışına çıkmadan kaleme aldığı bu yapıtında Mikail, “Ey Âdem” diye seslenir:

 

            Sana verdi tekmil yeryüzünü,

            Sahip çıkasın, yönetesin diye;

            Hor görülecek hediye değil bu.

            Dar hudutları içindedir Firdevs’in ya da Aden’in;

            Burası başkentin olacaktı belki,

            Buradan yayılacaktı tekmil nesiller

            Ve geleceklerdi buraya dört bir köşesinden

            Yeryüzünün, Kutlamak için seni, sunmak için

            Hürmetlerini yüce atalarına. Fakat kaybettin

            Bu üstünlüğü; daha alçak bir yere indirildin,

            Oğullarınla beraber yaşamak üzere

 

Aydınlanma Çağı’yla birlikte “İlk Günah” miti ve bunun sonucunda cennetten kovulma hikâyesi artık çok farklı okunmaya başlar. Aynı zamanda aydın bir ilahiyatçı olan Johann Gottfried Herder, “İnsan, yaratılışın ilk özgür bırakılan kişisidir; o, dik durmuştur,” der. Psikanalist ve sosyolog Erich Fromm dünyanın bu en güçlü mitini şöyle yorumlar: İnsan bağımsız olmalıdır, hatta Tanrı’dan bile bağımsız olmalıdır. Öte yandan Hegel de mitteki yılanı insanın bilgi için duyduğu susuzluğun bir sembolü olarak görür.

Yaratılış hikâyelerinde yeryüzünde ilk önce sadece iki insanın, Âdem ile Havva’nın yaratılmış olması aynı zamanda ikisini de ait oldukları cinsiyetlerin sembolü haline getirir. Bu nedenle birçok sanat yapıtında Âdem ile Havva, kadın ve erkek cinsini temsil eden figürler olarak ele alınmıştır. Mark Twain’in Âdem ve Havva’nın Günceleri (1906) veya Fransız yazar Villiers de l'Isle-Adam’ın dişi android olarak biçimlendirdiği Geleceğin Havva’sı (1886) gibi kimi modern yapıtlarda kadın-erkek ilişkileri ve toplumsal cinsiyet sorunları, bu iki figürün karşılıklı ilişki ve çatışmaları mizahla harmanlanarak ele alınmıştır.

“Hayır, İnsanlar! Siz haklısınız. Kendi yolunuza gidin!” Peter Hacks’ın üç perdelik Âdem ile Havva (1972) adlı komedisi Tanrı figürünün bu sözleriyle biter. Bundan önce Âdem ile Havva yasak meyveyi yemeye ve cennetten kovulmaya karar verirler. Ancak bu onların özgür kararı mıdır? Hacks oyununda bunu tartışır. Her şeye kadir ve her şeyi bilen Tanrı, yarattığı bu iki insanın koyduğu kuralı çiğneyeceklerini mi bilmeyecek? Hacks’ın oyununda Tanrı, Âdem ile Havva’ya aslında iki seçenek sunar: ya ölümsüz olarak Aden’de onun bahçesinde sonsuza dek yaşamaları ya da elmayı ısırarak ölümlü olmakla birlikte kendisine bağımlılıktan kurtulup kendi hayatlarını yaşamaları. Oyunun sonunda Tanrı figürünün ağlamaya başlaması, çocuklarının kendi yarattığı Cennet’i reddetmesinden duyduğu üzüntüye bağlanabileceği gibi özgür iradeli varlıklar yaratma planını gerçekleştirmenin verdiği gurur ve mutluluğa da yorulabilir.

Her ne kadar söz konusu mitte meyve yasağının çiğnendiği ağacın türü kutsal kitaplarda belirtilmiyorsa da genel olarak bu anlatıya en uygun meyve elma, dolayısıyla ağaç da elma ağacı olarak tasavvur edilmektedir. Dünya nüfusunun olabildiğince geniş kesimlerine seslenmek isteyen birçok firma reklam ve tanıtım faaliyetlerinde hâlâ kökleri tarih öncesine uzanan bu mitin yardımına başvuruyor. Bu bağlamda sözgelimi “elma” adıyla bilişim sektöründe tanınmış olan bir firma, provokatif bir etki uyandırma beklentisiyle ısırılmış bir elma amblemini de tanıtıcı logosu olarak kullanıyor.

Tüm zamanların en gizemli, en önemli ve en ünlü hikâyelerinden birini canlı kılmak için özel bir çaba harcanmasına hiç gerek yok; çünkü bu eski mitin bütün unsurları zaten yeterince canlıdır: ağaç, yılan, elma, çıplak bir çift… Zaten her şey hazır ve her şey ortada: Âdem ile Havva, bilgi ağacında ilahi düzene karşı çıkma, Cennet’ten kovulma. İnsanoğlunun bu ilksel çiftinin ve ilk günahlarının hikâyesi, iki bin yıldır ulusal, dinsel ve kültürel sınırları aşarak tekrar tekrar resmediliyor, tasarlanıyor, temsil ediliyor, düşünülüyor, yeniden biçimlendirilip anlatılıyor. İki bin yıldır kültür, sanat ve edebiyatta yaşayagelen, yeryüzünün ilk sürgünleri olan bu çift –bu iki figür– bundan böyle de sanatçı, ozan ve yazarlar için bitmek tükenmek bilmeyen bir esin kaynağı olmaya devam edecek.


Kaynakça

Auerbach, Erich (2019) Mimesis, Batı Edebiyatında Gerçekliğin Tasviri, çev. Herdem Belen ve Hüseyin Ertürk, İthaki Yayınları.

Erich Auerbach (2010) Yabanın Tuzlu Ekmeği, çev. S. Durgun, H. Barışcan, C. Perin, F. Elpe, Metis Yayınları.

Enuma Eliş (2019) Babil Yaratılış Destanı, çev. F. S. Adalı ve T. A. Görgü, İş Bankası Kültür Yayınları.

Kitabı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit (1974), Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul.

Kader Konuk (2013) Doğu Batı Mimesis: Auerbach Türkiye’de, Metis Yayınları.

John Milton (2021) Yitirilen Cennet, çev. Yiğit Yavuz, İthaki Yayınları.

Homeros (2004) Odysseia, çev. Azra Erhat ve A. Kadir, Can Yayınları.


Görsel: Robert Cheaib / Pixabay.