Kıyafetler, markalar, pırıl pırıl parlayan mücevherler, belki bir ev parası ederinde çantalar, etiketler, logolar hâlâ bir statü sembolü olmaya devam ediyor. Hatta bazen, özellikle de zeki, zengin ve şirket sahibi iş insanlarının, giyinmeye kafa yormamak, zaman harcamamak için böyle yaptıklarını iddia ettikleri, aynı (düz) tişörtten, pantolondan onlarca bulundurması bile, o tişörtlere, pantolonlara sahibi üzerinden bir kıymet ve karşılığında da sahibinin konumunu sağlamlaştırma, “cool görünme” imkânı tanıyor. Yani aslında giyinmeye kafa yormamanın arkasında bile bir imaj kaygısı ve buna harcanan yoğun bir çaba fark ediliyor. Hızlı tüketim yerini olağanüstü hızlı tüketime bırakmış gibi görünüyor. Özellikle sosyal medyanın gönüllü görünürlüğü, izlenirliği had safhaya taşıdığı bir zamanda, kıyafetin statü sağlayıcılığı, ayırt ediciliği bir, belki de bin kat daha artıyor. Bir giydiğini bir daha giymemek, en azından aynı kıyafetle görünmemeye özen göstermek artık sadece ünlülere ya da “sosyete”ye has bir alışkanlık olmaktan çıktı. Bir giydiğimizin yüzüne ertesi sene bakmadığımız, “moda” denilen şeye ayak uydurma çabalarımızla dolaplarımızı şişirdiğimiz bu çağda, vintage kıyafetler nerede duruyor, bu hengamenin içinde nasıl bir yer açıyor kendisine? Ve vintage, seri üretimin, hızlı tüketimin, kısacası tüketim toplumunun elinde neye dönüşüyor?
Önce vintage’ın ve yakını ikinci elin tanımını yaparak işe başlayalım. Cambridge Dictionary’e göre vintage, yeni olmayan, geçmişte üretilmiş, özellikle bir dönemin tarzını, stilini yansıtan kıyafet, mücevher ve benzerleri için kullanılan bir kelime. Muhakkak tek bir tane olması gerekmese de “özel bir parça” olmalı. İkinci el ise, vintage’tan farklı olarak her zaman belli bir dönemin tarzını yansıtmak zorunda değil, yalnızca daha önce kullanılmış olması onu ikinci el haline getirmeye yetiyor. Bu haliyle vintage daha “nadide” ve dolayısıyla daha pahalı bir zevki akıllara getirirken, ikinci el için bu söz konusu değil.
Türkiye yaklaşık son on yılda dünyanın diğer yerleri gibi vintage moda akımına uyum sağlamaya başladı. İnsanlar belki bir aralar burun kıvırdıkları, ebeveynlerinin ve büyük ebeveynlerinin gençliklerinden kalma özel parçalarına ilgi duymaya başladılar. Burada şunu da belirtmek gerekiyor sanırım, modanın genel olarak sürekli bir daire çizmesinden ayrı olarak, retro modası da aynı dönemlerde ülkede popüler(di). Sonra bazı büyük markalar vintage koleksiyonları çıkarmaya başladılar, ki bunların bazıları gerçekten vintage kumaşlarla üretilen ürünlerdi. Bu arada ikinci el mağazaları az da olsa vardı ve insanlar “elâlemin eskisi giyilir ve giyilmez diyenler” olarak neredeyse ikiye ayrılmışlardı. Vintage modasıyla beraber bu ikinci el mağazalara da rağbet arttı. Bir noktadan sonraysa, adının yanına “vintage dükkânı” ya da “vintage shop” ibaresini ekleyen mağazalar açılmaya başladı. Bu mağazaların çoğunda satılanlar elbette vintage değildi, çoğu ikinci eldi ve vintage’ın yalnızca belli bir dönemi yansıtma işlevini görüyorlardı. Fiyatlar yüksek değildi, gençler çok meraklıydı, dolayısıyla işler büyüdü. Fakat öyle bir büyüdü ki bu vintage dükkânlarda seri üretim ürünler satılmaya başladı. Yüz, yüz elli tane aynı trençkottan, monttan, kazaktan, aksesuardan raflara koyup bunları hâlâ vintage olarak pazarlamaya devam ediyorlardı. Üstelik insanlar da hâlâ vintage giymenin hissettirdiği o “özel duygu”yla bu seri üretim ürünleri alıyorlardı. Erişim artık çok kolaydı, o kadar kolaydı ki aynı vintage mağazasının şubeleri açıldı. Bir tanesinde bulamadığınız o nadide parçayı bir diğerinde, üstelik tam da kendi bedeninizde bulabiliyordunuz. Vintage ayağımıza gelmişti. Anlaşılan o ki bir ürünün vintage olup olmaması artık dükkânın tabelasına bağlıydı. Bununla da kalınmadı, ünlü markaların “vintage görünümlü” sahte ürünleri üretildi ve satıldı, talep yine yüksekti. Vintage’a giden yolda her şey mubahtı.
Tüm bunlar yeni değil belki. Bugüne kadar modaya uyum sağlama amacıyla yapılanlara, pahalı ve erişimi zor markaların çok başarılı taklitlerinin yanı sıra isimlerinin, oldukça komik çağrışımlarla yeniden üretilmesine de şahit olduk ve oluyoruz. Ama bu vintage modasının, retroyla karıştırılması, her ikinci elin vintage olarak değerlendirilmesinin dışında, vintage’la uzaktan yakından alakası olmayan yan yana dizilmiş birbirinin aynısı kıyafetlerin satılmasının ve büyük bir hevesle alınıp giyilmesinin nedeni ne olabilir? Bir kavramın tam olarak zıddını uygulayarak, onu manasından kopararak kullanmanın ayırt edici özelliği nedir? “Gerçek” vintage’ın tıpkı pahalı, orijinal markalar gibi erişilemez olmasına bir tepki mi, yoksa bu ünlü markaların sorgusuz sualsiz kabul gören etiketlerinin gösterdiği etkiyi “vintage shop” ibaresinin de kazanması mı? Modanın her zaman vaat ettiği “özel hissettirme”yi bir kat daha artıran vintage’ın da artık içine doğduğu dünyanın bir kurbanı olduğunu söylemek sanırım abartı olmaz. Aslında herkesin özel olduğu ve hiç kimsenin özel olmadığı bu dünyada vintage da artık herkes gibi.