Hızlı moda denince beraberinde emek sömürüsü, ekolojik yıkım, zihinsel/bedensel zararlar ve cinsiyetçi yaklaşımlar geliyor akıllara. Alternatif arayışı olarak yavaş, sürdürülebilir, ekolojik ya da yeşil gibi sıfatlarla da yeniden üretilmeye çalışılıyor. Peki bu mümkün müdür? Meselenin temeli “hızlı” sıfatında mı yoksa “moda” kavramının esasında mı yatmaktadır?
Modanın Ortaya Çıkışı
Sorularımızı cevaplandırmak, modanın hangi zeminler üzerinde yükseldiğini anlamak, hızlı moda akımını daha iyi anlamlandırmak için tarihe kısaca bir göz atalım istiyorum. Hazır giyim sektörünün temeli 1600’lü yıllarda İngiltere’de ikinci el kıyafet satan mağazalarla atılmıştır. Bu dönemlerde mağaza alışverişleri toplumda küçük ayrıcalıklı bir kesimin ulaşabildiği bir hizmet iken sanayileşmeyle beraber işin rengi değişmiştir. “Sanayi Devrimi” sonrası üretim ve tüketim dönüşüme uğramış, ihtiyaç odaklı olmaktan çıkarılıp sermaye için gerçekleştirilmeye başlamıştır. Bunun sonucunda artık kendi ihtiyaçları için çalışamayan, fabrikalarda tüm vaktini yeni düzenin ihtiyaçları doğrultusunda harcamak zorunda kalan halk yavaş yavaş hazır giyime yönelmek zorunda kalmış ve kendileri için üretmekten neredeyse tamamen koparılmıştır. Başlangıçta yüksek fiyatlar dolayısıyla herkes için ulaşılabilir olmayan kıyafetler, Amerika plantasyonlarının pamukla tanışmasıyla ve İngiltere’nin plantasyon ürünlerini ithal etmesiyle ucuzlamış ve daha büyük kitlelere ulaşmıştır. Nihayetinde ise kölelerin üzerinde yükselen ve işçileştirilmiş bireyler için üretilen, üretim-tüketim döngüsü kendi kendisini besleyen bir sektör doğmuştur. Bu süreçte işçileşme artarken kıyafetlere olan talep de artmıştır. 1800’lerin ortalarına gelindiğinde ise dikiş makinesinin de icadıyla seri üretime geçilmiş, yükselen taleplere karşılık vermenin yeni yolu bulunmuş ve hatta zamanla talepler de belirli politikalarla artırılmıştır. Bu döneme kadar evlerde, atölyelerde yapılan üretim fabrikalara taşınmış, ilk üretim fabrikalarının da temelleri atılmıştır.
Moda sektörü sabit ya da durağan kalmamış, her dönem kendisini yenilemiş ve yeni bir yüzle toplumlarda var olmuştur: tarihte ilk ortaya çıkmış olduğu haliyle ikinci el giyim, kullanılmamış hazır giyim ürünlerine geçiş, genel anlamıyla moda, dört mevsimlik dönemlere bölünmüş moda ve bizlere sunulan en son yüzüyle haftalık dönüşüme uğrayan hızlı moda. Her birinde daha fazla tüketim teşvik edilmiş ve tüketimin artırılmasına paralel olarak üretim hızı da artırılmıştır. Artış gösteren üretim miktarıyla ters orantılı olarak maliyet ise kısıldıkça kısılmış ve bu bağlamda yasal düzenlemelerden sıyrılmak, enerji ücretlerini düşürmek ve işçi ödemelerini azaltmak için markalar üretim tesislerini sömürdükleri, “gelişmekte olan” ülkelere taşımıştır. Böylelikle, Avrupa ve Amerika için geri kalan kıtalar ve topraklar devasa bir fabrikaya ve atık alanına dönüşmüştür.
Moda Sektöründe Emek Sömürüsü
Modanın herkes tarafından en bilinen, en karanlık yüzlerinden ilki emek sömürüsüdür. Sektördeki daha hızlı, daha çok üretim talebine karşılık verecek işçi kaynağını birçok ülkede kadınlar, çocuklar ve göçmenler oluşturmaktadır. Üretimin kim tarafından ve kimin için yapıldığı meselesinde ise Türkiye dahil olmak üzere Bangladeş, Çin, Vietnam ve Hindistan gibi ülkelerin Avrupa ve Amerika’nın ihtiyacı olan hazır giyim ürünlerini üretecek açık hava fabrikaları işlevi gördüğünü söyleyebiliriz. Türkiye’de tekstil sektöründe çalışan birçok işçi sigortasız ve yasal çalışma süresinin üzerinde (haftada 65 saate varan koşullarda) düşük ücretler karşılığında çalışmaktadır. Özellikle mültecilerin dezavantajlı durumlarından yararlanan işverenler zaten zor olan koşulları daha da zorlaştırmış, mülteciler üzerinden yükselen kirli bir sektör var etmiştir. Sektör içerisindeki sömürü dahi sınıflara ayrılmış, mülteci işgücüne eşit iş için daha düşük ödemeler yapılırken, göçmen olsun olmasın her iki durumda da kadınlara erkeklerden daha düşük maaş verilmektedir.
Üretimin yaygın olduğu diğer ülkelerde ise durum daha iç açıcı değildir. Bangladeş'te üretimin neredeyse bütün yükü kadın ve çocukların üzerinde olmakla beraber, haftada yedi gün, günde ortalama 14-16 saat çalıştırılan işçilerin emeklerinin karşılığında aldıkları ücretler asgari ücretin altında kalmaktadır. Şirketlerin maliyetleri daha da düşürüp kazançlarını katlama arzusu çalışma koşullarını her geçen gün daha da kötüye götürmektedir. Rana Plaza katliamı büyük markaların diğer ülkelerde yaptıklarının en kanlı örneklerinden birisidir. 23 Nisan 2013 yılında yapılan denetimler sonucu Rana Plaza'nın acilen boşaltılması gerektiği raporlanmıştır. Ancak patronlar uyarıları görmezden gelmiş, plazaya gitmek istemeyen işçileri işten çıkarmakla tehdit etmiştir. Raporun yayımlanmasından bir gün sonra, 24 Nisan’da bina çökmüş, 1.134 işçi hayatını kaybetmiş ve 2.500’den fazlası da yaralanmıştır. Rana Plaza olayı “kaza” olarak adlandırılıyor olsa da öncesinde ve sonrasındaki süreçlerde de tekstil fabrikalarında çıkan yangınlar, kaybedilen hayatlar bu olayın kaza olmanın çok ötesinde, kapitalist eylemlerin sonucu tekstil işçilerinin mahkûm edildiği katliamlardan sadece bir tanesi olduğunu gösteriyor.
Ayrıca tekstil sektöründe kullanılan boyalar ve diğer kimyasallar kanserojen özellikler taşımakla beraber işçilerin sağlığını uzun vadede olumsuz yönde etkilemektedir. Tekstil sektöründe çocuk işçiliği oranının çok yüksek olması da göz önünde bulundurulduğunda mevcut durum daha da kirli bir hale gelmektedir. Dünya üzerinde ilk kez 2004 yılında Türkiye’de teşhis edilen kot kumlama kaynaklı silikozis bu durumun örneklerinden sadece bir tanesidir. Silikozis, silika tozuna uzun süre maruz kalma sonucu ortaya çıkan kronik akciğer hastalığıdır; bilinen tedavisi yoktur ve ölümle sonlanabilmektedir. Dünya üzerinde ve Türkiye’de uzun yıllar kot kumlama atölyelerinde kullanılmıştır. Silika tozu ile çalışırken özel maskeler takılması ve çalışılan mekânın havalandırılması zaruri iken, işçiler kumlama tozunun zarara uğramaması için kapalı atölyelerde maskesiz, 12-16 saat arası yıllarca çalıştırılmıştır. SGK istatistiklerine meslek hastalığı olarak yansıtılmayan silikozis vakalarının net sayısına ulaşmak mümkün olmasa da Erzurum Atatürk Üniversitesi Göğüs Hastalıkları Bölümü tarafından yapılan araştırma sonuçlarına göre kot kumlama işinde çalışan her iki kişiden birinde silikozis hastalığı saptanmıştır. Türkiye’de kot kumlama 2009 yılında yasaklanmış olsa da silika tozunun kullanıldığı tek alan olmaması sebebiyle yeni silikozis vakaları görülmeye devam etmektedir.
Ekolojik Yıkım ve Hazır Giyim Endüstrisi
Modanın sebep olduğu ekolojik yıkım da ele alınması gereken bir diğer meseleyi oluşturmaktadır. Üretimde kullanılacak hammaddelerin yetiştirilmesinden üretim aşamasına, üretimden nakliyata, nakliyattan kullanıma, kullanımdan atık aşamasına kadar her adımda ayrı bir hasardan söz edilebilir. Modada hızlı dönüşüm arttıkça hammadde üretimi de artmakta, toprak ve çiftçiler üzerinde de ciddi bir baskı oluşmaktadır. Toprak hiç nefes almaması gereken cansız bir fabrika görevi üstlenirken, çiftçiler de üretimi sürdürecek mekânik araçlara dönüştürülmüştür. Daha kısa sürede daha fazla ürün alabilmek için çeşitli kimyasal ilaçlar kullanılmakta ve kullanılan kimyasallar toprağı geri döndürülemez bir şekilde tüketmekle beraber çiftçilerde de kansere bağlı ölüm oranlarını artırmaktadır. 2015 yılı verilerine göre bir ton tekstil ürünü üretmek için ortalama 200 ton su kullanılmakla beraber bunun ciddi bir miktarı üretimde kullanılacak pamukların yetiştirilmesi esnasında sulamaya harcanmaktadır. Üretimin Avrupa ve Amerika menşeili şirketler tarafından gözden çıkarılabilir (!) coğrafyalarda yapıldığını yeniden anımsayacak olursak, bu bölgelerdeki su yoksunluğunun da sebebinin yine bu iki kapitalist ekonomiden doğduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, Aral Denizi’ndeki su kaybının %20’si Avrupa’nın pamuk tüketiminden kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda özellikle Çin ve Hindistan gibi coğrafyalarda, içme ve yeraltı suları kayıplarının ortalama olarak %7’sinden tekstil sektörü sorumludur.
Aşırı su tüketiminin yanında, tarım ve üretim aşamasında kullanılan kimyasalların atıkları yerel su kaynaklarının kirliliğini ve toksisitesini artırmakta, bu da üretici ülkelerde ciddi bir halk sağlığı problemi doğurmaktadır. Tekstil sektöründe aşırı ve temiz olmayan enerji kullanımı yüksek miktarlarda karbon salınımına sebep olarak bir diğer yönden doğayı yaşanılamaz kılmaktadır. En büyük tekstil üreticilerinden Çin’de üretimde büyük oranda karbon bazlı enerji kaynakları kullanılmakla beraber hava kirliliği de çok yüksek seviyelere ulaşmıştır. Ancak üretim döngüsü hesaba katıldığında en yüksek karbon salınımı akrilik ve polyamid gibi petrol kaynaklı hammadde üretimleri esnasında gerçekleşmektedir. Sentetik materyallerin üretiminin doğal pamuk üretiminden daha fazla çevresel zarara sebep olduğu da araştırmalarda gösterilmiştir. Ayrıca, tekstil sektöründe tarımsal aşamadan son ürün aşamasına kadar binlerce kimyasal kullanılmaktadır. Tarımsal üretim aşamasında kullanılan kimyasal tarım ilaçlarının çiftçilerde bulantı, ishal gibi rahatsızlıklarla beraber uzun vadede kanser ve solunum yolu hastalıklarına sebep olduğu da bilinmektedir. Her gün ortalama 1.000 kişi ise pestisit kaynaklı zehirlenmeden hayatını kaybetmektedir. Ekolojik yönüne de dönecek olursak, toprağa baskı yaparcasına kullanılan zirai ilaçlar topraktaki bütün canlıları hedef almakta ve ciddi bir canlı kıyımına sebep olmaktadır. Toprakta biriken kimyasallar zamanla toprağı öldürür ve yeraltı sularına karışıp hem doğa hem de doğada var olmaya çalışan tüm canlılar üzerinde bir tehdit oluşturur. Yapılan araştırmalara göre tarım kimyasallarına, örneğin suya dayanıklı kıyafet yapımında kullanılan floropolimerlere, kutup bölgelerindeki canlıların vücutlarında dahi rastlanılmaktadır.
Son aşamaya geldiğimizde ise, üretim aşamasında artan ipliklerin, kumaşların, hatalı üretilen ya da satılamayan ürünlerin, kullanılmış kıyafetlerin oluşturduğu atık alanlarını ele almalıyız. Tüketici ülkeler bu hususta da kendileri dışında kalan ülkeleri atık arazileri olarak görmekte ve atıklarını o bölgelere ihraç etmektedir. Bazı ülkeler dışarıdan atık kıyafet girişini yasaklamış olsa da genel çerçevede değişen çok bir şey olmamış, “gelişmekte olan ülkeler” gelişmiş olanların çöpleriyle işgal edilmişlerdir. Tabii burada, kıyafet sirkülasyonunun artması ve sevilmeyen, artık giyilmeye değer görülmeyen kıyafetlerin “daha muhtaç” olanlar tarafından giyilmesi makul görülerek, “hayır” amaçlı olarak bu ülkelere gönderilmesi de üzerinde kafa yorulması gereken, herkese eşit sunulması gereken kaynakların nasıl belli kesimler tarafından gasp edildiğini, isteğe bağlı ve istenilen miktarda diğerlerine verilebilen bir nimet olduğunu görmek açısından da mühim bir noktadır.
Bir Sınıf Göstergesi Olarak Moda
Kıyafetler antik çağlardan beri ait olunan sosyal sınıfla ilişkili olmuşlardır. Örneğin Antik Yunan’da ipek veya pamuklu kumaştan yapılmış kıyafetleri giymek varlıklı kesimlerin sahip olduğu bir ayrıcalıktı. Orta Çağ’da köylüler ucuz ve kötü kumaşlardan yapılma kıyafetleri giyiyorlardı ve mevcut imkânlarıyla çoğu zaman sadece bir takım kıyafetleri oluyordu. Diğer yandan üst sınıflar Mısır’dan ya da diğer ülkelerden özel olarak temin ettikleri kumaşlarla çeşit çeşit kıyafetler diktirtiyor ve varlıklarını göstermek açısından bunların gösterişini yapma fırsatını kaçırmıyorlardı. Günümüzde de giydiğimiz kıyafetler sosyal sınıfımızla ilişkili olmakla beraber sadece bununla sınırlı kalmıyor, kim olduğumuzu, neleri sevip neleri sevmediğimizi, kendimizi nasıl algıladığımızı ve hatta o gün kendimizi nasıl hissettiğimizi dahi ifade eden, bizim adımıza konuşan canlı cisimlere dönüşmüş haldedir. Virgina Woolf’un da dediği gibi biz kıyafetleri giymiyoruz, kıyafetler bizi giyiyor; biz onların kol ve göğüslerine şekil veriyoruz ancak onlar bizim kalbimize, zihnimize ve dilimize diledikleri yönde şekil veriyor. Artık giydiğimiz kıyafetler kadar varız, onlar ölçüsünde saygıyı hak ediyor ve onlar ölçüsünde değer kazanıyoruz, ancak hiçbir zaman tamamlanmış olamıyoruz.
Bir sınıfsal gösteriş olarak zenginseniz daha kaliteli kumaşlardan yapılmış, uzun süre kullanılabilen ve hatta çevre dostu yöntemlerle üretilmiş ürünleri yüksek miktarlarda ödeme yaparak satın alır, ayrıcalıklı olma özelliğinizi sürdürebilirsiniz. Ancak alt sınıflardansanız ayrıcalıklılar için üretilen ürünlerin kopyalarını nispeten daha uygun fiyatlara satın alırsınız. Bu durumda pamuklu/ipek/kaşmir gibi ürünlere ulaşamayacak, akrilik/polyester/naylon gibi kumaşlarla bedeninizi nefessiz bırakacak ve kaşındıracak petrol bazlı sağlıksız ürünleri kullanacaksınız. Ayrıca üretim yöntemlerinden ötürü doğaya zarar vermekle suçlanacak, sürdürülebilir yeşil modayı desteklemediğiniz için de sorumsuzlukla itham edileceksiniz. Yani sistem kendisini yeni trendlere uyarlayarak yeniden üretmiş, yeni ayrıcalık biçimleri türetmiş, kitlelerini tatmin etmeyi öğrenmiş ve sorunsuz bir şekilde işlemeye devam etmektedir.
John Berger reklamcılığı anlatırken “Reklam imgesi alıcıda, aslında onun kendisine karşı duyduğu sevgiyi çalar, sonra da bu sevgiyi ona, alacağı ürünün fiyatına yeniden satar,” diyor. Şimdi moda sektörünün de reklamlar aracılığıyla bize yaptığı bu şekilde özetlenebilir. Kendimizi sevmemiz için almamız gereken hep bir eşya daha vardır, hep o noktaya gelmek için bir harcama kadar gerideyizdir. Bu şekilde kendisine yabancılaşan, hep hayallerindeki ideale ulaşmaya çalışan, kendisine duyduğu sevgisi çalınan bireylere dönüşmekteyiz. Sosyal medya fenomenleri bu algıyı her an daha da tetiklemekte, mükemmel olmaya giden yolu bir bağlantı ile bize teklif etmektedir. Kapitalizmin hep sevdiği gibi bu sistem de büyük ölçüde kadınları hedef almakta ve kadınlara nasıl güçlü olacaklarından tutup nasıl daha özgür ve bağımsız olacaklarını, nasıl “kız gibi” savaşacaklarını, bunlar için gerekli olan ürünleri de reklamları aracılığıyla sık sık göstermektedir. Kadın mücadelesinin yanındaymış gibi gözüken moda sektörü bunu sadece kendi çıkarları için kullanmakta ve gerek kadın bedenini metalaştırmasıyla gerekse de kadınları tüketim nesnelerine dönüştürmeyi hedeflemesi ile kadını köleleştirmek isteyen mekanizmalardan biri olma özelliğini taşımaktadır.
Peki mevcut moda anlayışı bu kadar yıkım getirirken, bunun alternatifini yaratmak ve daha temiz, adil ve sağlıklı bir zemine oturtmak mümkün müdür? Benim kanaatime göre mevcut sistem içerisinde hayır, bu çok mümkün değil. Çünkü özünde iktidar barındıran; toprağa, doğaya ve insana hakim olmak isteyen bir sistemin/sektörün hedefleri bunların çok uzağında kalıyor; sadece kâr etmeyi, günden güne kârı artırabilmeyi hedefliyor.