Mahmut Şevket Paşa Reloaded

Meral Akşener’in 26 Nisan tarihli parti grup toplantısındaki konuşmasının on dakikalık bir kısmını dinleme fırsatım oldu. Normalde prensip icabı siyasetçi konuşmalarını dinlemem; beyhude yoruyor insanı. Lakin arkadaş “Abi mutlaka dinlemen lazım, Mahmut Şevket Paşa reloaded,” diyerek daha birkaç gün önce beraber dinlediğimiz, Mahmut Şevket Paşa’nın 31 Mart vakası esnasında hareket ordusu taburlarına verdiği o meşhur nutku hatırlatınca (“… Bizans’ın Yıldız burcunda ikamet eden baykuuuş…”) dayanamadım ve izledim. Akşener konuşma boyunca gayet mahir bir şekilde, Gezi Parkı hareketini kendi “İttihatçı” mirasıyla harmanlayıp, arada Erdoğan’ı da Abdülhamid’in istibdadı ile özdeşleştiriyor. Tabii ustalıkla hazırlanmış bu nutukta Akşener “Kahrolsun istibdad, yaşasın hürriyet, adalet, müsavat,” diye haykırırken hepitopu üç beş sene sonra İtithatçıların nasıl başka bir istibdadın baş aktörleri olacağının muhasebesine girmiyor. Bu ihmal, Ümit Özdağ’ın iki gün önce 1915’in yıldönümünde yaptığı Talat Paşa paylaşımını hatıra getirince daha da manidar görünüyor.

Ama neyse, derdim burada Akşener’in bir kritiğini yapmak değil. Dikkatimi çeken asıl nokta, güncel siyasetimizde tarihsel referansların her gün daha da cari hale gelmesi; istibdad, hürriyet, müsavat gibi gündelik dilde miadını dolurmuş kelimelerin tekrar hayat bulup merkeze oturması. Bir kavram tarihçisi için bu sevindirici ve heyecanlandırıcı bir gelişme. Bizzat üzerinde çalıştığımız, soykütüklerini çıkarmaya çabaladığımız kavramların günceldeki seyrini görmek, bilinç tarihi -haklı veya haksız- hep radikal kopuşlar ile özdeşleştirilmiş bir toplum için bence umut verici. Geleneğiyle yaratıcı bir zeminde barışmış bir toplum sadece bir ihtimal, bir umut olarak dahi heyecanlandırıcı.       

Lakin şu haliyle istibdad ve hürriyet gibi kavramlara olan ilgimiz çok dar bir çerçevede cereyan ediyor. Demokratik mücadele tarihimiz, sadece Akşener’in nutkunda değil, muhataplarının tarihe bakışlarında da istisnasız bir şekilde 1908 sonrasına ve İttihatçılar-Abdülhamid kavgasına sıkıştırılmış durumda. Burada devasa bir kolektif unutuş söz konusu; 1908’in aslında “ikinci” meşrutiyet olduğunu ve otuz sene evvelinde sadece güncel aktörler değil, tarihçilerin bile hatırlamaya üşendiği bir anayasa ve meşrutiyet mücadelesi yürütüldüğünü çoğu zaman ayaküstü zikretmeye bile tenezzül etmiyoruz.

Daha da detaya inelim: Abdülhamid’ın şahsı ile özdeşleşmiş olan istibdâd kavramına bakalım. Bir vesileyle merak edip araştırana kadar istibdâd kavramının Abdülhamid döneminde, Avrupa dillerindeki tyranny/despotisme gibi kavramların tercümesi olarak popülerleştiğini varsayıyordum. 1876 meclisinin zabıt ceridelerini biraz karıştırıp (Hakkı Tarık Us merhum sağolsun, ta 1940’ta yayına hazırlamıştı) mebusların istibdad kavramını kullandıklarını, hatta açıkça Abdülaziz devrini artık sona ermiş bir devr-i istibdâd olarak tanımladıklarını, hatta hatta bunu basın özgürlüğü ve gazetecilere uygulanan yaptırımlar bağlamında zikrettiklerini gördüğümde neler hissettiğimi tahmin edersiniz. Bunun da üstüne Abdülhamid’in bizzat Meclis’in açılışı şerefine verdiği nutukta “âlem-i medeniyetin terakkiyât-i hâzırasına yetişememekliğimiz mücerred mülkümüzün muhtaç olduğu ıslâhat ve onlara müteallik kavânin ve nizâmâtın devam edememesinden ve bu dahi yapılan şeyler hükümet-i istibdâdiyye elinden çıkıp kāide-i meşverete müstenid olmamasından neş’et eylediği sâbit ve mütehakkaktır”[1] dediğini görünce artık kalemi kâğıdı bıraktım, tarihin bu cilvesi karşısında gözyaşı ile karışık kahkahaya boğuldum. İstibdâdı lanetleyenin dönüp müstebiddlikte kendinden öncekilere rahmet okutması bu memlekette şaşırdığımız bir şey değil. Abdülhamid’in o nutku kendisinin yazmadığı aşikâr, lakin Akşener kendisi yazmış olsa ne fark eder?

Neyse, sadede gelelim; derdimiz Akşener değil, kolektif hafızamızdaki koca boşluklar. Bu unutuşun ve göz ardı edişin ardındaki örtülü varsayımlardan birisi tabii ki ilk meclis ve Kanun-ı Esasi’nin Avrupa baskısıyla tasavvur edilmiş ve Osmanlı toplumuna bürokratik elit tarafından dayatılmış, hasılı herhangi bir “taban”la bir bağı olmayan bir vakıa olduğu. Ekseri üç beş tane kendilerine Yeni Osmanlılar diyen, hikmeti kendinden menkul taze entelektüelin Midhat Paşa’nın arkasına sığınıp paldır küldür gündeme getirdikleri ve uğrunda arada Abdülaziz’e de “su-i kasd” ettikleri yarım yamalak bir girişim olarak hatırlanır Kanun-ı Esasî’miz. Halbuki yeni çalışmalar tam tersini ortaya koyuyor. Mesela Aylin Koçunyan, 19. yüzyıl anayasacılığı üzerine göz dolduran kitabında Kanun-ı Esasi’nin esasen Avrupa baskısıyla değil, bilakis “Avrupa’ya rağmen” tesis edilmiş ve teferruata dair tüm tartışmalara rağmen prensipte üzerinde ittifak edilmiş bir kurum olduğunu açıkça ortaya koyuyor.[2] Balkanlar’daki Hersek ve Bulgaristan meselesi gibi kronik mevzularda Avrupa’nın tavrı basitçe söz konusu eyaletlere özerklik ve imtiyaz verilmesi yönündeyken Osmanlı bürokratı anayasa ve merkezde temsil sisteminin Avrupa’nın bu müdahalesine ve imtiyaz talpelerine son vereceğine kani olmuştu. Beri yandan Murat Şiviloğlu da 19. yüzyılda “kamuoyu” kavramının zuhuru ve yükselişi üzerine çalışmasında Kanun-ı Esasi’ye giden sürecin ne derece dinamik olduğunu ve farklı cephelerden ne derece destek gördüğünü ikna edici bir şekilde tasvir ediyor.[3] Burak Onaran’ın Tanzimat dönemi ayaklanmalarını ve gizli cemiyetlerini ele aldığı çalışması ise 1859 Kuleli vakasından hareketle hem Osmanlı devlet aygıtının halk karşısında ne derece zayıf ve kırılgan olduğunu hem de şimdiye kadar basitçe bir irticai hamle olarak hasıraltı edilmiş Kuleli ayaklanmasının aslında ne derece sosyoekonomik saiklere dayanan ve dönemin Osmanlı siyasetine entegre bir müdahale olduğunu gözler önüne seriyor.[4]

Bunları bir araya getirdiğimizde Yeni Osmanlılar gibi nev-zuhur görünen hareketlerin de aslında ne derece toplumdaki kıpraşmaları ve mevcut talepleri yansıtan, özünde daha radikal talepleri de soğurma potansiyeli olan girişmler olduğu biraz daha görünür oluyor. Yoksa, direkt saltanata son verecek bir devrim hayal eden Mehmet, Reşat ve Nuri beylerin İnkılap gazetesini nasıl anlayacağız. Yahut, Mehmet Kaplan üzerine bir iki makale yazdıktan sonra kimsenin açıp yüzüne bile bakmadığı Tanzir-i Telemak’ın (1869-70) müellifi Sarıyerli Hoca Sadık Efendi’nin saltanat fikrini bile başlı başına bir şirk olarak görüşünü ve neredeyse anarşik ve komünal bir Müslüman toplum tahayyül edişini nereye koyacağız?     

Niye yalan söyleyeyim, kendim dahi 19. yüzyıl düşünce tarihine on senesini vermiş bir araştırmacı olarak uzun bir süre, hakim paradigma kadar sinik olmasa da gayet şüpheci yaklaştım dönemin siyasi mücadelelerine. Sağda solda bulduğum metinlerde rast geldiğim ve dönemin siyasi mücadelelerine apayrı bir renk katan meşveret, temsil, müsâvât ve hürriyet taleplerinin ne kadar genel havayı yansıttığını anlamaya çalışırken hep mütereddit kaldım. Ancak yeni yeni birikmeye başlayan gayet nitelikli çalışmalarla sonunda Tanzimat dönemi siyasetinin ne derece radikal taleplere ve yaratıcı bir dönüşüme gebe olduğu ortaya çıkıyor.

Bu derece siyaseten çalkantılı, aynı derece dinamik ve nice ihtimallere gebe bir dönemi nasıl olup da böyle tam aksi bir surette hatırladığımızın sebepleri ise haliyle çok katmanlı. Yine de ilk bakışta Tanzimat döneminin hem popüler hafızada hem tarihyazıcılığında, Abdülhamid ve İkinci Meşrutiyet dönemlerine göre görece ihmal edilmiş olması ilk bakışta göze çarpıyor. 1908-1923 arasındaki on beş seneye dair sadece İngilizce yazılan kitaplar dahi bir kitaplığı dolduracak kadarken Tanzimat dönemi üzerine kapsamlı çalışmalar bir elin parmağını geçmez ki yukarıda alıntıladığım birkaç kitap hep 2018 ve sonrasında basılmış çalışmalar.[5] Doğan Gürpınar Tanzimat döneminin hafızamızdaki ve tarihyazıcılığımızdaki bu makus talihini 20. yüzyılın başından itibaren Jön Türkler ve bilahare İttihatçılar ve erken Kemalist tarihçileri tarafından birbiri ardına yapılan ve dönemi naif bir liberalizmin hakim olduğu başarısız bir girişim olarak kodlayan müteakip müdahalelere bağlıyor ki bu da tarihyazıcılığımızın ne derece siyasi gündemin belirlediği paradigmalara mahkûm olduğunu bir kez daha ifşa ediyor.   

Kolektif hafızamızdaki boşluk ve sıçramalar tabii ki saymakla bitmez. İlker Aytürk’ün gayretleriyle bir şekilde gündem olan post-Kemalizm eleştirisi sayesinde yavaş yavaş nazarımızı, siyaset bilimi literatüründe neredeyse yok sayılacak derecede ihmal edilmiş Soğuk Savaş dönemine çevirmeye başladık. Fakat eğer hem Kemalist hem de post-Kemalist anlatıları aşacak ve demokratikleş(eme)me tarihimizi yeniden yazacaksak, sadece Cumhuriyet dönemine odaklanmak bizi yarı yolda bırakacaktır. Bu noktada modern tarihimizi hakettiği şekilde uzun 19. yüzyılı da tümüyle içine alacak şekilde düşünmemiz elzem görünüyor. Zira erken modern döneme odaklanan tarihçilerin, 17 ve 18. yüzyıl Osmanlı toplumunda teşhis ettikleri ve artık paradigmatik olarak kabul edilen siyasi muhalefet kültürürünün nasıl olup da 19. yüzyılda ve erken 20. yüzyılda adım adım sindirilip budandığını anlamak ve izah etmek ancak böyle bir geniş planda mümkün olacak kanaatindeyim. Belki bu şekilde artık yaka silktiğimiz merkez-çevre, gelenek-modernite, İslâm-Batı, sivil-asker gibi dar ve donuk binaryleri de aşıp kendi öznelliğimizin esaslı bir soykütüğünü çıkarabiliriz.   


[1] Hakkı Tarık Us, Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi Cilt 1. İstanbul, 1940, s. 10.

[2] Aylin Koçunyan, Negotiating the Ottoman Constitution 1839-1876. Leuven: Peeters, 2018.

[3] Murat Şiviloğlu, The Emergence of Public Opinion: State and Society in the Late Ottoman Empire. Cambridge UP, 2018. Özellikle altıncı bölüme bakılmalı.

[4] Burak Onaran, Padişahı Devirmek: Osmanlı Islahat Çağında Düzen ve Muhalefet. İletişim, 2018.

[5] Tanzimat tarihyazcılığını üstte zikrettiğim eserler çerçevesinde etraflıca tartıştığım bir değerlendirme makalesi için bkz. Alp Eren Topal, “Tanzimat Poiltics Revisited: New Sources, Novel Aproaches” JOTSA, 8:1, 2021.