Kapanan Cumhuriyet Parantezi Nereye Açıla?

Zafer Yörük, “Abdülhamid Düşerken I: Tarih ve tekerrür” başlıklı yazısında (Gazete Duvar, 15 Haziran 2022), geçmişin geleceğe tuttuğu aynaya atıfla (İbn-i Haldun’u anarak), Erdoğanist kültürün Erdoğan’la Abdülhamid arasında kurduğu özdeşliği ele alıyordu. Anılan çevrenin tezi şu idi (tarih öğretmeni Şükrü Altın’ın Hilal’in İki Muhafızı isimli kitabından nasiplenerek): Abdülhamid ve Erdoğan, yüz küsur yıl arayla Haçlı saldırılarına karşı mücadele eden, memleket sevdalısı iki güçlü İslâm mücahidi ve lideridir. Dış güçler, anılan mücadele içinde, nasıl, Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” demişse, Erdoğan için “diktatör” demeleri de aynı kapıya çıkar. Demek, Erdoğan yönetimi, -özde- Abdülhamid döneminin bir tekrarıdır.

İki adamın karşılaştırılmasında bir başka (ve tayin edici) husussa, Abdülhamid’in Tanzimat-Meşrutiyet parantezini kapatma azmi ve mesaisiyle Erdoğan’ın Cumhuriyet parantezini kapatma azim ve hamlesinin örtüşmesidir. Benim de bu yazıda yapmak istediğim (ki, “Abdülhamid Düşerken II: Travma, yara ve hafıza” [16 Haziran, 2022] ile birlikte Zafer Yörük de ona işaret etmekte ve bizi uyarmakta), önemli ölçüde kapatılmış (“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denen tek adam rejimiyle iyiden iyiye berhava edilmiş) Cumhuriyet parantezini, bugün, yeniden açmaya talip olan “ana muhalefet” ya da “Millet İttifakı” siyasetinin, onu, “nereye doğru açma” eğiliminde olduğunu ve öylesi bir açılımın neyin tekerrürü olabileceğini; o anlamda, “İttihatçı” damarın anılan cenahta ileriye doğru zonklama ihtimalini sorgulamak; biz bizeyiz, hatırlatıp uyarmak.

Modernleşmenin (Batı’nın) teknolojik ve bilimsel imkânlarını memlekete taşırken taklitçiliğe düşmeme, ilmini alırken ahlâksızlığını teşhir etme ve dahi o cenahtan gelecek yıkıcılığa ve bölücülüğe karşı memlekete siper olma, Erdoğan’da (Abdülhamitçilikten doğru) “re-enkarne” olan hasletler. Tanzimat ve “eşit yurttaşlık” anlayışının bozduğu Osmanlı kimliğini İslâm’la ihya ve mümkün mertebe erişilebilir coğrafyalarda İslâm’ı hâkim kılıp Osmanlı temsiliyetini idame ettirmek Abdülhamid’in temel yönelimi olduğu üzere, Kemalizm’in dinden imandan eden “sekülarizasyon”unu tasfiye etmek ve Müslüman’ın olduğu her yere el uzatıp İslâm adına söz almak da Erdoğanizm’in boynunun borcu olagelmiş. Ve dahi, tüm bu hasletler, meziyet ve niyetler, Erdoğanizm’in şahsında –kaçınılmaz- Devlet’in beka sorunu ile irtibatlandırılmış; Devlet, “neo-Osmanlıcı, pan-İslâmist, Türkçü-milliyetçi, mutlak otoriter” ideoloji ile tahkim edilmiş: Kendinden olmayanı milletinden addetmeyen, muhalif her sözü, davranışı, tercihi yok sayan (“İnadına!”, demeye niyetleneni yoka sayan), muhbirliğin kol gezdiği tam bir polis devleti; Hamidizm’in Erdoğanizm’le tam bir örtüşümü.

*

Hamid ve Erdoğan arasındaki örtüşümün İslâmcı rengini biraz geri çekersek, Hamid-Talat/İTC-Kemal/Cumhuriyet ve Erdoğan’ı birleştirip aynı hatta (kalın kalın) yerleştirenin “anayasal eşit yurttaşlık”, “eşitliközgürlük” (Etiénne Balibar’ın vurgusuyla[1]) meselelerine mesafeleri olduğunu görürüz, ki, bugün de, kapatılmış ya da berhava edilmiş Cumhuriyet parantezinin nereye açılacağına dair umut ve beklentileri (ana muhalefet ve Millet İttifakı katında) tartmanın mihengi de onlar olmak durumundadır. Öyleyse, kendini kapatılmış Cumhuriyet’i ihya ile sorumlu addedenlerin o Cumhuriyet’in tarihselliği ile yüzleşmeleri (ya da bizim teraziyi oradan doğru kurmamız) kaçınılmazdır.

Sözü, Zafer Yörük’ün, bireyin ve toplumların yaşadıkları çatışmaları, -çatışmanın bileşenleri üzerinden hayata doğru ilerletici/zenginleştirici çözümler/çıkışlar bulmak yerine- inkâr ve bastırma marifetiyle çözme yolunu seçmeleri halinde bir ömür bastırılanın tekinsizliğine mahkûm olmalarının kaçınılmazlığına dair uyarısına bağlayacağım; lakin, oraya gelmeden önce Hans-Lukas Kieser’in çalışmalarını hatırlatmak isterim. Kieser, en son, Talat Paşa: İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimarı[2] kitabında, yukarıda andığım Hamid-Talat-Kemal hattının nasıl derin ve kararlı bir dip akıntısı[3] olduğunu, -fevkalade malumatla yüklü olarak- Hamid’in Talat’ta (İttihat hareketinde), Talat’ın Kemal’de (Cumhuriyet modernleşmesinin kuruluş ve karakterinde) nasıl tecelli ettiğini Talat’ın ve İttihat Terakki Cemiyeti’nin hikâyesi dahilinde anlatıyor. Ancak oraya gelmeden, benim de geniş bir makale[4] ile değerlendirmeye çalıştığım Kieser’in, Iskalanmış Barış: Doğu Vilayetleri’nde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet, 1839-1938[5] isimli muhteşem çalışmasını hatırlamamızda yarar var. Kieser, o çalışmada, Taner Akçam’ın, “devletin bir ‘gaile’, bir bela sayılan Ermeni reform meselesinden nihai olarak kurtulmak amacıyla” Ermeni Soykırımı’nı gerçekleştirdiği tezine de itibarla, 1808-1839 yılları arası Sultan II. Mahmud’un “modernleşme” hamlelerinden 1839-1876 yılları arası Sultan Abdülmecid ve I. Abdülaziz’e ve –haliyle- Tanzimat’a, oradan Kanûnî Esasî’nin kabulü ve Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte hemen ’93 harbiyle (1877-1878) anayasanın yürürlükten kaldırılıp Meclis’in belirsiz bir tarihe dek kapatılmasıyla II. Abdülhamid’e uzanan ve ama asıl, Türk-Sünni İslâm hattının dışında kalanların (birlik, bütünlük ve devletin bekası adına) bela addedilip gereğinin yapıldığı geniş ve derin (ve günümüzü de bağlayan) çatışmalı süreci değerlendiriyor. Sonuç olarak, Hamid’in, “ister Ermeni, ister Kürt olsun, Doğu Vilayetleri’nde herhangi bir federasyon ve özerkliği kesin olarak redde[den], ancak Tanzimat’ın modern merkezileşmesini başka bir ideoloji temelinde devam ettir[en]” siyaseti (“Hamidiye Alayları”[6], 100 bin Ermeni’nin katledilişi vs.) Hamid’i deviren (komplocu iktidar örgütlenmesi mensubu) İttihatçılar tarafından devralınacak; başlangıçta özgürlükçü Osmanlıcı ideale (ki, Ermenilerin de bağlandığı Meşrutiyet idealidir o) tabi gibi görünen İttihatçılık, o siyaseti, muhtelif gelişmeler dahilinde, 20 bin Ermeni’nin öldürüldüğü 1909 Adana Katliamı’na, 1913 “hükümet darbesi”ne, 1914 baharında 200 bin Ege Rum’unun Yunanistan’a sürülmesine ve dahi, kurulan diktatörlükle “reform talepleri ile başa bela olan Ermenilerin ve sorunlarının tamamen ve esastan halledilmesine” de vesile addedilen 1914 Dünya Savaşı ile nihayetinde 1915 Ermeni Soykırımı’na taşıyacaktır.[7]

Abdülhamid-Talat hattının uzandığı Ankara rejimi ise[8], yola, Karadeniz Rumlarının imhası ile koyulacak, -özerklik taleplerinin karşılığı olmak üzere- “Koçgiri Dersim Alevi” kırımı (Ocak-Haziran 1921) ile yola devam edecek (Hareket Ordusu komutanı Nurettin Paşa’nın ifadesiyle, “Biz Türkiye’de ‘zo’ diyenleri [Ermenileri] yok ettik, aynı şekilde ‘lo’ diyenlerin de [çoğunluğu Zazaca konuşan Koçgirili Dersimliler] işini bitereceğiz”); yol, 1925 Şeyh Said İsyanı, İstiklâl Mahkemeleri’nin kuruluşu ve icraatı, 1937-1938 Dersim Soykırımı (1830’larda başlayan “Kürdistan’ın iç fethi”nin tamamlanışı) ile Kemal sonrasına ve bugünlere uzanacaktır.

*

Kapanan Cumhuriyet parantezini “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ile açmaya soyunan ve ama şimdiye dek masa arkadaşlarıyla birlikte Kürt siyasi temsilcileri ve Halkların Demokratik Partisi ile mesafesini muhafaza etmeyi vazife bilen, geçmişle hesaplaşmayı –ancak- “helalleşme” raddesinde telaffuz eden (dolayısıyla, Hamid-Talat-Kemal hattındaki yerinde kararlı) CHP’ye, Kürtlerin bilge siyasetçisi Ahmet Türk, “CHP iktidara yürüyor. Bu sanıldığı kadar kolay olmayacak. Yeni bir dönemin kapısı açılıyor. Önemli olan yalnız seçimi kazanmak değil; seçim sonrası ne olacağını da düşün[mek gerekir],” diye seslendi ve “geçmişte büyük acılar yaşandı, yanlışlıklar yaşandı. Bugün silahlı mücadelenin sorunları çözmeyeceği artık anlaşılmıştır. Bu konuda da ciddi adımların atılması lazım. Kucaklayıcı bir politika izlenmesi lazım,” diye ekledi (Gazete Duvar, 22 Haziran 2022). Bense, az önce andığım yazımda (yani, yedi yıl kadar önce) değerlendirmemi şuraya bağlamıştım:

Evet; geldiğimiz şu noktada fevkalade hassas bir eşikte durduğumuza işaret ediyor tarih: ‘Kürt Sorunu’ çözülmeden Türkiye halklarının kalıcı barış ve huzur içinde yaşaması mümkün değil. Barışın yolu, egemenin lütufkârlığından değil de, yadsınılmaz tarihsel-toplumsal-nesnel gerçekliğin idrakinden geçecekse, Cumhuriyet’in ve ‘kadim devlet zihniyeti’nin sorunsallaştırımı kaçınılmaz[dır].

Dolayısıyla, “demokratik bir Cumhuriyet”e doğru yol alınacaksa, -silahları demokratik siyasi mücadele hattından çekerek- Türk-İslâm temelli hâkim devlet anlayışının ve onun etrafında kurulmuş “Türklük Sözleşmesi”nin tasfiyesi, o kabul ve idrakle yeni bir “toplum sözleşmesi”nin kurulması elzemdir.[9]

Zafer Yörük de son yazısını bitirirken, “Abdülhamid-Erdoğan” benzeşmesinden daha gerçek ve belirleyici olanın, “muktedir ya da muhalif”, “milli özne”nin kendi “millileşme” sorunuyla yüzleşme korkusu ve o korkuyu savuşturmak için başvurduğu savunmalar olduğunu vurguluyor. Elbet, biliyoruz; nasıl, kaygı, bastırılmış olan gerçekliğin yüze çıkma çabasının uyandırdığı tehdit algısı ise ve tehdit karşısında savunmaların (görünüşü kurtarmaya yönelik marazlı çabaların, diyelim) kişinin ruhsal enerjisini tüketmekten başka o kişiye bir hayrı yok ve savunmalı tekrarlarla hayatı heder etmek kaçınılmaz ise, “kolektif” kaygılar da öyledir, -örneğimizde olduğu üzere, anılan o savunmalı hattı rejim bellemek ve sündürmekten- toplumsal çürüme ve yozlaşmayı yoğunlaştırmaktan öteye hayrı yoktur.[10]  


[1] Eşitliközgürlük: Siyasal Denemeler 1989-2009, çev. Oylum Bülbül, Metis, 2016.

[2] Çev. Ayten Alkan, İletişim, 2021.

[3] Malum “dip akıntısı” için bkz. Halûk Sunat, “Türklüğün dip akıntıları ve Türklük Sözleşmesi”, Birikim, sayı 369-370, Ocak 2020; Halûk Sunat, “İnanç katına taşınıp kutsanmış ideolojiler ve Türk’e Tapmak”, Birikim, sayı 356, Aralık 2018 ve Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Dipnot, 2018.

[4] Halûk Sunat, “'Barışı Iskalamak'”, Birikim Güncel, 29 Ekim 2015.

[5] Çev. Atilla Dirim, İletişim, 2005.

[6] Janet Klein’ın Hamidiye Alayları: İmparatorluğun Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri (çev. Renan Akman, İletişim, 2013) kitabı örnek bir kaynak olarak anılabilir.

[7] İTC’nin fikir ve ideal babası (“Kürt” değil, “Kürt kökenli”) Ziya Gökalp’e ilişkin Kieser’den bir alıntı: “Yenilenmiş toplum Batı’nın ilmini ve medeniyetini iktisap ettiğinde, İslâm’ın ve Türk ırkıyla kültürünün üstünlüğünü hayata geçirmiş olmakla kalmayacak, aynı zamanda bölünmez bir bütün, Gökalp’in kelimeleriyle, ‘Her ferdinde mefkûre bir, lisan, âdet, din birdir… Hududunda evlatları seve seve can verir’ bir ülke haline gelecektir” (Talat Paşa, s. 35).

[8] Türk-İslâm mefkûrecisi Turancı Gökalp için şu tespiti ihmal etmez Kieser: “Talat’ın arkadaşı Gökalp’in de 1918 sonrası ulusalcılığı ve Mustafa Kemal için önde gelen bir ideolog haline geldiğini belirtmek önem taşır. Şimdi, lider ve ‘büyük deha’ Mustafa Kemal’i (Atatürk’ü) İTC’nin önde gelenlerinden bile daha fazla olacak surette coşkuyla göklere çıkarıyordu” (Talat Paşa, s. 356). Ya da şu: “Dolayısıyla, Talat’ın yakın arkadaşı ve entelektüel üstadı Gökalp’in ruhu da Kemalizme ve Mustafa Kemal’in şahsi düşüncesine nüfuz etti” (s. 373).

[9] Levent Köker, Artı Gerçek’teki 31 Mayıs 2022 tarihli yazısında, “‘Güçlendirilmiş parlamenter sistem’in esas hedefi yeni demokratik cumhuriyet anayasası olmalıdır,” diyordu. 28 Haziran 2022 tarihli, “Türkiye’nin siyasî rejimini nasıl nitelendirmeli?” başlıklı yazısında ise, bugünkü siyasi rejimi “yarışmacı otoriterlik” bağlamında değerlendirirken, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” teklifinde bulunanlara, geçmişin yenilenmesi yoluyla farklı bir yere varılamayacağını, geçmişten bugüne (1920’lerden 2018’e) yaşanagelenin de otoriter nitelikleri ağır basan bir parlamenter sistem olduğunu hatırlatma gereği duyuyor. Şöyle tamamlıyor yazısını: “Bu paradigmanın [otoriterlik paradigması] esasını ‘monolitik devlet’ ile çoğul toplum arasındaki çatışma oluşturmaktadır. (…) Bu paradigmanın yerleşmesini mümkün kılan ise, tarihî olarak devletin kendisini hukukun her zaman üzerinde ve dışında davranabilecek biçimde örgütleme kapasitesine sahip olmasıdır. Dolayısıyla, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ve eskisine göre daha koyu bir tonla karşımıza çıkan otoriter rejim tablosunun aşılması için, bu ‘otoriterlik paradigması’nı kökünden değiştirecek bir devrimci dönüşüme ihtiyaç vardır.”

[10] Ermeni meselesinin aslında bir “reform” meselesi olduğuna (zamanında “Ermeni reform meselesi” olarak anıldığına) dikkat çeken Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur: Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar kitabında (İletişim, 2008), böylesi savunmalarla tarihe mahkûm olmanın (yüzleşme yerine inkâr ve öfke ile kendini savunmaya çalışmanın) en ürtkütücü yanının “tekrarlama potansiyeli” ihtiva etmesinde olduğunu söyler -haklı olarak ve Kürt meselesi için (s. 329).