Sosyal medyanın en hoşnut kaldığım özelliklerinden biri, insanların duygu durumlarını bizatihi gözlemleyebilme fırsatı veriyor olması. Sokak röportajlarına tanıklık edebilmek, bu fırsatlardan biri beni için. Özellikle seçim öncesinde, Türkiye'nin farklı illerine giderek, yoldan geçene, dileneninden çöp toplayanına mikrofonu uzatıp düşüncelerini sormak, soğuk rakamlardan ve ortalama insandan uzaklaşıp ülkenin farklı yerlerindeki bu kişilerin öfkelerine, üzüntülerine, çaresizliklerine, vurdumduymazlıklarına, sorular karşısındaki korkularına ve bocalamalarına, suskunluklarına bizleri tanık kılmak, anket şirketlerinin pek beceremeyeceği bir iş.
Bir süredir, seçim öncesinde halkın siyasi yatkınlıklarını kestirebilmek için bu röportajları takip ediyorum. Başlığa da aldığım, ''niye böyle oldu bilmiyorum'' ifadesi, Türkiye'deki ekonomik kriz ortamını sorgulayan röportajlarda en sık rastladıklarımdan biri. Özellikle geçmişte AKP seçmeni olan insanlar arasında ''Niye böyle oldu, vallahi bilmiyoruz. Küresel kriz deyip geçiyoruz. Dış güçler herhalde...'' gibi serzenişler hayli fazla. İktidarın bir suçu olduğunu tahmin etseler de, yapabilecekleri pek bir şey olduğunu düşünmüyor çoğunluk. ''Muhalefet de yok ki, kim var? Hangi adam var?'', ''Kim düzeltecek ki, yapacak kişi de yok…'' Ekonomi düzelirse düşünecekler, fakat ''Düşünecek bir şey yok ki ne düşünelim?'' diyerek, kamusal olandan kendilerini çoğunlukla geri çekiveriyorlar. ''Ben kendi şahsım adına'' ile başlayan görüşleri de bu çekilmeyle alakalı. Sonu gelip dayanıyor ''Ne yapalım, memleketin canı sağ olsun''a, bazen de ''devlet bize ne verse razıyız''a. İnşallah iyi olur, ne bilelim... ''Bizim elimizde olan bir şey yok, büyüklerimiz bilir.'' Ekonomi, siyaset, onlar gibi ''sivil vatandaşların'' bilebileceği şeyler değilmiş, öyle söylüyorlar. Şükredelim... En çok da korkuyorlar. ''Ekonomi kötü deyince, Recep Tayyip Erdoğan'a bir şey demiş oluyoruz, çekiniyoruz,'' diyorlar mesela, gözlerini kaçırarak.
Çoğu kişi, güçlendirilmiş parlamenter sistemi tanımlayamıyor, 6'lı ittifak koalisyon zannediliyor. ''Parlamenter sistemde kaos oluyor, olmasın'' ve ''bu sistem devam etsin daha iyi’’ diyenlerin, siyasal okur yazarlıkları hayli düşük. Dolayısıyla, ''kararsızım, bakacağız'' ifadelerinin arkasında bu bilgisizlik de var. ''İktidar değişikliği Türkiye'yi kaybetmek demektir, yaşım icabı koalisyonları gördük'' diyenle, ''Bu kriz devletle ilgili değil bence, iktidar değişirse daha kötü olur'' diyen kişi, şükretmeyi siyasi bir tercih olarak görmekte birleşiyorlar. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ni de yeterince tanımlayamıyorlar. ''İktidarın değişmesi çözüm getirmez, sistem değişmeli'' cümlesi, Türkiye'deki iktidar ve hükümet sistemi arasındaki ilişkilenmenin ayırt edilemediğinin göstergesi. Şu söylemde de var aynı yaklaşım: ''Cumhurbaşkanı mı yanlış, yoksa etrafındakiler mi onu aldatıyor?'' Demokrasi, adalet, hukuk, devlet, hükümet, insan hakları gibi kavramların hepsi, zihinlerde birbirine girmiş, sorunların tanımlamaları yapılamıyor, adeta bilinç tutulması var: ''Niye böyle oldu diye bana neden soruyorsun, git baştakilere sor…'' Kamusal alan bilinci de yok maalesef: ''Dünya'da da aynı sorunlar var,'' derken, kendilerini dünya dışına konumlandıran bu insanlar, elbette ''Karagöz Hacivat oyunu oynanıyor, bilmiyoruz,'' diyecekler. Onlar, ''dünyadaki'' bu oyunu, yaşam sahnesinin dışından izliyorlar çünkü. ''Nerede iyiysen orası vatanındır'' sözüne karşılık, dünya dışılık hali. Boşlukta bir yerlerde salınırken, dünyadan gelen dış güçlerin saldırısına uğruyorlar gibi. Stanislaw Lem olsa hikâyesini yazar, Andrey Tarkovski olsa filme çekerdi...
Çoğunluğu eskiden AKP seçmeni olan bu kişilerin söylemleri üzerine düşünürken, filozof Günther Anders'in Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam kitabında tanımladığı, ''ergenliğe gerileme'' meselesini hatırladım. Yetişkinliğin sosyal bir statü olduğunu düşünür Anders; bu statüye ancak belli bir yere ait olan, o yer içinde belli bir bağımsızlığa sahip, o yerin yetkin, deneyimli, güvenilir bulduğu ve yararlandığı, kendisine atfedilen bu itibar nedeniyle onu takdir edenler için taşıdığı sorumluluğu, günlük alışkanlık haline getirmiş biri kavuşabilecektir.[1] Var olma kanıtı için geçerli olanlar, yetişkinlik için de geçerlidir ona göre ki o da bize başkaları tarafından sağlanır, sosyal partnerler hayli önemlidir. Anders'e göre, hiç kimsenin var saymadığı ''görünmezler'', yetişkin olma şansından bu bağlamda mahrumdurlar. Yaşam, yetişkin olunamadığında, hep uzak bir geleceğe ön hazırlık halini alır; bizi çevreleyen gerçekliği kendi dünyamız olarak tanımayı ve o dünyanın içinde aktif biçimde yer almayı reddettiğimizden, gerek dışarıdan bakıldığında, gerekse bizim açımızdan, bütünüyle geçersiz bir hayata, henüz olgunlaşmamış insanların hayat tarzına, ''ergenliğe'' razı olunur. ''Dünyasızlıktan'', sosyal açlıktan, ''havagazı'' olup çıkarız yani.
Anders'a göre ''ergenliğe gerileme''nin en önemli nedeni, ilkel bir dert olan geçinme derdidir. Asgari geçim için gereken şeylerin peşine düşmek zorunda kalan insanlar, ''asıl'' sorunlara karşı körleşirler. Bu takatsizlikte, despotizm, şiddet, baskı gibi sorunlar üzerindeki hak iddiası da gasp edilmiş olarak kalır. Demokles'in kılıcı altında tek dert, geçim sıkıntısı olur. Anders tam da burada bir benzetmeye başvurur: Mo adında bir mahkûm boynunun vurulmasını beklerken, ayakkabısındaki çivi yüzünden korkunç ıstırap çeker. Duyduğu acı ona ölüm korkusunu unutturur. İdama ramak kala bu işkenceden kurtarılır, bunun üzerine boynunu kılıcın altına yüzünde bir gülümsemeyle uzatır... Marx, bu durumu ''yanlış bilinç'' ile çözümlemeye çalışmıştı.
''Niye böyle oldu bilmiyorum'' ifadesinin ardında, yetişkin olamama, haklarına sahip çıkamama hali var bana göre. Anders'in ''ergenliğe gerileme'' dediği durum, özellikle AKP seçmeninin çoğunluğunu gasp etmiş sanırım. Fakat şaşırmamalı. Sevinç Doğan, Mahalledeki AKP kitabında, bu hususu anlamamızı sağlayacak epey gözlem sunmuştu bize. Yerelde AKP örgütlenmesine katılanların çoğunluğunun, Erdoğan'ın karizmasından etkilenerek, iktidarın nimetlerine ulaşmaya niyetlendiklerini, fakat partili kimliklerinin onları ''siyasal özneler'' yapmaya yetmediğini, zira sadece, merkezde üretilmiş algı ve siyasi kanaatlerin taşıyıcısı olduklarını anlatıyordu Doğan. Bu, adını koymak gerekirse siyasal yabancılaşmaydı. Partililer, Erdoğan'ın sahadaki ayaklarıydı, siyasi vekâletler tamamen lidere devredilmişti; bilgili olmaya, fikir beyan etmeye, "düşünmeye" gerek yoktu, genel merkez ve il başkanlarının dedikleri yeterliydi. Adalet, iktidarla özdeşleşmişti ve Erdoğan, ''kendisine bahşedilen varoluşu sadece kendisine borçluymuş gibi varsayıyor ve partililer de buna inanıyordu''. Milletin iradesi, sandığa gitmekten ibaretti. Partililer ''siyaset'' konuşmazdı; liderin söylemleri, tutumları pekiştirilirdi yalnızca. Siyaset yerine, ekonomik ihtiyaçlar konuşulurdu... Bu tavrın getirisi siyasal yabancılaşma, AKP'nin seçmen tabanında yıllardan beri kültür edindi, bir türlü yetişkin olamayanlara kalan miras da ''dünyasızlık'' oldu haliyle.
Durum bu olunca da, kendisine Türkiye’deki ekonomik krizin sebebi sorulan, boşlukta salınan vatandaş, ''Neden böyle oldu, bilmiyorum...'' diyecek elbet...
[1] Günther Anders, 2021, Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam!, çev. Herdem Belen ve Hüseyin Ertürk, İthaki Yayınları, s. 102.