Yaklaşık iki hafta aile büyükleriyle beraberdik. Haliyle bolca televizyon izledik. Televizyondan kastım ağırlıklı olarak Halk TV. Tartışma programlarında, daha başka pek çok şeyin yanında Sezen Aksu ve Sedef Kabaş konuşuldu. Programlarda sıkça şu sorular soruldu: “İktidar ne yapıyor? Gündem mi değiştiriyor? Asıl mesele olan ekonomiden dikkatlerimizi kaçırmanın mı peşinde?” Bunların ardından İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun, İstanbul karla mücadele ederken mola verip bir balıkçıya gitmesi tartışılmaya başladı. Evvela İmamoğlu’nun yaptığı doğru muydu? Bu yemek ertelenemez miydi? Misafirini AKOM’a davet etse daha iyi değil miydi? İmamoğlu’nun balıkçıya aracıyla giderken kaydedilen görüntüleri nasıl çekilmişti? Mobese ise, dışarıya nasıl servis edildi? Kim servis etti? İmamoğlu’nun balıkçıdaki fotoğrafını kim çekti ve dağıttı? Sorular tabii ki çok önemli ve bu soruları sorup hakikatin peşine düşen gazeteciler işlerini yapıyorlar ancak ben bu yazıda “gündem değiştirme” tartışmalarına duyguların perspektifinden bakmak istiyorum. Zira ben bu yazıyı yazdıktan sonra da tartışma programlarını ve siyasilerin gündemini “gündem saptırma” üzerinden tekrar ve tekrar meşgul eden ve biz yurttaşların duygu dünyasını altüst eden olaylar yaşandı.
O zaman meseleye “olay” ile başlayayım. Öncelikle, Türkiye’de bir “olayla idare” (eventocracy) yönetimi olduğunu idrak etmemiz gerektiğini düşünüyorum. “Olayla idare” kavramını ilk olarak Ravish Kumar, Hindistan’ı betimlemek için kullandı. Kumar, “olayla idare, hiçbir şeyin olaydan daha önemli ve büyük olmadığı yeni bir demokrasi biçimidir” diyor. Peki nasıl işliyor bu “olayla idare”? Ravish Kumar’a göre hükümetin halka yaptığı duyurularda ve açıklamalarda o kadar “olay” oluyor ki insanlar “bir avatarın geldiğine” ve “göklerden yüce bir ses duyulduğuna inanır oluyor”. Her politika duyurusu veya açılış bir gösteriye dönüşüyor. Olay, demokrasinin normu halini alınca, kurmaca da gerçeğin yerini alıyor. Kabataş Olayı tam da buna işaret etmiyor muydu? Yani “olayla idare” tartışma istiyor ve gösteriyle besleniyor. O nedenle haber kanalları bu “olayla idare” yönetim biçiminin olmazsa olmazı. Bu idare yöntemi hainler, kahramanlar, hikâyeler, performanslar sayesinde kuruluyor, canlı yayınlar, tartışma programları ve tabii ki sosyal medyayla diri tutuluyor.
“Olayla idare” yöntemi, vatandaşlar (ya da seyirciler?) için yorucu. Ama iktidar için özellikle duygusal açıdan çok işlevli ve bu da beni vurgulamak istediğim ikinci noktaya getiriyor. “Olayla idare” yöntemi ile benim adına bir tür “duygusal üstünlükçülük” dediğim bir rejim kurulması hedefleniyor. “Duygusal üstünlükçülük” ile haklılığı ve mağduriyeti tartışılmaz, toplumsal cinsiyet ve etnik eşitsizliklerden beslenen, yakıtını biraz da Türkiye’nin sekülerleşme ve Batılılaşma tarihinden alan ve vatandaşların zaman, mekân ve anlamla bağını koparmayı hedefleyen rejimi kastediyorum. Bu rejim, Nagehan Tokdoğan’ın ustalıkla anlattığı bir “hınç” havuzundan besleniyor. Kadınlar ve toplumsal cinsiyet siyaseti, bu duygusal üstünlükçülük rejiminin ve olayla idare yönteminin (kısa bir liste için bkz. Kabataş Olayı, kürtaj tartışmaları ve İstanbul Sözleşmesi, Ayasofya, Sezen Aksu, Gülşen vb.) öncelikli hedefleri arasında. Hıncı harmanlayan iktidar, muhalefetin her türlü gadrini ve haksızlık isyanını ihanetle damgalıyor. Ne yaparsanız yapın, sizin mağduriyetiniz kabul görmüyor.
Bu anlamda “İktidar bu açıklamasıyla neyi hedefliyor? Gündem mi saptırıyor?” sorularının sanırım gözden kaçırmaması gereken şey şu: İktidar tarafından yapılan her açıklama, mobilize edilen her saldırı bir şeyler üretiyor ve bunların başında da duygular geliyor. Bıkkınlık, politik depresyon, sinizm, öfke, şaşkınlık, çaresizlik, korku bunlardan bazıları. Üretilen türlü argümanlarla aklınızla dalga geçilmesinin, “hain, yalancı, beceriksiz” gibi ifadelerle hakarete uğramanın ve küçük görülmenin duygusal ve bedensel bir maliyeti var. Siyasi-duygusal bir baskı altına giriyorsunuz çünkü kullanılan sert dil ve akla sığmayan argümanlarla hem siyasetin sınırları yeniden çiziliyor hem de bizler vatandaşlar olarak bedenlerimizle farklı duygu ekonomilerine çağrılmış oluyoruz. O nedenle ötelendiğiniz, hakarete uğradığınız bir yerde söylenen hiçbir şey sadece gündem değiştirmek için söylenmiyor. Hakaretler, tehditler ve duyduğumuza inanamadığımız argümanlar, bizzat can acıtmak amaçlı bir performanslar bütününün parçası. Tam da bu amaçla birileri hedef seçiliyor, birileri hakkında Twitter kampanyaları yürütülüyor. Evet, bir yandan Bekir Ağırdır’ın da belirttiği gibi “mağdurların oyalanması” söz konusu olabilir ancak aslında can acıtma, politik rakipleri yerle bir etme ve muhalefeti politik-duygusal baskı altına alma amacını taşıyan bir duygu rejimiyle ve ekonomisiyle karşı karşıyayız.
İşte o nedenle, grup toplantılarında ve dost sohbetlerinde ister istemez tekrarlanan “böyle bir şey olabilir mi?” sorusu naif ve havada kalıyor. Bu sorunun cevabı belli. Evet olabilir. İşte o nedenle, muhalefetin “fact-checking” (doğruluk sorgulama) yöntemi dışında performans ve duyguları merkeze alabilmesi, hikâye anlatmayı becerebilmesi, Ayşe Çavdar’ın da vurguladığı gibi “çoğulcu bir sofra” kurabilmesi gerekiyor. Aksi takdirde herkesin kendi mahallesine seslenip sürekli olarak haklılığını birbirine anlattığı ritüellere dönüşüyor muhalif kanallardaki programlar.
“Olayla idare” yönetimini ve “duygusal üstünlükçülük” hamlelerini kısmen alaşağı eden kişiler dendiğinde benim aklıma siyasi aktörler değil, sanatçılar ve sıradan vatandaşlar geliyor. Ezhel’in “Olay” şarkısı ve klibi, “olayla idare” biçiminin bir panzehiri olarak karşımızda duruyor. Nice medya kuramcısının yapamadığını Ezhel dört dakika içinde görsel ve müzikal anlamda yapabiliyor. Görece ucuz maliyetli sokak röportajları da bu güce sahip. Sıradan insanlar, bir siyaset sofrasında bir araya gelip tartışıyor, kavga ediyor. Zaman zaman küfürlerin de kullanıldığı bu karşılaşmalarda iktidarın ve muhalefetin yanlışları bütün çıplaklığıyla karşımızda duruyor. Görüyoruz ki vatandaşlar aslında olayla idarenin ya da Hamit Bozarslan’ın deyişiyle duramayan ve ancak hareketlilikle yaşayabildiğini ifade ettiği yapının dışına çoktan çıkmışlar. Belli ki mağdurların hepsi “oyalanmıyor”. Belki de o nedenle vatandaşlara zaman ve anlam üzerindeki kontrolü tekrar sağlama imkânı veren, dili, hakikati ve anlamı yeniden kazanma şansı sunan sokak röportajlarının yasaklanması gündemde.
“Olayla idare” sistemini yeniden üretenler profesyonel siyasetçiler. Ancak artık muhalif siyasetçilerin ve gazetecilerin, “olayla idare” rejimini ve ona eşlik eden duygusal ekonomiyi bozacak yöntem ve pratikler üzerine düşünmesi gerekiyor. Aksi takdirde onların da bu “olayla idare” adındaki yönetim biçimine ve “duygusal üstünlükçülük” rejimine yakıt taşıma riski var. “Olayın aslı”nın peşinde olmaları, içinde olduğumuz gösteri toplumunda ve siyasetin profesyonelleştiği toplumsal bağlamda ne yazık ki bu gerçekliği değiştirmeyebiliyor.