“Bu Ekonomiye Rağmen Hâlâ Nasıl..?”
AKP, Ekonomik Oy ve Seçmen Aklı Üzerine

Türkiye ekonomisi birkaç yıldır görünür sorunlarla boğuşuyor. Resmî istatistiklere göre 2018’in ikinci yarısından 2020 sonuna kadar ekonomik büyüme çok sınırlı oldu. 2021’den itibarense kuvvetli bir ekonomik büyüme yakalanmış görünse de enflasyon ve kur istikrarsızlığı da büyüyerek devam etti. Bu sırada kamuoyu yoklamaları iktidar partisi AKP’nin oyunda önemli bir düşüş olduğunu gösteriyor ancak yüzde 30 küsur civarında esaslı bir seçmen kitlesinin hâlâ partiyi tercih ettiği ve kısa vadeli siyasi ve ekonomik haberlerden âdeta bağımsız biçimde adresini koruduğu da gözleniyor. Ekonomi bu durumdayken bunca insanın iktidar partisine oy verme eğilimini koruması muhalefet çevrelerindeki pek çok gözlemci için bir şaşkınlık ve umutsuzluk konusu. Akılsız, fikirsiz, “irrasyonel” bir seçmen kitlesiyle mi karşı karşıyayız? Ne kadar acayipse o kadar kolay popülerleşen sokak röportajı videolarındaki, nasıl bir popülasyonu temsil ettiği belli olmayan bazı vatandaşların açıklamaları bunu doğrular nitelikte. Ben ise bu yazıda bu yaygın izlenimini sorgulamak, ters istikamette kalan bazı olguları hatırlatmak niyetindeyim.

Öncelikle karşımızdaki tablo bize şu olasılıkların hepsini düşündürebilmeli: 1) Halkın kayda değer bir kısmı ekonomiyi çok da (“ezan ve bayrak” kadar) umursamıyor; 2) ekonomiyi umursasa da ekonomik gidişatın objektif durumuna dair bir yanılgı içinde; 3) gidişatın farkında olsa da iktidar değişiminin ekonomiyi düzeltebileceğine inanmıyor; 4) iktidarın değişebileceğine inanmadığı için epey otoriterleşmiş bir rejimde muhalefete destek gösterme risk ve zahmetine girmek istemiyor. Bu senaryolardan en azından ilk ikisi seçmenin ekonomik “rasyonalitesine” dair olumsuz bir duruma işaret edecektir. Bu dört senaryoyu yatay kesen bir diğer ihtimal ise, ekonomi dediğimiz şeyin herkes için aynı hızda ve yönde hareket eden bir nesne olmaktan ziyade, toplumun bazı kesimleri kaybederken diğerlerinin kazandığı karmaşık bir oyun olması, iktidara oy veren seçmenin de partiyle olan bağlantıları sayesinde kendisini nispeten kazanan tarafta görmesi. Söz konusu seçmenin bu görüşünde de bireysel durumunu isabetle tespit ediyor olması ya da aksine kendini kandırıyor olması mümkündür. Yani “irrasyonel” seçmen hissiyatının işaret ettiği olgunun içinde, sebebi ve çaresi birbirinden farklı marazların bulunabileceğini vurgulamakta fayda var.

Sonra, bu senaryolardan hangilerinin ne kadar geçerli olduğuna dair fikir yürütmek için, nirengi noktası olarak alınan objektif ekonomik duruma dair bazı iddialarda bulunmamız, yani biraz ekonomistlik yapmamız gerekecek. Bu yazının başında ekonominin önemli sorunlarla boğuştuğunu zaten teslim ettik. Ancak bu sorunların niteliğine dair kafa karışıklıkları da yok değil. Örneğin son dönemde muhalif çevrelerde yaygınlık kazanan bir “bilgi”, Türkiye’de kişi başı milli gelirin Amerikan doları cinsinden 2013 seviyesinin gerisine düştüğü ve buradan hareketle ekonominin yaklaşık on yıldır küçülüyor olduğu. Bu ise objektif olarak isabetsiz bir kanaat. Türkiye 2000’lerin ilk on yılında reel olarak bir büyüme yaşarken, bir yandan TL de dolar karşısında değer kazandığı için, kişi başına düşen milli gelir kısa zamanda dolar cinsinden üçe katlanmış görünüyordu. Hatta ünlü iktisatçımız Dani Rodrik bunun kısmen kur kaynaklı bir yanılsama olduğunu, o derece bir reel büyümenin bulunmadığını o zamanki maliye bakanına anlatabilmek için bir Twitter tartışmasına girmişti. 2013’ten beriyse, ekonomi her yıl büyümeye devam etmekle birlikte TL, dolar karşısında değer kaybettiği için, milli gelir dolar cinsinden azalıyor görünüyor. Oysaki ilk dönemdeki reel refah artışına dair üçe katlanma ifadesi ne kadar yanıltıcıysa, ikinci dönemdeki on yıllık küçülme de o kadar yanıltıcıdır ve Ege Cansen’in yazmış olduğu gibi bu konuda kazanın doğurduğuna inanmıyorsak öldüğüne de inanmamamız gerekir. Temel itibarıyla ülke ekonomisinin bir yılda kaç şişe süt (ve kaç ekmek, cep telefonu, saç tıraşı ve böbrek ameliyatı vb.) ürettiğinin bir ölçüsü olan gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYH) bir yıldan diğerine ne kadar büyüdüğü, döviz kurlarındaki günlük değişimlerle kavramsal düzeyde bağlı bulunmayan fiziksel bir olgudur. Aynı cinsten süt şişeleri bir yıldan diğerine yüzde beş daha fazla üretilmişse, zincirlenmiş hacim endeksine göre GSYH o kadar büyümüştür. TL’nin dünyadaki her bir para birimi karşısında farklı bir rakama tekabül edecek değişim kurundaki oynamalar ise bu reel büyümeden ayrı bir konudur ve refah seviyenizi birebir etkilemesi, ancak paranızı TL cinsinden kazanmakla birlikte her saç tıraşı için yurtdışına gidiyorsanız mümkün olur. Yani hayır, 2013’ten beri ekonominin sürekli küçüldüğü doğru değil (bkz. Tablo 1).

Tablo 1: GSYH ve elektrik tüketimi yıllık büyüme oranları (%), kaynak: TÜİK

 

Elektrik tüketimi (toplam)

Dolar cinsinden GSYH (toplam)

Dolar cinsinden GSYH (kişi başı)

Zincirlenmiş hacme göre GSYH (toplam)

Zincirlenmiş hacme göre GSYH (kişi başı)

1999

4

-8.5

-9.8

-3.3

-4.6

2000

7.8

7.5

6.0

6.9

5.4

2001

-1.2

-25.8

-26.9

-5.8

-7

2002

6.1

17.6

16.1

6.4

5.1

2003

8.6

32.9

31.4

5.8

4.5

2004

8.4

28.6

27.0

9.8

8.5

2005

7.5

24

22.5

9

7.7

2006

9.8

9.4

8.1

6.9

5.6

2007

8.4

23.7

22.1

5

3.8

2008

4.4

14.6

13.2

0.8

-0.5

2009

-3.1

-16.8

-17.9

-4.8

-6.1

2010

9.7

19.3

17.5

8.4

6.8

2011

8.2

7.8

6.2

11.2

9.6

2012

4.7

4.7

3.4

4.8

3.5

2013

1.6

9.2

7.8

8.5

7.1

2014

4.7

-1.9

-3.2

4.9

3.5

2015

4.8

-7.8

-9.0

6.1

4.7

2016

6.4

0.3

-1.1

3.3

1.9

2017

7.7

-1.2

-2.4

7.5

6.1

2018

3.7

-7.2

-8.4

3

1.6

2019

-0.4

-4.6

-6.0

0.9

-0.5

2020

2.1

-5.7

-6.6

1.8

0.8

Bununla birlikte, bu temel ekonomik olguyla karışıklık içinde bulunan bir konu daha var, o da TÜİK’in büyümeyi doğru ölçüp ölçmediği. GSYH, süt şişeleri kadar basit olmayan pek çok mal ve hizmeti içerdiği için pratikte GSYH ölçümü çeşitli varsayımsal muhasebe unsurları gerektirir ve ülkedeki fiyatların değişiminin bir ölçüsü olan GSYH deflatörü de bunlardan biridir. Eğer resmî enflasyon gerçek halinden eksik ölçülüyorsa deflatör rakamı hatalı olacak ve reel ekonomik büyüme olduğundan yüksek ifade edilecektir. Hukuk devleti ve bürokratik şeffaflığın iyice aşındığı son bir-iki yılda TÜİK’in enflasyonu eksik ölçtüğüne yönelik eleştirileri entelektüel dürüstlük kaygısı taşıyan uzmanlar kolaylıkla yabana atamıyor.[1] Bununla birlikte, ekonominin on yıldır küçüldüğünü iddia edenler de, sokaktaki vatandaşı buna inandıramadıklarını gördüklerinde önce kendi bilgilerini sorgulamalılar. Aceleci bir “irrasyonel vatandaş” varsayımı örneğin bu konuda bir entelektüel rehaveti özendirmemeli.

Zaten Avrupa’nın yanı başında dinamik bir orta gelirli ülke olan Türkiye’nin normal hali, çok kötü yönetilmediği sürece, büyümedir. Üstelik Türkiye, rahmetli nüfus bilimci Şeref Hoşgör ve ODTÜ’lü iktisatçı Aysit Tansel’in çalışmalarında gösterdiği gibi, çocuk oranının geçmişe kıyasla düştüğü, yaşlı oranının henüz çok yükselmediği, bu yüzden çalışma çağındaki nüfus oranının zirvede olduğu, tarihinin en elverişli demografik evresinin zirve noktasındadır.[2] Bu evrenin AKP iktidarı dönemine denk gelmesi bu parti için bir şans oldu. Her halükarda, bu parti iktidarı döneminde, küresel krizle yakından ilgili olan 2009’daki küçülme haricinde, 2018 ortalarına kadar ekonominin esaslı büyümüş olması, bu sırada sağlık reformu ve yoksullara yönelik sosyal yardım gibi bazı alanlarda da popüler politikaların hayata geçirilmiş olması, bu partinin uzun süre almaya devam ettiği yüksek oy oranlarını anlaşılır kılıyor. Koç Üniversitesi’nden Selim Erdem Aytaç’ın anket verileri üzerinden yaptığı bir çalışma, güncel durumdan ziyade daha önceki döneme dair olumlu ekonomik hafıza nedeniyle hâlâ iktidar partisine oy verme eğilimi taşıyan seçmenlerin varlığını gösteriyor.[3] İktidar partisinin performans konusundaki kredisinin seçmen nezdinde kolay kolay tükenmiyor oluşu, hele ki muhalefetin alternatif ortaya koyma olanakları otoriter yöntemlerle kısıtlanırken, şaşırtıcı değil. Örneğin başörtülü genç bir psikolog, tüm sosyal ve ekonomik statüsünün dayanağı olan mesleğini iktidar değişikliği durumunda başörtüsüyle icra edemeyeceğine dair bir izlenim ediniyorsa, bu değişikliğin enflasyonu düşürecek olması onun için hiç de “rasyonel” bir teselli kaynağı olmasa gerek. Muhalefet partisi liderleri bu gibi izlenimleri yanlışlamak için ellerinden geleni yapsa da muhalefete yakın gözüken bir kanaat önderinin bu konuda karşı yöndeki bireysel fikrini açıklaması, hükümete yakın onlarca medya kuruluşu ve sosyal medya ağının bunu alabildiğine yaygınlaştırıp gündeme getirmesi için yeterli malzemeyi sağlıyor.

Üstelik tüm bunlara rağmen, cılızlığıyla muhaliflerde hayal kırıklığı yaratan ekonomik oy kaymaları, resmî seçim sonuçlarında yine de kendini gösteriyor. İktidar partisi AKP, en yüksek oy oranını Türk ekonomisinin çok partili dönemdeki büyüme rekorunun kırıldığı 2011 yılında almış olup, o zamandan beri önce vasatlaşıp sonra zayıflayan ekonomiyle birlikte uzun vadeli bir oy kaybı trendi içine girmiştir. Bu parti en son 2018 seçimlerinde yüzde 43 oy alarak meclis çoğunluğunu kaybetmiş ve ancak parlamenter sistemin terk edilmiş olması sayesinde, icracı cumhurbaşkanlık makamı üzerinden tek parti iktidarını muhafaza etmiştir. Bir önceki seçim olan 2015 Kasım ile 2018 arasında AKP’nin oy kaybı 100 üzerinden 7 puandır (bu sırada, iki seçim arasında iktidar partisiyle resmen ittifak kuran MHP’nin oyu da azalmıştır). Bir sonraki seçime daha uzun aylar varken anketlerle oy tespit etmenin güçlükleri malum olmakla birlikte güncel anketler AKP’nin meclis seçimleri için mevcut oyunu kararsızlar orantısal dağıtıldığında yüzde 30-33 civarında gösteriyor. Bu da 2018’den beri yaklaşık 10-13 puanlık, 2015’ten beri 17-20 puanlık bir kayba işaret eder ki bu kayıp marjı, parlamenter sistemde iktidar partisi olmuş bazı partilerin o zamanki oy oranlarına yakın bir büyüklüktedir. Ayrıca AKP’nin elindeki tüm propaganda araçları ve devlet gücüne rağmen son yerel seçimlerde ciddi bir rekabetin yaşandığını gördük. Bu rekabetin boyutunu doğru teşhis etmek için de coğrafi olarak doğru noktalara odaklanmak gerekiyor. Türkiye’deki otuz büyükşehrin bir kısmı zaten kale niteliğinde olduğu, yani bir partinin oy hâkimiyeti çok kuvvetli olduğu için buralarda oy kaymaları yaşansa da belediyenin el değiştirmesi pek mümkün değil (üstelik seçmen bunu bildiği için muhtemelen oralarda oyunu kaydırmakta da daha çok tereddüt ediyor). Bununla birlikte partilerin kıyasıya rekabet ettiği on iki büyükşehir var. 2019 yerel seçimleri öncesi yaptığı bir analizde, Bilgi Üniversitesi’nden Emre Erdoğan, Türkiye’de ekonomik oy işlediği ölçüde bu belediyelerden en fazla sekizini Millet İttifakı adaylarının kazanabileceğini yazmıştı. Sonuçta bu sekiz belediyenin tamamında Millet İttifakı adayları kazandı. Bugün Avrupa’nın en büyük kenti İstanbul’un yanı sıra ülkemizin başkenti Ankara da muhalefet tarafından yönetiliyor. Aslına bakılırsa hükümetin de 2020’nin ikinci yarısından itibaren büyük dengesizlikler (kur istikrarsızlığı ve enflasyon) pahasına ekonomik büyümeyi beslemek üzere her türlü maliye ve para politikası aracını kullanması, 2018-2019’daki ekonomik durgunluğun yerel seçim sonuçları üzerindeki görünür etkisi ile açıklanabilir.

Ülke genelinde muhtemelen hâlâ birinci parti olan AKP’nin büyük şehirlerdeki bu gerileyişi yine ekonomik olarak anlamlı bir örüntüye tekabül ediyor. İktidar partisinin demokrasi, hukuk ve dengeli ekonomik büyüme konularında performansı düştükçe ekonomik dinamizm kaynağı olan bölgelerdeki desteği zayıfladı; altyapı yatırımları ve sosyal politikalarla kolay etkileyebildiği kırsal bölgelere ve daha yaşlı vatandaşlara oy için daha çok dayanmaya başladı. Kadir Has Üniversitesi’nden Hasan Tekgüç’ün yönetiminde gerçekleşen bir araştırma, 2003-2019 arasında vergi ve kamu transferlerinin (alınan emekli aylıkları, faydalanılan kamusal sağlık hizmetinin parasal karşılığı vb.) toplam etkisinin üst-orta gelir grupları için zamanla daha olumsuz, alt gelir grupları için ise daha olumlu hale geldiğini buluyor.[4] Ayrıca son dönemdeki kur kriziyle birlikte dünyaya açık şehirli orta sınıflar, ithal mallara, yurtdışı kaynaklı hizmetlere ve yabancıların ilgisini çekerek pahalılaşan konuta erişim konusunda büyük bir refah kaybı yaşıyor; daha yerli tüketim alışkanlıklarının ve farklı bir emlak piyasasının söz konusu olduğu taşradaki refah kaybı ise muhtemelen daha sınırlı kalıyor. Nitekim University of Greenwich’ten Cem Oyvat ile iki yıllık anket verilerini inceleyerek yaptığımız bir çalışmada, ekonomik gidişattan daha memnun olan kişilerin, parti aidiyetinden bağımsız olarak, ortalama olarak bu süre zarfında daha çok gelir artışı yaşamış insanlar olduğunu tespit ettik. Bununla birlikte ekonomiden memnuniyeti benzer derecede etkileyen bir diğer faktörün ise hükümete yakın TV kanallarını izlemek olduğu ortaya çıktı.[5] Vatandaş çarşıda pazarda mevcut ekonomik realiteyi görse de, durumun her an düzeleceğine dair bir umudu veya muhalefetin daha iyi bir seçenek sunamayacağına dair bir korkuyu diri tutmak konusunda, güdümlü medya önemli rol oynuyor. Yani Türkiye’de daha fazla basın özgürlüğü bulunsaydı, oy tercihleri de mevcuttan biraz daha farklı bir örüntü gösterecekti. Bu temel itibarıyla vatandaş kaynaklı değil, siyasi otorite ve biraz da basın ahlâkı kaynaklı bir sorundur.

Elbette, medyanın çizdiği ekonomik tabloya artık inanmasa dahi temel kimlik değerleri açısından hayati gördüğü için yine AKP’ye ve bu partinin göstereceği cumhurbaşkanı adayına oy vermeye devam edecek önemli sayıda seçmen de bulunuyor. Üstelik ülke ekonomisi ne yönde değişirse değişsin bu vatandaşların pek çoğunun bireysel ikballeri, parti örgütü ve belediyelerine maddi ilişkiler üzerinden de bağlanmış durumda. Aktif neferi olduğu partinin belediye tesisinde kârlı bir büfe işleten ve bireysel liyakate daha çok dayalı alternatif bir düzende durumunu iyileştirme ihtimali bulunmayan bir kişi, o partinin neferi kalmaya devam edecektir ve bu davranış maddi realiteyi anlayamamaktan değil, bencilce doğru anlamaktan ötürü gerçekleşir. Ulusal politika performansı ile fark yaratma niyetinde olan muhalefet partilerinin bu gibi kemikleşmiş uç seçmenlerin aklını çelmeye çalışarak vakit kaybetmesi iyi bir strateji olmasa gerek -bunlar ancak jenerasyon değişimiyle ortadan yavaşça çekilecektir. Performans ile ikna edilebilecek olan seçmen, çok katı ideoloji ve kimlik çizgilerine sahip olmayan, siyasi parti aidiyeti daha zayıf kişiler arasından çıkar. Bir bakıma temsilî demokrasinin dayanağı da, hükümetlerin seçimle değişmesini mümkün kılan bu görkemsiz siyasi öznelerdir. Ancak tüm toplumun, genel ekonomik gidişat ve vaatlere göre oy tercihini her seçimden diğerine kolaylıkla güncelleyebilen, siyasi parti aidiyeti sıfıra yakın bireylerden oluşması, gerçekçi olmadığı gibi ulusal siyasetin devamlılığı, öngörülebilirliği ve ilkeselliği açısından düşünülürse belki çok iyi bir şey de değildir. Sonuçta laiklik veya hukuk devletini ekonomik büyümeden daha çok önemsediği için bu zamana kadar AKP’ye asla oy vermemiş ve ekonomi çok olumlu yönde değişse de asla vermeyecek önemli sayıda muhalif seçmenin varlığı da malûm olmakla birlikte ekonomik “rasyonellik” tartışmasına pek malzeme yapılmıyor.

Bitirirken, bu yazı boyunca hep tırnak içinde kullandığım “rasyonellik” kavramına dair bir not düşmek isterim. Günlük dile girdiği ölçüde “doğru”, “makul”, hatta “haklı” anlamlarında kullanılıyor görünen bu terimin akademik anlamı başka. Üstelik sosyal bilimlerdeki en çetrefilli terimlerden olan rasyonellik, genellikle söz konusu olguyu ciddiye alanlardan ziyade varlığından kuşku duyanlarca daha çok kullanılan, biraz pejoratifleşmiş bir terim. Aslında sosyal bilimlerde taşıdığı temel anlama göre kullanacak olursak rasyonellik, bize Sinop’a mı yoksa Mersin’e mi gitmemizin daha iyi olacağını söyleyen bir şey değildir, ancak Ankara’dan Sinop’a gitmek istiyorsak Mersin ya da Hatay otobüslerine binmememiz gerektiğini söyleyebilir.[6] Üstelik gayet rasyonel kişiler enformasyon hatası nedeniyle, yani örneğin Mersin otobüsünün üzerinde Sinop yazdığı ve bunu düzeltecek bir otorite bulunmadığı için, yanlış adrese gidiyor olabilir. Bu minvalde, seçmenin şu ya da bu partiye yönelik ortaya koyduğu tercihi yekten rasyonel, irrasyonel olarak adlandırmanın sıkıntısı anlaşılmalı. Siyasi tartışmalarda hemen hemen asla akademik anlamının inceliklerine uygun kullanılmayan, bununla birlikte içine girdiği tartışmalara sahte bir objektif teşhis edası katan bu terimi aslında ne kadar az kullansak o kadar iyi. Rasyonellik yerine seçmenin maddiyatçılığı veya ekonomik değişimlere duyarlılığı gibi, anlamı daha açık seçik kelimeleri tercih etmeyi öneririm. Kanımca Türkiye’de demokratik seçimler yoluyla barışçıl siyasi değişimin önündeki en büyük engel akılsız vatandaşların iradesi değil, vatandaş iradesinin devlet yönetimine yansımasını engellemek için kullanılan yasal (ama anayasaya aykırı) ve yasadışı idari tasarruflardır. Bu problemin adresi de aşağılardan ziyade yukarılarda bulunuyor.


[1] Bir diğer sorun da kişi başı değerleri hesaplamak için kullandığımız ADNKS’ye dayalı yıl ortası nüfusun düzensiz göçmenleri kapsamaması. Onlar dahil edildiğinde, tablonun üçüncü ve beşinci sütunlarındaki değerler daha küçük olacaktır. Bununla birlikte düzensiz göçmenlerin katkıda bulunduğu enformel ekonominin de metodolojik yetersizlikler nedeniyle eksik ölçülme ihtimali bulunduğu için bu konuda tahmin yürütmek kolay değil. 

[2] Şeref Hoşgör ve Aysit Tansel’in TÜSİAD için 2010’da hazırladığı “2050’ye Doğru Nüfusbilim ve Yönetim: Eğitim, İşgücü, Sağlık ve Sosyal Güvenlik Sistemlerine Yansımalar” raporundaki projeksiyonları TÜİK’ten elde edilebilecek güncel doğurganlık verileriyle karşılaştırınız.

[3] Selim Erdem Aytaç (2021). “An experimental investigation of voter myopia in economic evaluations”, Electoral Studies, sayı 74. Gelişmiş demokrasilerde ekonomik oy davranışının varlığına şüpheyle yaklaşan Amerikalı siyaset bilimciler Achen ve Bartels ise, Democracy for Realists: Why Elections Do Not Produce Responsive Government (Princeton University Press, 2017) kitaplarında çoğu seçmenin miyop olduğunu, iktidar partisinin tüm dönemini değerlendirmek yerine son bir yıla odaklandığını bu eleştirilerine dayanak olarak göstermişti. Türkiye’deki seçmenin geriye bakışı, Achen ve Bartels’in şikâyetinin konusu olan “irrasyonel” miyopluğun tersi yönünde katılaşmış bir hafızaya işaret ediyor.

[4] Tekgüç, H., Sancaklı, B., Aman, B., Bilen, B., Tuzun, Y. (2021). “Vergilerin, Sosyal Harcamaların ve Gecekondulara Müsamaha Göstermenin Gelir Eşitsizliği ve Yoksulluğa Etkisi”, TÜBİTAK 218K247 nolu proje ara raporu, http://point.khas.edu.tr/wp-content/uploads/2021/09/Tekguc_218K247_rapor2.pdf

[5] Alper H. Yagci ve Cem Oyvat (2020), “Partisanship, media and the objective economy: Sources of individual-level economic assessments”, Electoral Studies, sayı 66.

[6] En basit düzeyde rasyonel karar; A seçeneğini B’ye, B’yi C’ye tercih eden aktörün A’yı C’ye de tercih etmesi ve A’yı tercih ediyorsa onu A’ya götüreceğini bildiği hareketleri yapması beklentisini ifade eder. Bu basit düzeyde bile çeşitli sorunlarla malul olabilen bu beklentiye dair incelikli bir tartışma için bkz. Jon Elster, Ekşi Üzümler (Metis, 2008).