Seçimler ve Psikanaliz

Bildiğiniz üzere seçimleri geride bıraktık ve kazanan yine Erdoğan oldu. Herkesin şu ya da bu düzeyde aklındaki soru ise şu: Erdoğan nasıl oluyor da bunca yolunda gitmeyen şeye rağmen seçilebiliyor? Ekonomi bu denli kötüyken, deprem felaketinin yarattığı yıkım ortadayken, tüm demokratik süreçler askıya alınmışken insanların önemli bir kısmı neden Erdoğan’ı desteklemeye devam ediyor. Tabii bu soru sadece Erdoğan’la ilgili değil. Dünyanın birçok yerinde sağcı, milliyetçi ve popülist liderlerin yükselişine tanık oluyoruz. Her ne kadar bu metinde geçen haftaki seçimleri anlamaya çalışacak olsak da soru aslında daha büyük.

Bu soruya herhangi bir disiplinin tek başına cevap veremeyeceği aşikâr. Bu çok katmanlı bir soru. Psikanaliz ise ancak meselenin küçük bir kısmına ışık tutabilir ve bu metinde mümkün olduğunca anlaşılır bir düzeyde psikanalitik bakış açısı aktarılmaya çalışılacak.

Fakat öncelikle cevabın ne olmadığından başlamak gerekiyor: Cevap bilgisizlik, cahillik ya da aptallığa indirgenebilecek kadar basit değil. Karmaşık sorulara basit ve kestirme cevaplar bulmak ve konu üzerine daha fazla düşünme gerekliliğinden kurtulmak her ne kadar birçok insana konforlu gelse de psikanalizin bize öğrettiği şeylerden bir tanesi insanla ilgili hiçbir şeyin basit olmadığıdır. İnsan söz konusu olduğunda işler çok boyutlu ve katmanlıdır. O zaman ne oluyor da bu kişiler bu kararlarında ısrarcı oluyor?

Öncelikle insanın rasyonel ve kendine hâkim bir varlık olmadığını anlamak gerekli. İnsanların rasyonel olduğu ve kendi çıkarlarına göre hareket ettiği liberal ideolojinin ve bilimsel söylemin varsayımıdır. İster toplumsal düzeyde bakın ister bireysel düzeyde, birçok insan kendi çıkarına olmayan ilişkiler ağlarının içinde hayatını sürdürür. Akla hemen şu sorular gelebilir: Bu çok saçma, insan neden kendi çıkarına olmayan bir şey yapsın ki? Ya da bir toplum neden kendi çıkarına olan bir şeyden başka bir şeyi tercih etsin ki? Meselenin daha anlaşılır olması için bireysel olandan başlayalım: Psikanalize göre insan önemli ölçüde irrasyonel bir varlıktır. Peki bu ne anlama geliyor? İnsanın kendisine acı veren ilişkileri sürdürmesi, mantıklı olmadığını bile bile rahatsızlık veren bazı düşüncelerden kurtulamaması, hiçbir neden yokken kaygılanması, yapmaması gerektiğini bildiği fakat yapmaktan kendini alıkoyamadığı davranışları, düzeltmesi gerektiğine emin olduğu fakat düzeltmek için gerekli enerjiyi bir türlü bulamadığı eylemleri vs. Bunlar bu savı bireysel düzeyde destekleyen olgular.

En basit ifadesiyle insan rasyonel olduğunu düşünülen, içsel bir tutarlılığa sahip olduğuna inanılan, düşünceleri ve eylemleri arasında sarsılmaz bir birlik varmış gibi yaşayan bir varlıktır. Bunun böyle olmasının her koşulda sorun yarattığını iddia etmiyorum fakat insan zihninin çalışma mekanizmasını ve karar alma süreçlerini bir miktar anlamak istiyorsak hesaba katmamız gereken önemli bir boyutun varlığını göstermeye çalışıyorum. Çünkü psikanalizin ve bazı felsefi düşünce ekollerinin haricinde, özellikle bilimsel söylem ve liberal/kapitalist ideoloji söz konusu olduğunda bu boyut görmezden gelinir ve bu, biz sıradan insanlar için hem kendi irrasyonel süreçlerimizi hem de öteki insanların aldığı ve bize mantıksız görünen kararları anlamlandırmamızı ciddi düzeyde engeller.

Freud’a ve diğer tüm psikanalistlere göre insanın bilinç düzeyindeki düşünceleri ve kararları bilinçdışından köken alır.[1] Bilinçdışı söz konusu olduğunda ise rasyonaliteden bahsetmek pek kolay değildir. Kendimizden en emin olduğumuzu hissettiğimiz, kendimize tamamen hâkim olduğumuza inandığımız, başka hiçbir insanın etkisi altında olmadığımızı düşündüğümüz anda bile bilinçdışı çoktan iş başındadır. Lacan bilinçdışının Ötekinin[2] söylemi olduğunu söyler.[3] Yani bilinçdışımızda çok sayıda henüz bilincimize gelmemiş düşünce vardır. Bu düşünceler şu ya da bu sebeple bastırılmışlardır fakat üzerimizdeki etkileri açıktır.

Bilinçdışında farkında olmadığımız birçok düşüncenin olduğunu ve bilinçdışının Ötekinin söylemi olduğunu kabul ediyorsak şunu söyleyebiliriz: Bilinçdışımızdaki düşünceler ö/Ötekilerden gelmektedir: içine doğduğumuz kültür, ebeveynlerimizin dünya görüşü, yaşadığımız coğrafyanın dinsel/dinî/siyasi söylemi vs. Bunların hepsi farklı ölçülerde ve kişiden kişiye farklılık gösterecek şekilde bir etkiye sahiptir. Bazı kişiler içinde bulunduğu söylemle uyumlu bir dünya görüşü inşa ederken bazı insanlar ise farklı bir yolu tercih edebilir. Ama günün sonunda aldığımız kararlar, bize ait olduğunu düşündüğümüz düşünceler her zaman öteki insanlarla çok yakın bir ilişki içindedir. Biz daha onları düşünmeye başlamadan önce çoktan Ötekinin mahallinde yer almışlardır.

Örneğin bir kişinin muhafazakâr dünya görüşüne sahip bir ailenin çocuğu olarak bu görüşün tam tersi tarzda bir hayat yaşıyor olması bile anne-babasına onlara boyun eğmediğini kanıtlama çabasının bir sonucu olabilir. Bu durum söz konusu kişinin dünya görüşünün ve yaşam tarzının tümüyle ona ait olduğuna değil, o kişinin iflah olmaz bir isyankâr olduğuna ve anne-babasının görüşlerinin onun için hâlâ son derece önemli olduğuna işaret edebilir. Çünkü bir şeyi tümüyle kabul etmekle ona tümüyle karşı çıkmak aynı şeydir. Ve bir görüşe güçlü bir şekilde karşı çıkmakla o görüşe boyun eğmek aynı şeye işaret eder: O görüşün sizin için son derece önemli olduğuna.

İdeoloji de tıpkı bilinçdışı gibi işler: Size fazlasıyla mantıklı ve tek doğru gibi gelen her politik düşünce aslında ideolojik bir arka plan taşır. Size objektif gelen olgular, tartışılamaz gelen gerçekler genelde çoktan bir ideolojinin cenderesinden geçmiştir. Dolayısıyla irrasyonel birçok savın sanki bir hakikatmiş gibi savunulması bir psikanalisti hiç şaşırtmaz. Lacan gerçeklikle kurgusal bir yapı olan fantezi arasında sıkı bir ilişki olduğunu söyler ve buradan yola çıkarak gerçekliğin kurgusal bir karakter taşıdığını söylemek mümkündür.[4] Dünya kendisini açık ve anlaşılır olarak sunmaz, bizim baktığımız pencere ne kadarını gösteriyorsa dünyanın o kadarını görebiliriz. Örneğin Avrupa modernizasyonunu Marksist bir bakış açısından okuduğunuzda farklı, liberal bir bakış açısından okuduğunuzda farklı, İslâmcı bir bakış açısından okuduğunuzda ise çok farklı bir tablo görürsünüz. Marksistler meseleyi sınıf çatışmasını ön plana çıkartarak açıklamaya çalışırken liberaller bireysel çıkarları maksimize etme ve bireysel özgürlük arayışını ön plana çıkaracaktır. Ama hiç olmazsa Marksistler ve liberaller bu savlarını birçok kaynağa ve tarihsel olguya dayandıracaklardır. 

Bir İslâmcı ise modernizasyon denen olgunun İslâm’a karşı ortaya çıktığını iddia edip tüm bunların Osmanlı’nın ve Müslümanların hâkimiyetini yıkmaya yönelik girişimler olduğunu söyleyebilir. Burjuvazinin kiliseye ve soylulara karşı verdiği mücadeleyi, adım adım inşa edilen sekülerleşmeyi ve laikliği, Reformasyon ve Rönesans gibi tarihsel olayları, Avrupa’da gerçekleşen birçok toplumsal olayı ve iç savaşı görmezden gelerek Avrupa Birliği’nin bir Hıristiyan birliği olduğunu ve Müslümanlar üzerinde büyük bir oyun planladıklarını iddia edebilir. Söz konusu kişinin önüne diğer tüm bilgi ve belgeleri koysanız da, işlerin aslında bu kadar basit olmadığını anlatmaya çalışsanız da sizi dinlemez. Zaten birçok İslâmcı entelektüel bu tarih okumalarına hâkimdir, bunlarla bir bilgi olarak karşılaşmıştır. Ama bu bilgiler onun dikkatini çekmez çünkü sahip oldukları ideoloji bu bilgiye bir direnç oluşturur. 

Tüm bu argümanların öznelerini değiştirdiğimizde de tablo değişmez: İslâmcılar yerine Kemalistleri, Hıristiyan dünyası yerine de emperyal Batı’yı koyabilirsiniz. Resmî tarih anlatımız iç ve dış düşmanlarla doludur ve en ufak bir sorun her an içerideki hainlere ve dış güçlere atfedilebilir. Kemalist ideolojiyle İslâmcı ideoloji bu konuda hemfikirdir. Son yıllarda Mehmet Ali Çelebi, Hulki Cevizoğlu, Doğu Perinçek, Sinan Oğan gibi bazı isimlerin Erdoğan’ın çekimine kapılması buradan da okunabilir. Bu kişilerin fikirlerinde radikal bir değişiklik söz konusu değildir. Onlar Erdoğan’ın geldiği çizgiyle kendi çizgileri arasında temel bir fark görmedikleri için Erdoğan’ı desteklemeye başlamış gibilerdir.

Uygarlığın yeterli düzeyde içselleşmediği toplumlarda sorumluluk alabilecek kişiler ve kurumlar olmadığı için suçlu hep dışarıda olmak zorundadır. Çünkü hem bireysel düzeyde hem de toplumsal düzeyde sorumluluk alabilmek eksiği kabullenmekle mümkündür; bir hatadaki, bir yanlıştaki, yolunda gitmeyen şeydeki payımızı üstlenebilmekle mümkündür. Bireysel düzeyde eksiği kabullenemeyip sürekli olarak ötekini suçlayan bir klinik yapı biliyoruz: paranoya. Paranoyada hep öteki suçludur, öteki hep sizin kötülüğünüzü ister ve ötekinin tüm hareketleri sizi hedef alır. 

Freud Totem ve Tabu[5] metninde uygarlığın nasıl kurulduğunu anlatmak için bir mit ortaya atar. Bu mite göre insanlar en başta sürüler halinde yaşıyordur ve sürünün babası sürüdeki tüm iktidara ve özellikle kadınlara sahiptir, yani tüm güçlü bir babadır. Tüm kadınlar onun erişimine açıktır. Sürüdeki diğer erkekler ancak babanın izin verdiği ölçüde kadınlara erişim sağlayabilir. Zaman içerisinde güçten düşen babayı kardeşlerden birisi alaşağı eder ve yeni baba olur. Bu böyle sürüp gider. Ama bir gün kardeşler bir araya gelir ve bu duruma bir çözüm bulmaya karar verirler. Güçlerini birleştirip babayı alaşağı edeceklerdir fakat bu saatten sonra kimse bu her şeye kadir babanın yerine geçmeye kalkışmayacaktır. Aralarında anlaşma bunu içerir: Herkes bir miktar hazdan feragat edecektir ki birlikte yaşamak ve tüm kadınlara olmasa da bazı kadınlara erişebilmek mümkün olsun. Kardeşler babayı öldürür fakat bunun bir bedeli de olacaktır. Belirli bir miktar hazzın geri döndürülemeyecek düzeyde kaybı ve babayı öldürmekten doğan suçluluk. Uygarlık bir eksik ve bir suçluluk yaratır ve Freud’un uygarlığın huzursuzluğu[6] dediği şey budur. Bu yolla baba gerçek bir babadan simgesel bir babaya dönüşür. Bir zamanlar var olmuş, tüm iktidara sahip mitik bir figür konumuna indirgenir fakat sonraki kuşakların anlaşması böyle birisi haline gelmeye çalışan kişileri engellemektir.

Freud’a göre uygarlığı başlatan durum budur. Bu her ne kadar antropolojik olarak doğrulanmasa da Lacan bunun Freud’un ortaya attığı ilksel mit olduğunu söyler ve bu mitin simgesel değerine odaklanır.[7] Gerçekte böyle olmuş olmasından ziyade bu mitteki mantıkla ilgilenir. Uygarlığın kurulabilmesi ancak bir kayıpla ve bu kaybın toplumsal olarak kaydedilmesiyle mümkün hale gelebilir ve bu sözleşme Yasa aracılığıyla güvence altına alnıır. Bugün ise dünyada tüm sürüye hâkim olmaya çalışan politikacıların ne gibi sorunlara yol açtığını ve iktidarlarını sürdürmek için uygarlıkla ters düşecek en radikal kararları gözlerini kırpmadan alabildiklerini görebiliyoruz. Uygarlık ya da diğer bir ifadeyle medeniyet dediğimiz şey eksiğin, sınırın, yani yasanın kaydedilmesiyle mümkün hale gelir. Yöneticiler düzeyinde bunun en temel göstergesi hataların sorumluluğunu almak ve iktidardan vazgeçebilmektir. İktidarı çeşitli kurum ve kişilerle paylaşmak, karar alma mekanizmalarına farklı kişiler ve fikirler dahil etmek, diğer insanların varlığını hesaba katıp karar almak vs.

Türkiye’de bu tüm güçlü babanın hâlâ kanlı canlı yaşatıldığını söyleyebiliriz. Henüz baba simgesel bir role bürünmemiştir, yani yasaya bağlı bir sınırla, bir eksikle karşılaşması gerekmez. Hesap vermesine, yasanın çizdiği sınırlara uymasına gerek yoktur. Küçük söz oyunları ve cin fikirlerle kendi koyduğu üç dönem kuralını görmezden gelebilir ve muhalefetin de yasanın uygulanmamasıyla ciddi bir sorunu yoktur. Mahkeme kararları görmezden gelinerek Demirtaş ve Kavala içeride tutulabilir ve muhaliflerin de bir kısmı dahil kimse yasanın uygulanmamasıyla ilgili ciddi bir sorun yaşamaz. Halkın büyük bir çoğunluğu bu gerçek babanın ona verdikleriyle yetinmekte ve şükretmeye devam etmektedir. Kazanılmış ve hak edilmiş bir roldense kendisine atanmış bir rolü kabul etmektedir. Atatürk’ten Erdoğan’a kadar güçlü diyebileceğimiz liderler arasında neredeyse ölmeden ya da askerî darbeyle indirilmeden iktidardan feragat eden bir liderin olmaması ise bu savı desteklemektedir: Menderes, Özal, Demirel, Erbakan. Yıllardır Erdoğan’ın hasta olduğu ve yakında öleceği tarzı komplo teorileriyle avunan muhalif kişilerin fantezilerini de buradan okumak mümkündür. Bu kişiler için sanki tek kurtuluş bir babanın ölüp onun yerine başka bir babanın geçmesi gibi görünmektedir.

Erdoğan’ın getirdiği ve tüm yetkilerin tek bir adamın elinde toplandığı başkanlık sistemi ise bu tüm güçlü baba savını güçlü bir şekilde destekleyen bir gelişmedir. Muhalefetin ve Kılıçdaroğlu’nun bu sistemi daha demokratik hale döndürmeye yönelik girişimi ve “altılı masa” etrafında kurmaya çalıştığı “kardeşler sözleşmesi” toplumun çoğunluğunun ilgisini çekmek şöyle dursun tepkisini çekmiş gibi görünüyor. Sonuç olarak babanın simgesel bir role bürünememiş olduğu ve halkın çoğunluğunda buna yönelik bir talepte bulunmadığı açıktır.

Bu kısma kadar size insanın kendi kendine düşünceler üretebilen, ötekinden bağımsız, rasyonel kararlar alabilen bir varlık olmadığını ve uygarlıkla olan problematik ilişkimizi göstermeye çalıştım. Peki ama bu esas konumuzla ilgili neyi açıklıyor? Henüz neredeyse hiçbir şeyi. İnsanların bu politik kararları nasıl aldığını anlamak istiyorsak işi bir miktar daha ileri taşımamız ve bazı psikanalitik kavramları ele almamız gerekiyor.

Öncelikle aktarım kavramından başlamak istiyorum çünkü bu boyutu hesaba katmayan hiçbir politik hareketin başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Meselenin teorik boyutunun ne kadar farkında olduklarını bilmesem de AKP’nin pratikte bu aktarım meselesini çok ciddiye aldığını ve yıllar içinde sürekli olarak değişen ve birbiriyle çelişen tutumlarını kendi kitlesi önünde bu yolla meşrulatırdığını düşünüyorum. Aktarım her ne kadar psikanalitik teori içerisinde birçok farklı tanıma sahip olsa da en genel ifadeyle hastanın gündelik hayatındaki önemli insanlarla ilgili duygu ve düşüncelerini analistine aktarmasıdır. Örneğin hastanın babasının kendisine vuracağına dair bir korkusu vardır ve analizde hasta analistinin kendisine vuracağından korkar. Ya da örneğin babası tarafından yeterince sevilmediğini düşünen bir hasta analisti tarafından sevilmeyi bekler ve kendisini analistine en sevilebilir biçimde sunar. Aktarım gündelik hayatta da önemli bir rol oynar: Bir kişi ya da düşünce sizin için diğer insanlardan ve düşüncelerden daha önemli bir hale geldiyse o kişiye ya da düşünceye olumlu bir aktarımınız olduğu söylenebilir. Freud bu fenomenin gündelik hayattaki ve klinikteki varlığını keşfetmiş ve bunu bir tedavi aracı olarak kullanmıştır.

Aktarım hayatın her alanında var olan bir fenomendir. Freud Aktarımın Dinamiği[8] başlıklı metninde aktarımın seans odası dışında da var olduğunu ve en az seans odası içindeki kadar güçlü olduğunu belirtir. Aktarım söz konusu olduğunda ise rasyonalite büyük oranda devre dışıdır. Dünyanın tüm sırrını çözmüş ve tüm bilgisine sahip olan bir kişinin var olduğunu farz edelim: Bu kişiye aktarımınız yoksa onun söyledikleri sizin için hiçbir şey ifade etmez. Size sunduğu tüm kanıtlar, anlattığı tüm argümanlar sizin nezdinizde önemsizdir. Aktarım ancak söz konusu kişinin sizin sorunlarınız hakkında bir şeyler bildiğini farz ettiğiniz ölçüde kurulur. Aksi takdirde onu dinlersiniz ama duymazsınız, anlattıkları size dokunmaz.

Bu yüzden psikanalizde bir yorumun etki etmesi ancak ve ancak o çalışmada aktarımsal bir ilişkinin kurulmasıyla mümkün hale gelebilir. Hasta kendi sorunları hakkında sizin bir bilgi sahibi olduğunuza inandığı ölçüde sizi duyar, bu ölçüde yorumlar etki eder. Bu yüzden Freud aktarım ilişkisi kurulmadan yapılan yorumları vahşi yorum[9] olarak adlandırır ve bu tarz yorumların bırakın hastaya faydalı olmasını, hastaya zarar bile verebileceğini söyler. En iyi ihtimalle hastayı çalışmadan soğutur, hasta sizin söylediklerinizin işe yaramaz ve boş şeyler olduğunu düşünür ve terapiyi bırakır. Aktarım ilişkisi kurulmadan yaptığınız yorumun, o kişi hakkında yaptığınız tespitlerin ne kadar doğru olduğunun neredeyse hiçbir önemi yoktur.

Benzer mantığın siyasette de olduğunu söylemek gayet mümkündür. Sizin karşı tarafa sunduğunuz argümanlar ancak ve ancak karşı tarafla pozitif bir aktarım temelinde ilişki kurabildiğiniz ölçüde duyulabilir hale gelir. Çünkü onun politik görüşü, içine doğduğu söylemden, etkili bir ideolojik arka plandan ve bu ideolojinin taşıyıcısı olan ve aktarım ilişkisi kurabileceği güçlü politik figürlerden beslenmektedir. Ayrıca tüm bunlar o kişiye kendisini tanımlayabileceği bir kimlik, kendisini dünyada konumlandırabileceği bir alan sunar. Yani bir anlamda ona özdeşleşebileceği bir ana-gösteren[10] (master-signifier) sunar. Ana-gösteren Lacan’ın bir kavramıdır ve bu kavramı sizi tanımlayan ve tanımı çağdan çağa, ideolojiden ideolojiye değişebilecek spesifik bir sözcük olarak düşünebilirsiniz. Örneğin demokrat, örneğin milliyetçi, örneğin solcu. Bu sözcüklerin sonsuz sayıda tanımını bulmak mümkündür ve her bir kişi farklı sebeplerle bu gruba ait olduğunu söyleyebilir.

Örneğin kendisini “hizmet gönüllüsü” olarak tanımlayan birisi ideolojik dönüşüm sonucunda kendisinin en önde gelen özelliğinin FETÖ karşıtı olmak olduğunu söyleyebilir ve bunda hiçbir beis görmez. Bunun daha net bir örneğini ise muhalefetin suçlandığı sözcüklerde görmek mümkündür. Kendisi dışındaki tüm insanları belli bir gruba aitmiş gibi tanımlamak ona bir kimlik verir. AKP’yi desteklemeyen herkesin FETÖ’cü ya da terörist olduğunu düşünmek, muhaliflerin dış güçlerin oyununa gelen zavallılar olduğunu düşünmek ona vatandaş olarak bir garanti sağlar. Çünkü kimlik içe alıp özdeşleştiğiniz özelliklerden ziyade dışarıda tuttuğunuz özelliklerle kurulur.

Bunların karşısına yalnızca rasyonel argümanlar koymak politik açıdan oldukça zayıf kalır. Hele bir de bu rasyonel argümanları “bunlar zaten anlamaz” tarzı bir yaklaşımla sunmak karşı tarafın sizi duymasını neredeyse imkânsız hale getirir. Aslında bu durumda da aktarım iş başındadır fakat burada söz konusu olan olumsuz aktarımdır. Yani sizin sunduğunuz argümanlar doğru olsa bile size olan olumsuz aktarım yüzünden kabul edilmez, görmezden gelinir, reaksiyonel ve savunmacı bir tutumla önemsizleştirilir. Türkiye siyasi tarihi bu durumun güzide örnekleriyle doludur.

Çünkü insan sosyal bir varlıktır ve toplumsal bağlar kurmak, kendisine bir kimlik verebilecek bir topluluğun üyesi olmak, nasıl yaşanması gerektiğine dair özdeşleşebileceği figürlerle ilişkilenmek onun için oldukça önemlidir. Milliyetçilik ve ümmetçilik bunun en bilindik yollarındandır. Sizi bir gruba ait yapar, size dünyada sizin gibi başka insanların olduğu ve yalnız olmadığınız hissini verir. Gurbetçi diye hafif bir ironiyle anılan vatandaşların durumu bunun önemli bir örneğidir. Bu insanların ekseriyetinin gerçekten de Almanya’nın durumunun Türkiye’den kötü olduğuna inandıklarını düşünmüyorum. Bu kişiler daha ziyade Türkiye’nin Almanya’dan daha güçlü olabileceği fantezisiyle büyülenmişlerdir. Aynı zamanda o coğrafyada uğradıkları çeşitli düzeylerdeki ayrımcılıkların ve hissettikleri dışlanmışlıkların etkileri bu özdeşleşilebilecek güçlü Türkiye imajı sayesinde azalır.

Tüm bunları anlatma nedenime geleyim: Sağ siyasetin ve İslâmcıların en başarılı oldukları alan, bu aktarım boyutunu güçlü tuttukları alandır. Sağcılığın temelinde özdeşleşmeye ve kendi özgün düşüncelerine sahip bir birey olmaktan ziyade bir topluluğun, bir cemaatin üyesi olmaya yönelik bir eğilim olduğunu düşünmekle birlikte sağ siyasetin örgütlenme stratejisinin bu boyutu ciddi bir biçimde hesaba kattığını ve gücünü buradan aldığını düşünüyorum. Öyle ya da böyle AKP’nin 11.240.230 üyesi var, CHP’nin ise 1.369.430 üyesi. Bu çok önemli bir veri. Ayrıca sandık başlarında, iktidarda olmanın gücünü de arkalarına alarak, sıkı bir örgütlenmeyle hareket ettikleri herkesin malumu. Anadolu şehirlerinde hemen hemen her gün yapılan toplantılar, muhtarların devlet tarafından Cumhuriyet tarihince alışık olmadıkları düzeyde itibar görmeleri vs. Tabii tüm bunların güçlü maddi çıkar ağlarıyla desteklendiğinin, adam kayırma, torpil gibi imkânlarla ödüllendirildiği aşikâr. Fakat bunun ideolojik sadakati güçlendirdiğini ve bu insanların devlet tarafından muhatap alındığı sonucuna vardıklarını da unutmamak gerekli. Ayrıca iktidarın sunduğu imkânlarla ana akım medyanın neredeyse tümünü ele geçirip sabah akşam ideolojik yayın yapmaları, kendi dünya görüşlerini tek hakikat gibi sunmalarının da etkisi çok büyük. Bu da şunu gösteriyor ki sosyal medya henüz bu güce alternatif olamıyor. Hem saha üstünlüğü hem de geleneksel medyaya olan hâkimiyet AKP’ye çok güçlü imkânlar sunuyor.

Öyle görünüyor ki bir politikacının işi şu: aktarım ilişkisini güçlendirmek, yani sahada olmak ve örgütlenmek. AKP’nin ve sağ siyasetin bu konuda çok daha aktif olduğunu söylemek yanlış olmaz. Aktarımı sürekli olarak canlı tutmak, öznelere muhatap alındıklarını göstermek rıza örgütlemek için oldukça önemli. AKP seçmeni yolunda gitmeyen birçok şeyi kabul etse de hâlâ AKP’nin ve Erdoğan’ın çözümün ne olduğunu bildiğini farz ediyor. Sorunun kaynağının ne olduğunu göstermek ise daha uzun vadeli bir siyasi program ve taban düzeyinde örgütlenmeyle mümkünmüş gibi görünüyor.

Aktarım meselesini ve bir liderin ulaşabileceği gücü anlatmak için seçimden sonra bir arkadaşımdan duyduğum bir örneği anlatarak bitirmek istiyorum.

Bir gün bir kişi Hz. Ali’nin taraftarlarının yoğun olduğu Küfe şehrinden devesiyle Şam’a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış ve şöyle söylemiş: O dişi deve benim. Tartışma büyümüş, Küfe’den gelen adam, “Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir,” diye itiraz etmişse de anlaşamamışlar. Konu Muaviye’ye iletilmiş.

Halk meydanda toplanmış. Muaviye, Küfe’den gelen adamla Şam’da deveye sahip çıkan adamı dinledikten sonra, kararını açıklamış: “Bu dişi deve Şamlınındır!” Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş: “Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?” Cemaat hep birlikte bağırmış: “Şamlınındır!” Küfeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalırken, Muaviye onu yanına çağırmış ve şöyle demiş: “Ey Küfeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Küfe’ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve ona de ki: Ey Ali, Muaviye’nin o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk al!”

Muhalefetin ayağını denk alması ve örgütlenmeye çok daha fazla önem vermesi dileğiyle.


[1] Freud,S. ”The Unconscious”, SE XIV içinde, çev. J. Strachey, 1915, s. 161.

[2] Lacan’da küçük harfle yazılan öteki kavramı bizim gibi olana, bize benzeyene, bize tanıdık olana atıfta bulunur. Büyük harfle yazılan Öteki ise bize benzemez, o hem öznenin oluşumunda asli bir role sahiptir hem de özneye radikal olarak yabancı olan bir faildir. Bu bağlamda anne, baba, öğretmen, sevgili, analist gibi gerçek kişiler Öteki rolüne sahip olabilir. Ayrıca dil, Yasa, ırk, Tanrı gibi kavramlar da Ötekinin alanındadır. Öteki bize ayrıca kendi kimliğimizi tanımlayabileceğimiz bir alan da sunar.

[3] Lacan, J. Séminaire sur La Lettre volée, Écrits içinde. Paris: Seuil, 1966. s. 16.

[4] Zizek, S. Yamuk Bakmak, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2022.

[5] Freud, S. Totem ve Tabu, çev. Kamuran Şipal, Say Yayınları, 2021.

[6] Freud, S. Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, 2019.

[7] Lacan, J. “Aggressivity in Psychoanalysis”, Écrits: A Selection içinde, çev. A. M. Sheridan, Londra: Tavistock Publications, 2006.

[8] Freud, S. “The Dynamics of Transference”, SE XII içinde, çev. J. Strachey, 1912, s. 97-108.

[9] A.g.e.

[10] Miller, M. J. (2016). “Psychoanalysis and its Teaching”, Reading the Écrits – A Guide to Lacan's Works içinde, ed. C. Neill, D. Hook ve S. Vanheule, Londra: Routledge.