Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) istatistiklerine göre dünya çapında yaklaşık 2,3 milyon kadın ve erkeğin her yıl işle ilgili kazalara veya hastalıklara yenik düştüğü tahmin ediliyor; bu her gün 6.000'den fazla ölüme tekabül ediyor. Dünya çapında, yılda yaklaşık 340 milyon iş kazası ve 160 milyon işle ilgili hastalık mağduru var. ILO, bu tahminleri aralıklarla güncellemektedir ve güncellemeler, kazalarda ve hastalıkta bir artışa işaret ediyor. Dünyanın iş güvenliği açısından en riskli bölgeleri ise şu an dünya ekonomisinin merkezinin kaymakta olduğunun söylendiği Asya ülkeleri. Meşhur “Asya Kaplanları” bize tersanelerdeki üretim artışlarının insan cesetlerinin üzerine basarak yükseldiğini gösteriyor
Bu artışın arka planında sermaye sınıfının işçi sınıfına karşı elde etmiş olduğu güç önemli bir faktör. 1920 krizi sonrası Keynes’le başlayan refah devleti uygulamaları ve buna bağlı olarak özellikle Kıta Avrupa’sında yaşanan sendikaların güçlenen konumu iş güvenliği konusunda patronları önlem almaya zorlayan en önemli faktördü. Ancak, Sovyet Bloğu’nun dağılması ve sermaye sınıfı için mutlak kayıp anlamına gelen sosyalizm tehdidinin ortadan kalkması ile birlikte neoliberal adı verilen uygulamalar sermaye sınıfının âdeta “işçilerin canı cehenneme” diyen bir politika benimsemesine yol açtı.
Ancak yine de tıpkı çevre konusunda olduğu gibi iş güvenliği konusunda da kapitalist metropollerin çeper olarak kabul edilen kalkınma sürecini devam ettiren ülkelerle kıyaslandığında çok daha iyi durumda olduğu da bir gerçek. Fakat, buralarda da artık yapay zekâ ve robotikle insan işçilerin makinelerle artan bir ivme ile yer değiştirdiği de bir gerçek. Özellikle madencilik gibi tehlikeli kabul edilen iş kollarında robot kullanımının, yapay zekâya dayalı ölçümlerin uygulanmaya başladığı görülüyor. Şüphesiz bu süreçte oldukça hızlı gidilse de insanların tamamı ile yerini alacak yapay zekâ ve robotik henüz gelişme aşamasında. Bu sürece yakın gelecekte distopyalardaki gibi geçilebilir mi? Muhtemelen oluşacak çok büyük bir atıl işgücü fazlalığının nasıl halledileceği netleşmedikçe bu zor görünüyor.
Tüm bunları vurgulama nedenim elbette eller aya biz yaya deyiminde özetlenen kapitalist metropollere güzellemeler düzmek değil. Her şeyden önce şunu unutmamak lazım, iş güvenliği ve çevre gibi konularda Batılı sanayileşmiş ülkelerde her şey yeni sanayileşen ülkelere oranla daha iyi durumda ise, bunda toplumsal mücadelenin payı inkâr edilemez. Yani demokrasi öyle gökten başımıza düşen bir masal elması değil, uzun soluklu ve istikrarlı bir mücadelenin ürünü.
Şu anda en tehlikeli iş kolları arasında sayılan ve başını da kömür madenciliğinin çektiği iş kazalarında, Türkiye ile Çin arasındaki ölümcül rekabette Türkiye arayı her geçen gün açıyor. Çin kazalardan gereken dersi alarak kaza riskini düşürecek önlemleri alırken Türkiye bu konuda hâlâ umursamazlığın zirvesinde. Türkiye’de tüm veriler kasıtlı olarak gereken önlemlerin alınmadığını gösteriyor, denetimle iş güvenliği at başı gittiği için de her iki konu da bilinçli olarak ihmal ediliyor. Bu durumda maden kazalarına göz yumuluyor desek yanlış bir şey demiş olmayız. Ekonomi söz konusu olunca ve dünyanın sayılı zengin ülkeleri arasında yer almak da hedef olunca, devlet iş güvenliğini ilk planda tutmuyor ve verimliliği, daha fazla miktarda kömür çıkarılmasını esas alıyor, bunu yavaşlatacak her şey de ayak bağı olarak görülüyor. Hal böyle olunca da maden kazaları şirketleşen devlet eliyle yaratılan bir “kader” oluyor. Bu da denetimlerin gevşetilmesi ve insan güvenliğinin tehlikeye atılması gibi sonuçlar doğuruyor.
Tıpkı çevre gibi iş kazaları konusunda da Çin’de giderek daha iyiye bir gidiş olurken Erdoğan Türkiye’sinde ise işler her geçen gün daha da tersine gidiyor. Bunda en büyük etken sosyal mücadele bakımından ölü halde olmamız.
Kazalarda ve İşçi Ölümlerinde Dünya Liginde Başa Güreşmek
Amasra’da yaşanan son maden katliamında bu kez Soma kadar büyük kayıp verilmedi. Bunun nedeni o esnada, yani o vardiyada çalışanlarının sayısının azlığıydı. ILO’nun yayımladığı rakamlara göre Türkiye, 2008 yılına kadar dünyada üçüncü olduğu maden kazaları sıralamasında son yıllarda Çin’i de geçerek dünyada ilk sıraya yükseldi. Madencilik, iş kazası oranının en yüksek olduğu sektör. Türkiye’de son otuz bir yılda on dört büyük maden kazası yaşandı. 1992 yılında Zonguldak Kozlu’da meydana gelen ve 263 işçinin hayatını kaybettiği grizu (metan gazı sıkışması) patlaması en ölümlü kaza idi ancak Soma ile bu eşik yukarıya çıktı. Türkiye on dokuz yıldır ILO’nun 176 numaralı “Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi”ni imzalamıyor. Çalışma Bakanlığı benzer yönetmeliklerinin olduğunu iddia etse de, madenlerin bu yönetmeliklere uygun işletilip işletilmediği de ayrı bir soru. Çalışma Bakanlığı Teftiş Kurulu’nun Maden İşletmelerinde İş Sağlığı ve Güvenliği Raporu’nda (2012) belirtildiği üzere, Manisa (Akhisar-Gördes-Soma) Bölgesi’nde iki inceleme yapıldığı, ilk incelemede çalışır vaziyetteki sekiz işletmeden yedisinde seksen dört başlıkta mevzuata aykırılığa rastlandığı ancak herhangi bir kapatma kararı uygulanmayıp idari para cezası uygulandığı; ikinci aşama teftişlerde ise otuz dört mevzuat aykırılığına rastlanıldığı ve yine kapatma cezasına gerek görülmediği belirtiliyor. Aradan geçmiş on yıl ve hâlâ sorunlar aynı, tespitler aynı, hani deyim yerinde ise bir arpa boyu yol alınamamış. Yani devlet kalkınma için insanları madenlere gömmeyi daha tercih edilir bulmuş. Eh ne de olsa kalkınmamız gerek, bu tür kayıplar dünyanın on büyük ekonomisi arasında yer alma hedefi ve bunun yaratacağı milli gelir düşünüldüğünde katlanabilir maliyetlerdir.
Nitekim son yayımlanan raporlar hem özel sektörde hem de devlette üretilen kömür başına düşen işçi sayısında bariz bir açığı ortaya koyuyor, maliyetleri azaltmak ve üretimi kesintiye uğratmamak için iş güvenliği es geçilebiliyor. Amasra Bartı’nda yaşanan kaza sonrası yapılan bağımsız araştırmalar gösteriyor ki metan ölçüm cihazları olsa da, bunlar sürekli izlenmiyor çünkü bunu yapacak insan sayısı az; dahası ölçümler düzenli yapılmıyor. Ancak tüm bu eksiklere rağmen ortadaki gerçek aileler tarafından ortaya konuyor. Söz konusu ocakta metan ölçümlerinde tehlikeli seviye olduğu biliniyor, hatta işçilere bir biçimde ocağın belli bir süre kapatılıp metanın temizleneceği, bu esnada da işçilerin ücretsiz izne çıkarılacağı bilgisi dolaylı biçimde iletiliyor ya da böyle bir izlenim yaratılıyor. Ancak yaklaşık bir ayı bulacağı düşünülen ocak kapatılması gerçekleşmiyor ve üretim kesintisiz devam ediyor. Bu durum akla bir aralar Polonya’da bir yerlerde yazılı olan “işçiler, verem üretimi düşürüyor” sözünü anımsatıyor. Sanıyorum bizde de yazılı olmayan bir yazı ile “işçiler, iş güvenliği üretimi düşürüyor” yazısı yazılmış ve bu da bürokratlar ve patronlar tarafından âdeta emir kabul edilmiş olmalı ki kesintisiz uygulanıyor.
Kalkınma Uğruna Ölmek: AKP Tarzı Büyüme
Küresel kömür madeni üretiminin 2022'de %0,9'luk marjinal bir artışla 8.126 milyon tona ulaşması bekleniyor ve bu artış için Hindistan, Çin ve Güney Afrika'dan gelen üretim çok önemli. Bu ülkelerden yapılan toplu üretimin 2021'de 5,1 milyar tondan (Bnt) 2022'de 5,5 milyar tona çıkması bekleniyor -%7,8'lik bir artış. Buna karşılık, devam eden Rusya-Ukrayna savaşının 2022'de Rusya ve Ukrayna'dan gelen üretimi sırasıyla %18 ve %50,5 oranında azaltması bekleniyor. Yani dünyanın hâlâ kömürlü elektrik enerjisine ihtiyacı var, bu da daha fazla ölüm, yaralanma ve hastalık ile erken ölüm demek.
Son yıllarda Türkiye’nin ekonomik büyümesinde yerli enerji kaynaklarına dayanan yerli ve milli kalkınma hamlesinde aşil topuğu kömür. Türkiye enerji politikasını ağırlıklı olarak kömürlü elektrik santrallerinin artışı üzerine kurmuş durumda. Türkiye Elektrik İletim A.Ş. verilerine göre, Türkiye’de kurulu gücün %20,5’ini taş kömürü, linyit ve ithal kömürlü santrallerinin üretimi oluşturuyor ve bu oran 2002’den beri ciddi oranda artış göstererek bu noktaya geldi. Türkiye’de önümüzdeki dönemde yapılması planlanan seksene yakın kömürlü termik santral projesi var. Bu santrallerin kurulu güç kapasitesi toplamda 59 bin MW civarında. Türkiye’nin mevcut kurulu güç kapasitesi 69 bin MW. Yani kurulu güç kapasitesi %85 oranında artacak. Türkiye bu kömür hamlesiyle Çin ve Hindistan’ın önünde dünyada ikinci sırada yer alacak.[1] Bu kömür çılgınlığı ile doğru orantılı olarak Türkiye her geçen yıl daha da artan bir işçi mezarlığına dönüşüyor. Milyon taş kömürü üretimindeki işçi ölümü rakamlarında da diğer ülkeleri geçmiş durumda. 2003-2012 yılları arasında Çin’in yıllık kömür üretimi %100 artarken, madenci ölüm rakamları %75 oranında azaldı. Buna mukabil ise Türkiye’de oran âdeta istikrarlı şekilde artıyor. Türkiye’de kömür üretimi Aralık 2021'de 85.633 milyon ton olarak bildirildi, Bu, Aralık 2020 için önceki 74.711 milyon ton sayısı ile kıyaslandığında bir artışı gösteriyor. Türkiye kömür üretimi verileri, Aralık 1981'den 2021'e ortalama 59.929 milyon ton artış göstermiş durumda.
Tüm bu verilerle orantılı olarak son on yılda Türkiye’de 1.041 işçi maden kazalarında öldü. Bu arada madencilik sektöründeki ölümlü kaza istatistiklerinin durumu tam yansıtmadığını, birçok ülkenin verileri gizlediğini de belirtelim. Türkiye ölümcül kalkınma hırsı ile kömürün çıkarılmasını arttırdıkça ölümler de artıyor, çünkü birincil öncelik üretim artışı ve maliyet düşüşü, verimlilik oluyor. Hal bu olunca da kaza insan eliyle yaratılan bir kadere dönüşüyor.
Kapitalizmin en zirve noktada olduğu yerlerde kazalar ve ölümler azalırken yeni sanayileşen ve kapitalizm evreninde zirveye gözünü diken ülkelerde ölümün bir kader olması basitçe kapitalizm deyip geçilemeyecek bir insani boyut taşıyor. Bu başka bir yazının konusu olan kalkınma kavramını incelemeyi gerektiriyor.
AKP Tarzı Biyoiktidarın Ölüm Ekonomisi
Biyoiktidar kavramını sosyal bilimler literatürüne Foucault kazandırdı. Ama onun izinden giden teorisyenler bu kavramı genişletti. Foucault daha çok refah devleti dönemindeki liberal demokrasileri model aldığından yönetimsellik olgusundan söz etti ve biyopolitikayı daha çok hayatın âdeta bir sağlık kurumunun işletilmesi gibi işletilmesinden dem vurdu. Agamben ise Nazi iktidarındaki kamplar üzerinden yola çıkıp modern devletin egemenlik nosyonuna vurgu yaptı. Schmitt’ten ve Benjamin’den yola çıksa da daha çok Roma hukukunda babanın çocuklarını öldürebilme hakkını egemenlik ve bu egemenlik kapsamında öldürebilirlik olgusuna değindi. Onun izinden giden Mbembe ise devletin yaşatma ve öldürme gücü üzerindeki mutlak otoritesine dikkat çekti. Nekro iktidar teorisi daha çok kolonyalizm ekseninde yapılandı. Ancak her üç düşünür de ekonomi olgusuna yeterince dikkat çekmedi. Gerçi Agamben biyopolitika kavramı ile piyasa arasındaki bağlara Krallık ve Görkem isimli kitabında dikkat çekti. Hükümetin görkem için ekonomiye olan ilgisi yönetme olgusunun bir başka boyutuna işaret eder. Bu eksende düşünürsek Türkiye’deki tek adam yönetimi ya da seçimle gelen krallık rejiminde görkemle iktidar ve ekonomi arasında kopmaz bir bağ var. İktidarın itibardan tasarruf olmaz denerek görkeme harcanması neticede işçilerin güvenliği için kısılan para ile üretiliyor.
Ölüm İktidarı ve Ölüm Ekonomisi kavramları ekseninde ilerlersek Mbembe’nin de referans kaynağı olan Bataille bize konumuzla yakından ilişkili ipuçları sunar. Bataille, ölümü ve egemenliği, mübadelenin ve aşırı-bolluğun -ya da onun kavramını kullanacak olursak, “fazla”nın– taşması olarak yorumlar. Ölüm işe yararlığın ötesindeki hayattır ve egemenliğin alanına aittir.
Durum bu olunca, ölüm de bu nedenle, yıkım, bastırma ve kurban etmenin, bunların artık olumsuz olarak belirlenemeyeceği kadar geri çevrilemez ve radikal bir harcamayı –rezervi olmayan bir harcama– oluşturduğu nokta olarak belirir. Bu nedenle ölüm, tam da fazlanın ilkesidir –bir anti-ekonomidir.[2]
Ölümle harcama arasındaki bu ilişki ölümün bir artı değer olarak üretimin bir çıktısı olduğu neoliberal ekonomiler için çok daha yakın bir bağ içindedir.
Tam da bu tezden hareket eden Fatmir Haskaj ölümün ekonominin kalbinde mevcut olduğunu belirtir. Haskaj “Biyoiktidardan Nekroekonomiye: Neoliberalizm, Biyoiktidar ve Ölüm Ekonomileri” başlıklı makalesinde hem küresel neoliberal ekonomide hem de sermayenin içkin mantığında, ölüm değer yaratmanın merkezî bir faaliyet alanı olarak iş görür.
Kriz ... küresel ekonominin veya politik gerçekliğin tesadüfi bir başarısızlığından veya uygunsuz yan etkisinden daha fazlasıdır, ancak her ikisi için de çok önemlidir. Biyoiktidar ve nekropolitika kavramlarını genişleterek, piyasa mantığının genişlemesi nedeniyle nüfusların yeniden yapılandırıldığını ve “fazlalık” olarak yeniden kavramsallaştırıldığını savunuyorum -sadece harcanabilir/atılabilir değil, aynı zamanda yalnızca olumsuzlanmalarında temel olarak değerlenirler. Seçilmiş nüfusun bu değersizleştirilmesi, canlı emeğin değersizleştirilmesidir, böylece genelleştirilmiş bir meta, pazar ve ekonomik faaliyet olarak ölüm için bir alan yaratır. Bir değer kaynağı olarak ölüm, sermayede eski sınırlarını aşan tamamen yeni bir alanı işaret eder. Bu süreç, ölüm endüstrileri olarak işlev gören soykırım savaşları, etnik temizlik, çevresel “felaketler” ve küreselleşmiş yoksulluk örneklerinde görülebilir; canlı emeğin o eski sömürüsünü ortaya çıkaran bir faaliyet olarak yaşamın birikmiş ve depolanan değerini ölüm olarak çıkaran bir madencilik faaliyetidir.[3]
Bu anlamda ölüm ekonomi için hem değer yaratıyor hem de sermaye için canlandırıcı bir işlev görüyor. Bu perspektiften yol çıkarsak madencilerin ölümü de dahil emekçi cesetleri Yeni Türkiye Ekonomisinin can damarlarından biri işlevini görüyor.
Hem tasarruf edilmeyen itibara kaynak yaratıyor, hem de ilkel birikim açısından cansuyu görevi görüyor. Hal bu olduğundan, AKP’den iş güvenliğini sıkılaştırmak, aktif denetimlerde bulunmak, kurallara uymayanları cezalandırmak, küçük işyerlerine dağılmak, daha büyük ve tüm kurallara tam uygun birkaç madende üretim yapmak gibi önlemler almasını, her konuda övündükleri teknolojiyi kullanmasını beklemek boş yere beklemek olacak. Çünkü emek en ucuz şey, tam da bu yüzden harcanabilir. Küresel sermayenin adres bilgisi yerine geçen çokuluslu şirketlere ve sermaye baronlarına emeğin ucuz olması üzerinden yatırım çağrısı yapan Erdoğan prompter ya da metin merkezli bir gaf yapmıyordu, patronlara tam da Yeni Türkiye’nin en önemli değerinin bu olduğunu gösteriyordu.
AKP ekonomisinin bir ölüm ekonomisi, iktidarının nekro-iktidar (necro-power), siyasetinin de bir nekro-politika olduğunun bir diğer kanıtı da SİHA’lar. Sıklıkla dünyadaki başa güreşen bir dron teknolojisine sahip olduğunu belirten iktidar için SİHA’lar sadece bir güç gösterisi değil, aynı zamanda büyüyen bir ölüm ekonomisinin en önemli ihraç ürünlerinin yer aldığı silah pazarının gözdelerinden. GSMH’ye katkı sağlaması bekleniyor ki bu pazarda giderek yukarı doğru da bir ivme çiziliyor.
Aslına dron teknolojisi sadece silahtan ibaret değil, tersine lojistikten yangın gözetimine, tarıma varıncaya kadar pek çok alanda kullanılıyor. Buna mukabil o dronlar kömür havzalarını gözlemlemiyor, yanan ormanları yangından korumuyor (bir felaket kapitalizmi olarak orman yangınları da çok para kazandıran bir iş bu arada), tarım ilaçlaması da dahil birçok başka alanda kullanılmıyor. İktidarın dron politikası bütünü ile Yeni Osmanlıcı alt-emperyalizm tutkusuna dayanıyor. Yani tam bir ölüm iktidarı ve ölüm politikası.
Sonuç olarak Brecht’in diliyle konuşursak, işte değişmesi gereken de bu. Ama sadece parti değil, neoliberal sermaye kulluğunun değişmesi gerekiyor ve görünen o ki şu an bunu yapacak bir kitle partisi de mevcut değil.
[1] “Kömür ile İlgili Beş Çarpıcı Gerçek”, https://www.dogrulukpayi.com/bulten/komur-ile-ilgili-5-carpici-gercek
[2] Achille Mbembe, “Nekro Siyaset”, Ayrıntı Dergi, https://ayrintidergi.com.tr/nekro-siyaset/
[3] Haskaj, F., “From Biopower To Necroeconomies: Neoliberalism, Biopower And Death Economies”, Philosophy and Social Criticism, 44(10), 2018, https://journals.sagepub.com/doi/abs/10.1177/0191453718772596