Cumhuriyetin Erdem ve Erdemsizlikleri

Her gün biraz daha yalnız Robespierre
Ve Fransa biraz uğultulu
Yalnızdır akşamı yok edilen bir subay
Bilinmez ürkütülmüş atları ne çok sevdiği
Her yalnızlık biraz ihtilal
.

Edip Cansever

 

Fransız Devrimi’nin mimarlarından Maximilien Robespierre’in, 5 Şubat 1794’de Kongre’de “Politik Ahlâk Hakkında” yaptığı konuşmanın üzerinden iki asırdan fazla bir süre geçmiş. Robespierre’in “Politik Ahlâk Hakkında” yaptığı konuşmaya, “terör” eylemine yaptığı vurgu nedeniyle, sık bir şekilde “terör” ile ilgili tartışmalarda atıf yapılır. Ancak konuşmanın asıl vurguladığı konu “Cumhuriyet” fikrinin kendisidir. Nitekim “terör” de Cumhuriyeti korumak için başvurulan bir yöntemdir. Konuşmasında Robespierre Cumhuriyeti “demokrasi” fikri ile de eş tutarken, onu bir “erdem” olarak tanımlıyordu:

yani monarşinin tüm ahlâksızlıkları yerine cumhuriyetin tüm erdemlerini ve tüm mucizelerini koymak istiyoruz.  ...

Ne tür bir hükümet bu mucizeleri gerçekleştirebilir? Yalnızca demokratik ya da cumhuriyetçi bir hükümet -bu iki kelime yaygın söylemdeki suiistimallere rağmen eşanlamlıdır- çünkü bir aristokrasi cumhuriyet olmaya monarşiden daha yakın değildir.

Şimdi, halk yönetiminin ya da demokratik yönetimin temel ilkesi, yani onu ayakta tutan ve hareket ettiren temel dayanak noktası nedir? Erdemdir. Yunanistan ve Roma'da pek çok harikalar yaratan ve cumhuriyetçi Fransa'da daha da şaşırtıcı şeyler üretmesi gereken kamusal erdemden söz ediyorum - ulusun ve yasalarının sevgisinden başka bir şey olmayan o erdemden. ...

Cumhuriyetin ruhu erdem ve eşitlik olduğuna göre ve amacınız Cumhuriyeti kurmak, sağlamlaştırmak olduğuna göre, siyasi davranışınızın ilk kuralı, tüm çabalarınızı eşitliği korumak ve erdemi geliştirmekle ilişkilendirmek olmalıdır; çünkü yasa koyucunun ilk kaygısı hükümetin ilkesini güçlendirmek olmalıdır.

Böylece Robespierre bir yandan politika felsefesinin iki bin yıllık “erdemli devlet” arayışını sürdürürken diğer yandan erdemli devletin ne olduğuna dair cevabı Cumhuriyet olarak vermiş oluyordu. Ancak Robespierre’in erdemli Cumhuriyet fikrine ne kadar ulaşabildiği son derece tartışmalıdır. Zira Robespierre yukarıda alıntıladığımız konuşmasından yaklaşık altı ay sonra erdemsiz olması durumunda “ölümcül” olarak nitelediği ve bizzat Cumhuriyeti korumak ve erdemli kılmak için kullandığı teröre kurban gidecek ve giyotinle idam edilecekti. Cumhuriyeti demokrasi ile eş tutmak ve bir erdem olarak tanımlama fikri aslında bize de pek yabancı bir fikir değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 1925’te İzmir’de yaptığı biz dizi konuşmada Cumhuriyeti “hükümet ve millet arasındaki ayrılığın” kalktığı hükümet sistemi olarak açıklıyor ve bir “erdem” olarak tanımlıyordu:

Bugünkü̈hükûmetimiz, teşkilâtı devletimiz doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir teşkilâtı devlet ve hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükûmet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükûmet millettir ve millet hükûmettir. Artık hükûmet ve hükûmet mensupları kendilerinin milletten gayri olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır (14.10.1925 – İzmir, üst düzey devlet memurlarına yapılan konuşma).

Cumhuriyet nedir ve sultanlıktan farkı nedir?

Cumhuriyet fazileti ahlâkiyeye müstenit (ahlâka dayanan) bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir (erdemdir). Sultanlık korku ve tehdide müstenit bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr (erdemli ve namuslu) insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir (14.10.1925 – İzmir, Kız Öğretmen Okulu’nda yapılan konuşma).

Her ne kadar anılarına ve aldığı notlara dayanarak Afet İnan, Atatürk’ün “Cumhuriyet’in demokrasi sistemiyle anlam bulacağı” ifadesini bize aktarsa da, Atatürk’ün söylev ve demeçlerinde Roberpierre gibi demokrasi fikrini Cumhuriyetle eş tuttuğunu ifade etmek gerekir. Nitekim Cumhuriyet yerine demokrasiye nadiren yaptığı atıflardan birinde, demokrasiyi Cumhuriyet yerine kullanmıştır:

Fransa İhtilâli bütün cihana hürriyet fikrini nefheylemiştir (kazandırmıştır) ve bu fikrin hâlen esas ve menbaı bulunmaktadır (esası ve kaynağıdır). Fakat o tarihten beri beşeriyet terakki etmiştir (ilerlemiştir). Türk demokrasisi Fransa ihtilâlinin açtığı yolu takip etmiş, lâkin kendisine has vasf-ı mümeyyizle inkişaf etmiştir (kendisine has özelliklerle gelişmiştir). Zira her millet inkılâbını içtimaî muhitinin (toplumsal çevre) tazyikat (basınç) ve ihtiyacına tâbi olan ve hal ve vaziyetine ve bu ihtilâl ve inkılâbın zaman-ı vukuuna göre yapar. Her zaman ve mekânda aynı hâdisenin tekerrürüne (tekrarına) şahit değil miyiz? Her ne kadar milletlerin ve demokrasilerin teşrik-i mesai etmeleri (bir gaye uğruna ortak çalışması) lâzım ve mümkünse de, iştirak-i mesai (iş ve emek ortaklığı) ancak bir tek gayeye, yani sulhe müteveccih (barışa yönelmiş) ise mümkün ve müfit (faydalı) olur. Bu noktayı idrâk ve tefehhüm etmiyenler (farkına varamayanlar) vücude getirdiğimiz eser hakkında bir fikir ve hüküm hasıl edemezler (8.3.1928, Le Matin gazetesi muhabirine demeç).

Cumhuriyet fikrine dair Atatürk’ün söylev ve demeçlerinden yapmış olduğumuz alıntılar, Nutuk ile karşılaştırıldığında sistematik ve bütünlüklü bir yapıya sahip değildir. Farklı zamanlarda, yerlerde, koşullarda ve farklı hedef gruplara yöneliktir. Bununla birlikte Taha Parla’nın işaret ettiği gibi, Türkiye’deki politik kültürün resmî kaynaklarından birini teşkil eder. Kendi içinde söylev ve demeçler bir tutarlılık barındırır ve Atatürk’ün politik kariyerinin ikinci yarısı hakkında fikir verir.[i] Buradan hareketle iki temel soru sormamız gerektiğini düşünüyorum. Bunlardan ilki cumhuriyetin tek başına bir erdem olup olmadığıdır? Daha düz bir ifadeyle, cumhuriyet tek başına bir erdem olarak nitelendirilebilir mi? Buna bağlı olarak sormamız gereken ikinci soru ise, cumhuriyet eşittir demokrasi midir? Açıkçası günümüzde geliştirilen standartları göz önüne aldığımızda, her iki soruya da toptan bir evet cevabı vermek zor görünüyor.

Günümüzde bir cumhuriyeti erdemli kılacak vasıflar klasik anlamda insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygılı, çok partili parlamenter bir demokrasi olmasından geçiyor. Bu vasıfları kaçınılmaz bir şekilde güncel sorunlara, örneğin iklim değişikliğinin önlenmesi, toplumsal barışa ve eşitliğe nasıl karşılık verdiği takip ediyor.

Bir ülkenin söz konusu vasıfları taşıyıp taşımadığını değerlendiren bazı saygın demokrasi endekslerine baktığımızda ise, en üst sıralarda Norveç, İsveç, Yeni Zelanda, Danimarka, Hollanda gibi ülkeleri görmek biraz kafa karıştırıyor, zira bu ülkelerin hiçbiri birer cumhuriyet değil! Çok partili parlamenter demokrasinin hüküm sürdüğü meşruti monarşiler. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok Cumhuriyet ise ya kusurlu demokrasi ya da otoriter yönetimler kategorisinde. “İslâm Cumhuriyeti”, “Halk Cumhuriyeti” gibi bazı özel sıfatlar taşıyan İran, Çin, Kuzey Kore gibi ülkeler ise zaten “totalitarizm” olarak anılıyor. Ancak demokrasi eşittir monarşi demek de mümkün değil, çünkü mutlak monarşinin ve eşzamanlı teokrasinin hüküm sürdüğü, “sultancı” olarak adlandırılan, Suudi Arabistan ve körfez ülkeleri gibi ülkeler de “demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü” söz konusu olduğunda otomatik olarak saf dışı kalıyor. İnsan haklarına, hukukun üstünlüğüne saygılı çok partili parlamenter sistemi benimsemiş cumhuriyetler de elbette var. Nitekim demokrasi endekslerinde üst sıralarda yer aldığını gördüğümüz Finlandiya, İrlanda, Almanya gibi ülkeler birer cumhuriyet. Peki o halde karşımızdaki manzarayı nasıl açıklayabiliriz?

Öncelikle cumhuriyet rejimine, mutlak monarşi ile karşılaştırıldığında, hakkını vererek başlamak gerekir. Kuşkusuz ki cumhuriyet rejimi mutlak monarşi ya da sultancı rejimler ile karşılaştırıldığında insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygılı çok partili parlamenter demokrasi için verimli bir zemin yaratabilir. Ancak bu verimli zeminde demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünü geçerli ya da işlevsel kılacak zihniyetlere, toplumsal ilişkilere ve kurumlara ihtiyaç vardır. Diğer türlü cumhuriyet rejimini erdemli kılan şey ne Robespierre’in terörü ne de kendisi başlı başına tartışılması gereken “kayıtsız şartsız halkın egemenliği” ya da Atatürk’ün söylev ve demeçlerinde ifade ettiği “hükümetin millet, milletin hükümet” olması retoriğidir. İnsan haklarına, hukukun üstünlüğüne ve çok partili bir parlamenter sisteme kümülatif olarak dayanmayan ve bunun gerekliliklerini yerine getirmeyen hiçbir cumhuriyet erdemli olamayacağı gibi, demokrasi olarak da nitelendirilemez. Elimizdeki bir asırlık Cumhuriyet gibi.

Son yüzyıl tarihi kelimenin tam anlamıyla bir yıkım tarihidir. Ancak bazı ülkeler yaşanan yıkımlardan ders çıkararak tekrarının yaşanmaması için çaba harcarken, diğer bazıları yeni yıkımlar yaratmak peşinde. Türkiye Cumhuriyeti ise ikisinin arasında gidip geliyor. Bu nedenle “hibrit rejim”, “kusurlu demokrasi”, “ılımlı otoriterlik” gibi çok sayıda farklı politik tanımlamalarla anılıyor. Giderek artan oranda “seçimli demokrasi”, “rekabetçi otoriterlik” tanımlarına başvuranlar da var. Kuşkusuz ki bu kavramsallaştırmaların hepsi tartışmaya açık.[ii] Ancak, yüzyıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin hukukun üstünlüğüne, insan haklarına saygılı bir demokratik rejim olmadığı gün gibi ortada. Mevcut idari sistemin, Cumhuriyetin elimizde kalan az sayıdaki erdemi üzerine de ölü toprağı atmasıyla birlikte erdemsizliklerin içinde boğulmak üzere olduğumuz da ortada.

En basit haliyle tek partili Cumhuriyetin Mussolini ve Hitler rejimlerine yakın bir politika izlemesini savunan Recep Peker hükümetini erdemli olarak nitelendirebilir miyiz? “Cumhuriyeti korumak” için yapılan ama yurttaşlarına idam cezasını, işkenceyi, cezaevini mubah gören, verdiği oyları hiçe sayarak Meclisi lağveden askerî darbeler erdemli midir?  Peki darbelerin olmadığı zamanlarda durum farklı mı? Örneğin, seçilmiş vekilleri, belediye başkanlarını, özgürlük isteyen aktivistleri, haber yapan gazetecileri yüksek mahkeme kararlarına rağmen cezaevinde tutan, yargıya açık veya kapalı talimatlar vermekten çekinmeyen, kayıplarını arayan insanların acılarına acı katan, basın kuruluşlarına ceza yağdıran, toprağını korumak isteyen köylülere gaz sıkan, kısacası yurttaşlarına zulüm yapan bir devletin, Cumhuriyet dahi olsa erdeminden bahsetmek mümkün müdür? Bu sorulara verilecek bir cevap varsa, elimizdeki Cumhuriyetin olsa olsa bir erdemsizlikler Cumhuriyeti olabildiğidir. Bu nedenle “Yüzüncü yılında neden coşkulu bir Cumhuriyet kutlaması yapılmıyor?” diye sormak yerine, “Ne yaptık da Cumhuriyeti erdemsiz kıldık?” sorusunu sormak bana daha anlamlı geliyor. Bu son soruya iyi bir cevap bulabilir ve Cumhuriyeti gerçekten de erdemli kılabilirsek, coşkulu bir kutlama da yapabiliriz belki!


[i] Taha Parla, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, İletişim Yayınları, 1991. Türkiye Cumhuriyeti ve kurucusu Atatürk hakkında geniş bir literatüre sahibiz. Bu literatürün önemli bir bölümü “resmî tarih” olarak nitelendirilen bir kapsama giriyor. Ancak bağımsız araştırmacılar ve akademisyenler tarafından resmî tarih anlayışını dışına çıkan ve farklı bakış açıları sunan hatırı sayılır düzeyde çalışmalar da buluyor. Son olarak M. Şükrü Hanioğlu’nun Atatürk: Entelektüel Biyografi başlıklı çalışması Bağlam Yayıncılık tarafından basıldı. Atatürk’ün not defterleri, okuduğu eserlere koyduğu işaretler ve düştüğü notlar, konuşmaları, mülâkatları ve kaleme aldığı kitaplar olmak üzere değişik yerli ve yabancı arşiv belgeleri ile dönem yayınlarına dayanan çalışma daha önce Princeton University Press tarafından İngilizce basılmıştı. Kitabın İngilizcesi hakkında Feroz Ahmad’in kitap eleştirisine şuradan ulaşmak mümkün. Kitabın Türkçe baskısı ise M. Şükrü Hanioğlu’nun İngilizce baskıda yer almayan görüşlerini de içeriyor. Atatürk’ün zihinsel seyrini ve Cumhuriyet hakkında neler düşünmüş olabileceğini anlamak için okunması gereken bir çalışma.

[ii] Taha Parla’nın “’Rekabetçi otoriterlik’ safsatası” başlığı ile T24’te (8 Haziran 2022) bir yazısı yayımlandı. Taha Parla “rekabetçi” ya da “seçimli” otoriterlik kavramlarına son derece şüpheci yaklaşırken, Hasret Dikici Bilgin, Can Cemgil ve Berk Esen hem Taha Parla’ya hem de birbirilerine verdikleri cevaplarla kavramları tartışmaya açtı.