Gizemli sokak sanatçısı Banksy Londra’daki Kraliyet Adalet Sarayı'nın merdivenlerinin hemen dışında yer alan duvara yeni bir eserini daha yerleştirdi. The Associated Press’in haberine göre eser Kraliyet Adalet Sarayı'nın duvarında 8 Eylül 2025 ortaya çıktı. Banksy aynı gün ilerleyen saatlerde eserini Instagram hesabında duvar resmini “Kraliyet Adalet Sarayı. Londra” başlığıyla paylaştı. Eserde yerde yatan, üzerinde kan lekeli boş bir pankart tutan bir protestocu var. Protestocunun hemen üzerinde ise at kılı peruk takmış ve şiddetli bir hareketle tokmağını kaldıran geleneksel bir yargıç yer alıyor. Yargıç protestocuyu elindeki tokmağı kullanarak dövmekle meşgul. The Guardian’ın haberine göre bu eser Filistin yanlısı gösterilere atıfta bulunuyor. Avrupa bölgesinde polisin ve yargının Filistin’de yaşanan soykırımı protesto edenlere gösterdiği şiddet dolu ve sert tavır düşünüldüğünde son derece yerinde bir tespit. Eseri şu anda kültürel ve tarihi bir miras olarak nitelendirilen binayı koruma gerekçesiyle yetkililer kapatmış durumda. Eğer Banksy aynı resmi Londra’daki Kraliyet Adalet Sarayı’nın duvarına değil de Türkiye’deki herhangi bir adalet sarayının duvarına yapmış olsaydı, Filistin protestoları ile sınırlı kalmayacak şekilde, son yıllarda yaşadıklarımızın hal-i pür melali olabilirdi!
Banksy’nin küçük ama görünür, ironik ama yıkıcı “Kraliyet Adalet Sarayı, Londra” eserini ister doğrudan adalet ikonografisini tersyüz eden bir siluet, ister görkemli taş cephenin üzerine iliştirilmiş küçük bir mizah çivisi gibi düşünelim, bize şunu hatırlatıyor: adalet yapılan taş saraylara asılmış tabelalardan ibaret değildir. Nitekim Banksy, yüzyıllık bir mimarinin saygın taşına sprey boyayla dokunarak, “binaya değil, içindeki iktidar ilişkilerine bak” diyor. Teraziyi duvarda değil, kararın ağırlığında; gözü bağlı adaleti heykelde değil, kör olmayan bir tarafsızlıkta aramamız gerektiğini söylüyor. Bizleri, kadim zamanlardan günümüze uzanan, adalet üstüne yapılmış yaklaşık üç bin yıllık tartışmalara geri götürüyor.
Banksy’nin yarattığı çağrışım bugün Türkiye’de daha da yakıcı bir hale geldi. Çünkü Türkiye’de de “adalet sarayı” ile adalet duygusu arasındaki mesafe büyüyor: mahkeme salonlarının görkemi artarken, kararların meşruiyeti sorgulanıyor; kanunun sesi yükselirken hukukun üstünlüğü alçak bir tonda kalıyor. Son yıllarda yargıya yönelen eleştirilerin ortak paydası tam burada düğümleniyor: kanun yoluyla tahakküm—yani hukukun, temel hakların ve özgürlüklerin değil, politik tasarrufun taşıyıcısına dönüşmesi. Banksy’nin taşla boya arasındaki gerilimi, Türkiye’de normla emir arasındaki gerilime benziyor. Duvardaki tabelada görünen adalet ile içeride işleyen adaletin her zaman aynı olmadığını söylüyor. Eğer bir yargı düzeni, eleştirel ifadeyi suç, barışçıl itirazı tehdit, politik rekabeti “düzeni bozma” olarak kodlamaya başlıyorsa, duvardaki adalet tabelası ne kadar sağlam görünürse görünsün, terazinin kefeleri çoktan ayarlanmıştır. Aslında bu durumun İngilizce literatürde bir karşılığı da bulunuyor: bu yazıda, epeyce bir cebelleştikten sonra, “kanun yoluyla tahakküm” olarak çevirmeyi önereceğim “rule by law”.
Kanun yoluyla tahakküm (rule by law) kavramı otoriter rejimler ya da yönetimlerdeki kanun düzenini ifade etmek için, demokratik ve insan haklarına saygılı rejimlerdeki “hukukun üstünlüğü” (rule of law) kavramının karşıtı olarak kullanılageliyor. Kısacası içinde yaşadığınız rejimi ifade ederken, bir lapsus ya da imla kurbanı olur “rule” ve “law” kavramlarını birbirine bağlarken “of” değil de “by” kullanırsanız, sözlükler ne derse desin epeyce farklı bir yöne savrulmuş olursunuz. Nitekim bu yazıda “hukukun üstünlüğü” (rule of law) ve “kanun yoluyla tahakküm” (rule by law) arasındaki ince ama belirleyici farkı, Türkiye’de “yargının politikleşmesi”, “toplum ve politikanın yargı yoluyla dizayn edilmesi”, “hukukun üstünlüğünün ihlali”, vb. kavramlar bağlamında tartışmaya çalışacağım.
Türkiye’de son yıllarda yargı erkinin politikanın etki alanına girmesi hukukun üstünlüğü ilkesine son derece ciddi zararlar verdi. İktidarın, hukuku daha doğrusu bir gecede yazıp ertesi gün meclisten çıkardığı kanunları bir tahakküm aracı olarak kullanarak, muhalifleri baskı altında alma çabası günden güne iyice su yüzüne çıktı. Bu durum, klasik anlamda “hukukun üstünlüğü” (rule of law) idealinin zıddı olan “kanun yoluyla tahakküm” (rule by law) kavramıyla açıklanıyor. Hukukun üstünlüğü, yasaların herkese eşit ve adil uygulanmasını, keyfî iktidar kullanımının engellenmesini içerirken; kanun yoluyla tahakküm, hukukun araçsallaştırılarak iktidarın çıkarlarına hizmet etmesi anlamına geliyor ve daha çok otoriter rejimler veya yönetimler için kullanılıyor. Bu yazıda ilk olarak Carl Schmitt, Gianluigi Palombella ve David Dyzenhaus gibi kuramcıların görüşleri ışığında “kanun yoluyla tahakküm” kavramını tartışacağım. Ardından Tamir Moustafa’nın geliştirdiği kuramsal çerçeveyi kullanılarak, otoriter rejimlerde mahkemelerin işlevleri ekseninde Türkiye’de özellikle son üç yılda yaşanan gelişmeler değerlendirmeye çalışacağım. Bu bağlamda Gezi davası, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş kararları, İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı’na açılan dava, Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) yönelik operasyonlar, Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) yapısı, Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına uyulmaması gibi somut örneklere değineceğim. Ayrıca Dünya Adalet Projesi (World Justice Project) gibi kaynaklardan Türkiye’nin son üç yıldaki Hukukun Üstünlüğü Endeksi (The Rule of Law Index) verileri ile temel hak ve özgürlükler ve yargı bağımsızlığı alanlarında yaşanan gerilemelere değineceğim. Konuyla ilgili kuramsal çerçeve ile güncel gelişmeleri bir araya getirerek, Türkiye’de yargının politikleşmesi olgusunu “kanun yoluyla tahakküm” (rule by law) perspektifinden ele almaya çalışacağım.
Hukukun Üstünlüğü versus Kanun Yoluyla Tahakküm
Hukukun üstünlüğü (rule of law) en basit ifadeyle, devletin ve toplumun hukuk kurallarıyla bağlı olmasını ve keyfiliğin önlenmesini ifade eder. Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu “Hukukun Üstünlüğünü” (rule of law) beş temel ilkeye dayandırıyor. (1) Kanunilik; (2) Hukuki Kesinlik; (3) Gücün Kötüye Kullanımını Önleme; (4) Kanun Önünde Eşitlik ve Ayrımcılık Yapmama; (5) Bağımsız ve Tarafsız bir Adalet Mekanizmasına Erişim. Kanunilik, kanunların herkes için olduğu söyler ve iktidara sınırlar koyar. Hukuki kesinlik ise, kanunlar açık, erişilebilir ve öngörülebilir olmasını ifade eder. Gücün kötüye kullanımını önlemek ise “gücün tek bir otoritenin elinde toplanmasını” önler ve kuvvetler ayrılığı ilkesiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Böylece keyfiliğin önlenmesi için kontroller yapılır. Kanun önünde eşitlik ve ayrımcılık yapmama söz konusu olduğunda, kanunlar herkesi korur ve eşit şekilde uygulanır; ayrımcılık kesin bir şekilde yasaktır. Haklarının ihlal edilmesi durumunda, herkes bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önünde haklarını savunabilir. Tüm bu ilkeler ideal bir hukuk devletini temsil eder. Buna karşılık kanun yoluyla tahakkümün (rule by law) hüküm sürdüğü yerlerde, söz konusu beş temel ilke yerine, kanunlar iktidar sahiplerinin hedefleri için kullanılır; araçsaldır ve sonuç itibariyle hukukun üstünlüğüne zarar verir.
Tarihsel olarak “hukukun üstünlüğü” (rule of law) kavramı genellikle “kişilerin yönetimi” (rule of men) denilen, hukukun olmadığı veya keyfî kararların hüküm sürdüğü yönetim anlayışının karşısına konumlandırılmıştır. Ne var ki modern otoriter yönetimlerin birçoğu, banal zorbalık yerine kanunları kullanarak meşruiyet sağlama yoluna gidebilmektedir. Reuben Balasubramaniam gibi yazarlar, kanun yoluyla tahakkümü (rule by law), hukukun üstünlüğünün patolojik bir hali olarak niteler: Yani meşru hukuki düzenin sınırları zorlanarak gayrimeşru amaçlara hizmet edilir. Jothie Rajah da benzer biçimde, iktidara bağımlı hale gelen ve hakları zayıflatan, devlet gücünün denetimini aşındıran bir “hukuk” biçimi olarak tanımlar. Mark Massoud ise bunu “hukukun üstünlüğünün devlet eliyle kötüye kullanımı” olarak ifade eder. Kısacası kanun yoluyla tahakküm (rule by law), hukukun formunu muhafaza edip içeriğini boşaltarak, iktidara sahte bir meşruiyet kılıfı sağlamaktır.
Kuramsal düzeyde, hukukun üstünlüğü fikrine il güçlü karşı çıkış Nazi Almanya’sının hukuk danışmanı Carl Schmitt’e dayandırılıyor. Carl Schmitt’e göre hukuk, politikadan bağımsız soyut normlar bütünü olmaktan ziyade, egemenin somut iradesini yansıtan bir araçtır. Carl Schmitt’in vurguladığı “norm vs. emir” ayrımı, bize hukukun üstünlüğü (rule of law) ile kanun yoluyla tahakküm (rule by law) arasındaki temel farkı gösterir: Birinde hukuk, iktidarı bağlayan ve sınırlayan normlar bütünüdür; diğerinde ise hukuk, iktidarın her somut olaya dair emirlerini meşrulaştıran bir vasıtaya indirgenir.
Çağdaş kuramcılardan Gianluigi Palombella, kanun yoluyla tahakküm (rule by law) kavramının hukukun üstünlüğünden (rule of law) tamamen kopuk ve ona asimetrik biçimde karşıt bir kavram olarak ele alınması gerektiğini savunur. Gianluigi Palombella’ya göre kanun yoluyla tahakküm (rule by law), hukukun üstünlüğünün (rule of law) içerdiği içsel değerleri (örneğin keyfilik karşıtlığını, temel haklara saygıyı) terk ettiği için, normatif açıdan bütünüyle hukukun üstünlüğüne (rule of law) zıt bir anlayıştır. David Dyzenhaus’a göre, hukukun araçsallaştırılarak aşama aşama boşaltılması, bir noktadan sonra “artık hukukun bile kalmadığı” bir duruma yol açabilir. Öyle ki bir süre sonra “kanun yoluyla tahakküm” (rule by law) iddiası dahi inandırıcılığını yitirir. Bu görüş, hukukun asgari gereklerinin bile yok sayıldığı uç durumlara dikkat çeker ki bu, artık kanunilik kisvesi altında keyfiliğin hüküm sürdüğü bir ortam var demektir.
Sonuç olarak ortada son derece niteliksel bir fark vardır: “Hukukun üstünlüğü” (rule of law), iktidarı sınırlayan ve normatif değerler barındıran bir ilkeler manzumesidir; buna karşın “kanun yoluyla tahakküm” (rule by law ya da Schmitt’in ifadesiyle politik bir hukuk anlayışı), iktidarın iradesini hukukun kılıfı içinde dayattığı, strateji ve yönelimi bambaşka bir yönetim mantığıdır. Türkiye örneğinde son yıllarda yaşananlar, ne yazık ki bu ikinci mantığın güç kazandığına işaret ediyor. Ancak kanun yoluyla tahakkümün (rule by law) işler kılınması için önemli bir mekanizmaya ihtiyaç var: Mahkemelere ya da Yargıya.
Hukukçu ve politika bilimi alanındaki çalışmalarıyla bilinen Martin Shapiro 1980’lerin ilk yarısında, hukuk ve politika, özellikle de mahkemelerin politik sistemlerde taşıdığı rolü inceleyen karşılaştırmalı çalışmalar yapılaması yönünde bir çağrıda bulunmuştur. Bugün bu çağrının karşılık bulduğunu ve mahkemelerin demokratikleşen ülkelerdeki rolü, hukuk ve toplumsal hareketler arasındaki ilişki, uluslararası politikanın yargısallaşması gibi konularda farklı ülkeler ve rejimler hakkında hatırı sayılır düzeyde çalışmalar yapıldığını söyleyebiliriz. Söz konusu çağrının yıllar sonra peşinden giden araştırmacılar arasında Tamir Moustafa ve Tom Ginsburg da yer alıyor. Tamir Moustafa ve Tom Ginsburg’un otoriter rejimlerde mahkemelerin üstlendikleri işlevlerini inceleyen karşılaştırmalı çalışması, Türkiye’yi de içerecek şekilde, bizlere farklı ülke rejimlerden son derece zihin açıcı örnekler sunuyor. Özellikle Tamir Moustafa’nın otoriter rejimlerde yargı ile ilgili işlevsel analizi, konuyu anlayabilmemiz için bizlere son derece faydalı bir çerçeve sunuyor. Aşağıda Tamir Moustafa’nın analizini kullanılarak, Türkiye’de mahkemelerin ya da yargının nasıl araçsallaştırıldığı somut örnekleriyle ele almaya çalışacağım.
Otoriter Rejimlerde/Yönetimlerde Mahkemelerin ya da Yargının İşlevleri
Kanun yoluyla tahakküm olgusunu anlamak için otoriter rejimlerde mahkemelerin üstlendikleri işlevlere odaklanan Tamir Moustafa otoriter iktidarların yargıya belirli bir hareket alanı tanıma nedenlerini beş ana işleve dayandırarak açıklıyor. Buna göre söz konusu beş ana işlev şunlardır;
1) Toplumsal kontrolü sağlamak ve siyasi muhalifleri etkisizleştirmek: Mahkemeler, cezai kovuşturmalar ve davalar yoluyla toplum üzerinde korku ve disiplin oluşturmanın aracı olarak kullanılabilir. Bu işlev, klasik anlamda ceza hukukunun otoriter amaçlarla seferber edilmesidir.
2) Rejime “yasal” meşruiyet kazandırmak: Otoriter liderler, yaptıkları işlemlere hukuki bir kılıf giydirerek hem içeride hem dışarıda meşruiyet iddiasında bulunur. Yani yargı, bir meşruiyet üretim mekanizması haline gelir.
3) Bürokratik uyumu güçlendirmek ve idari denetimi sağlamak: Yargı, devlet bürokrasisinin kendi içinde kanunlara uygun hareket etmesini denetlemek veya rejim içi hizipler arasındaki çekişmelerde hakemlik yapmak için kullanılabilir. İdarenin hukuka uyması sağlanırken, aynı zamanda devlet mekanizmasında aksayan yönler mahkemeler aracılığıyla çözümlenir; böylece rejimin işleyişinde koordinasyon ve kontrol mümkün olur.
4) Ticaret ve yatırımı kolaylaştırarak ekonomik istikrarı desteklemek: Birçok otoriter rejim, yabancı yatırımı çekmek veya ekonomik büyümeyi sürdürmek amacıyla, özellikle ticari anlaşmazlıklarda hukuk güvenliğini sağlamaya çalışır. Mahkemeler, mülkiyet haklarını ve sözleşmeleri koruyarak veya en azından temel ekonomik uyuşmazlıklarda öngörülebilir kararlar vererek, piyasalara bir derece güvence sunabilir. Bu işlev, rejimin ekonomik çıkarlarını ilerletmesi anlamına gelir.
5) Tartışmalı politikaları yargıya devrederek politik sorumluluktan kaçınmak: Otoriter yönetimler, toplumsal açıdan hassas veya tepki çekebilecek kararları doğrudan almak yerine yargıya havale etmeyi tercih edebilir. Böylece mahkemeler, örneğin muhalefetin kapatılması, seçim iptalleri, hak ve özgürlükleri kısıtlayan uygulamalar gibi tartışmalı konularda kararlar vererek, “bu zor kararları yargı verdi, biz değil” diyerek iktidarın kitleler nezdinde hesap vermekten kurtulma stratejisidir.
Tamir Moustafa bu beş işlevi tanımlarken, bunların otoriter rejimlerde yargının alışılageldik “düşük düzeyli uyuşmazlık çözümü” fonksiyonunun ötesinde, rejimin bekası için kritik roller olduğunu vurguluyor. Bana soracak olursanız Türkiye bağlamında Tamir Moustafa’nın öne sürdüğü beş işleve 4,5’ten 5 veririm. Yarım puanlık koyduğum çekince ise birazdan açıklamaya çalışacağım gibi, dördüncü işleve yani “ticaret ve yatırımı kolaylaştırarak ekonomik istikrarı desteklemek” işlevine olur. Şimdi, Türkiye’de son birkaç yılda yaşanan somut gelişmeleri bu beş işlev ekseninde inceleyerek devam edelim.
Türkiye’de Kanun Yoluyla Tahakkümün Son Üç Yıldaki Görünümleri
1) Toplumsal Kontrol: Yargı Eliyle Muhalefetin Bastırılması
Türkiye’de yargının toplumsal kontrol aracı olarak kullanıldığına dair en çarpıcı örnekler, muhalif politikacılar, insan hakları savunucuları ve protestocular hakkında açılan ceza davalarında görülüyor. Gezi direnişi 2013’te yaşandı. Ama hala “ortada bir hayalet dolanıyor”: Gezi hayaleti! Gezi direnişi sırasında iktidara karşı yapılan eylemlerle ilgili açılan davalar 2022’de ağır mahkumiyetlerle sonuçlandı. Üstelik bununla da sınırlı değil. Son üç yılda sonuçlanan Gezi Davası ile Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş, Can Atalay kararları, yargının muhalefeti sindirme amacıyla seferber edildiği yönündeki eleştirileri haklı çıkaran gelişmelerin en somut örnekleri. Bu davalar, iktidarın mesajını net biçimde iletmiş oldu: İktidara itiraz eden, protesto gösterilerine katılan veya destek veren herkes, kanunlar yoluyla en ağır biçimde cezalandırılabilir. Yani yargı, toplumu sindirmek için bir sopa gibi kullanıldı ve barışçıl protestolar bile hükümeti devirmeye teşebbüs gibi ağır suçlamalarla ilişkilendirilip cezalandırıldı. Yargının muhalefeti bastırmak amacıyla kullanılmasına son örnek, 2024 yerel seçimlerinden sonra büyük bir ivme kazanan ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yeni yönetimi oldu. Hem CHP’nin genel merkezine hem de yereldeki en büyük örgütü İstanbul yönetimine yönelik, yargı yoluyla kongre iptali ve seçilmişlerin yerine kayyum atama girişimleri bunun en somut örnekleri oldu.
Yargının muhalefeti baskılama amacıyla kullanılması sadece yukarıda andığımız örnekle sınırlı değildir. Gazetecilere, akademisyenlere ve hükümeti eleştiren sıradan yurttaşlara karşı açılan terör propagandası, Cumhurbaşkanına hakaret ve benzeri davalar da son yıllarda patlama yapmıştır. Buna başta LGBTİ+ alanın çalışan sivil toplum örgütleri olmak üzere, sivil toplumu dizayn etme girişimlerini de eklemek gerekir. İşte bu ortam, kanun yoluyla tahakküm konseptinin tam da tanımladığı tabloyu çiziyor: Hukukun şeklen işletilip, özünde toplumun hareketsizleştirilmesini (Foucault’nun tabiriyle immobilizasyon) sağlıyor. Bu durumsa insanlar meşguldür ama zararsızdır; ses çıkarmadan işine gücüne bakar, zira aksi takdirde hukuk ve düzen adına “zararlı faaliyet” içinde olmakla suçlanıp cezalandırılabileceklerini bilirler. Nitekim Türkiye’de yakın zamanda yapılan bir araştırmaya katılanların üçte ikisi “mahkemelik olduğu takdirde haksızlığa uğramaktan” korkuyor.
2) Politik Meşruiyet ve Hukukun Araçsallaştırılması
Otoriter yönetimler, hukuku yalnızca ceza sopası olarak kullanmakla kalmaz, aynı zamanda kendilerini meşrulaştırmak için de kullanırlar. Bu söylem, fiiliyatta yargının politikanın güdümünde olduğu gerçeğini gizlemeye yöneliktir, ancak iktidar kendi tabanına ve dünyaya mesaj verirken hukuku bir meşruiyet kalkanı olarak kullanmaktadır.
Örneğin Avrupa Konseyi veya Avrupa Birliği, Osman Kavala ya da Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılmasına yönelik çağrılar yaptığında, Ankara’nın cevabı yargı süreçlerine müdahale etmeme ilkesinin arkasına sığınmak olmuştur. Oysaki, aynı iktidar sahipleri daha önce AYM’nin kararlarına saygı duymayacaklarını ve hatta AYM’nin kapatılması gerektiği yönünde açıklamalarda bulunmuştu. Yani hukuk, iktidarın işine gelen sonuçları üretince “bağımsızdır”, gelmeyince “düşman dış güçlerin etkisindedir” gibi ikircikli bir dil kullanılarak, hukukun araçsallaştırılması meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Bir diğer boyut ise içeride meşruiyet sağlama çabasıdır. Bu konuda yasa veya kararname çıkarmak gibi oldukça kapsamlı ve keyfî tasarruflar uygulandı. Hukuk, bir baskı aracı olarak işlev görürken aynı anda iktidar bu baskıyı “kanunların emrettiği” bir gereklilik gibi sunabilmiştir. Bu konu aynı zamanda beşinci işlevle yani tartışmalı konuların yargıya devri ile de yakından bağlantılıdır.
İktidarın yargıyı meşruiyet için kullanmasına dair son somut bir örnek İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 2019 seçimlerinin iptal edilmesiyle ilgili sözleri nedeniyle 2022’de hakkında verilen hükümde görüldü. Hükümde verilen hapis cezası ve “politika yasağını”, 2024 yerel seçimleri sonrasında başta İBB ve Ekrem İmamoğlu olmak üzere CHP’li Belediyelere ve belediye başkanlarına yönelik operasyonlar takip etti. Bunun için özel savcılar atandı. Ancak iktidar açılan soruşturmalar ve davalarla hiçbir ilgisi olmadığını, yargının bağımsız olduğu argümanını ileri sürdü. Görüldüğü üzere, açık bir şekilde politik rakibi tasfiye etmeye yönelik bir dava dahi iktidar tarafından hukuki meşruiyet söylemiyle sunuldu. Bu, tam anlamıyla hukukun araçsallaştırılması demektir: İktidar yargıyı menfaatine kullandı, sonra da ortaya çıkan sonucu meşrulaştırmak için yine hukuka gönderme yaptı.
3) İdari Denetim: Yargı Bağımsızlığının Erozyonu ve HSK’nın Rolü
Otoriter rejimlerin yargıyı kullanma biçimlerinden biri de yargı teşkilatını kontrol altında tutarak, hem yargıçlar üzerinde disiplin tesis etmek hem de devlet bürokrasisine gözdağı vermektir. Türkiye’de özellikle 2017 anayasa değişikliği sonrasında oluşturulan Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) yapısı, yargı bağımsızlığını zayıflatan en kritik kurumsal değişikliklerden biri olmuştur. Bunun sonucu olarak yargıçlar ve savcılar, karar alırken bağımsız şekilde vicdani kanaatlerine göre değil, kariyerlerini ve başlarına gelebilecekleri düşünerek hareket etmek zorunda kalmaktadır. Zira iktidarın rahatsız olacağı bir karar veren hâkimin, ertesi hafta HSK kararıyla sürülebileceği veya pasif göreve alınabileceği yaygın bir beklentidir.
HSK’nın yapısı ve uygulamaları, yargı üzerinde idari denetim işlevinin Türkiye’deki en temel yapısı niteliğindedir. HSK eliyle, hükümet yargı üzerinde adeta “Demokles’in kılıcını” sallandırmaktadır. Kuşkusuz, böyle bir direnç ancak politik otoritenin zımni onayıyla mümkündür. Mesaj şudur: AYM dahi olsa, rejimin politik çıkarlarına ters bir karar verirse uygulanmayabilir. Bu yaklaşım, hukuk devletinin temelini sarsan bir gelişmedir; zira normlar hiyerarşisi içinde en üst normu uygulamayan alt dereceli mahkeme örneği, bağımsız yargı ilkesinin iflasının resmidir.
Bunun yanı sıra, alt mahkeme hakimlerine yönelik HSK hamleleri de idari denetimin araçlarındandır. Bu da yargının özdenetim (oto-kontrol) mekanizmasıyla idareye uyumlu hale gelmesi anlamına gelir. İdari denetim boyutunda vurgulanması gereken bir diğer alan, yerel yönetimler ve bürokrasi üzerinde yargı sopası kullanılmasıdır. 2019 yerel seçimlerinde bazı büyükşehirlerin muhalefete geçmesiyle beraber, bu belediyelere yönelik yoğun bir teftiş, soruşturma ve dava furyası başlatıldı. Bu durum 2024 yerel seçimlerinden sonra daha da ağırlaştı. Muhalif bir bürokrat veya yerel yönetici iseniz, her an hakkınızda bir soruşturma açılıp mahkeme kararıyla meslekten menedilebilirsiniz mesajı verildi. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında yukarıda bahsedilen davalar da bu bağlamın bir parçasıdır: Merkezi iktidar, yargı eliyle büyük bir belediyeyi kazanan muhalif figürü tasfiye etmeye girişmiştir. Yani, yargı sadece bireylere ceza vermek için değil, muhalefetin yönettiği kurumları işlevsiz hale getirmek veya geri almak için de kullanılmaktadır. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu davasında yerleri değiştirilen yargıçlar somut örneklerdir.
Bütün bu tablo, Türkiye’de yargı bağımsızlığının dramatik çöküşünü ve yargının idari denetim aracı haline gelişini göstermektedir. Bağımsız olması gereken yargıçlar, terfi ve atamalarının tek merci olan HSK’nın politik yapısı nedeniyle bağımsızlıklarını fiilen yitirmiştir. Yargı, iktidarın elinde, bürokrasiyi ve toplumu hizaya sokmanın bir aracı kılınmıştır. Mevcut hukuk sürgünü ve soruşturmayı onurlu yargıç ve savcıların varlığı ile sekerek ilerleyebiliyor.
Ekonomik Boyut: Yargı, Yatırım Ortamı ve İhale Düzeni
Tamir Moustafa’nın öngördüğü işlevlerden biri, otoriter rejimlerin yargıyı ekonomik istikrar ve yatırım güvenliği için kullanmalarıdır. İktidar, ekonomik alanda hukuku tamamen göz ardı etmek yerine seçici biçimde kullanmayı tercih etmektedir. Büyük altyapı projeleri ve kamu ihalelerinde yasal çerçeveler iktidarın istediği firmalara avantaj sağlayacak şekilde düzenlenmektedir. Danıştay, büyük projelerde (Kanal İstanbul, nükleer santral, otoyol ihaleleri, madencilik vb.) yurttaş ve çevre örgütlerinin iptal taleplerini çoğu zaman reddederek idarenin kararlarını onamıştır. Bu da yargının, ekonomik konularda da iktidarın önünü açacak şekilde davrandığını gösterir. Kanunların düzenlenişi de buna eşlik eder. Bunun için yaklaşık 200 kez değiştirilen “Kamu İhale Kanunu” örnek vermek yeterli olacaktır.
Ticari uyuşmazlıklar ve yabancı yatırımcıyla ilgili konularda, Türkiye hala bir miktar hukuki güvenilirlik algısını korumaya çalışmaktadır. Ancak bunun da sınırları vardır. Hiçbir sürdürülebilirliği olmayan “gel çıkar, insani sömür, doğayı tahrip et, sonra gidersin” formülüyle çalışan madencilik sektörü gibi ya da beton sektörü örneklerinde tanıklık ettiğimiz gibi, yargı Tamir Moustafa’nın işlevini fiilen yerine getirmektedir. Buna karşılık TÜSİAD yöneticileri ya da iş insanı Osman Kavala örneğinde olduğu gibi, iktidar diğer iş insanlarına da “politika ile mesafeni koru, yoksa sen de hedef olabilirsin” mesajı vermiştir. Bir diğer önemli örnek ise iş insanı Aydın Doğan örneğinde somut olarak gördüğümüz medya sahipliğidir. Ancak medya sahipliğinin doğası gereği, diğer iş dünyasından farklı olarak politika ile zaten iç içe geçmiş olduğunu da yeri gelmişken belirtmek gerekiyor. İktidara muhalif bir çizgin varsa, baskıyı göze alman gerekir. Baskıyı göze alamıyorsan iktidar yanlısı olman gerekiyor. Kısacası yargının kontrolünü ele geçirmek gibi, medyanın kontrolünü de ele geçirmek, ticaretin ve ekonominin çok daha ötesine geçen bir anlam taşıyor ve tek başına ayrıca ele alınıp incelenmesi gerekiyor. Ayrıca bu durum “işçi haklarına, doğaya saygı duymak, rüşvet gibi yolsuzlukları kabul etmemek” gibi bazı evrensel ilkelere uygun davranmak isteyen ya da bu yöndeki yükümlülüklerini yerine getiren yerli ve yabancı sermaye için de geçerli görünüyor. Türkiye’yi terk eden veya Türkiye’ye gelmeyen yabancı sermaye bunu söylemek mümkün görünüyor. Bunlar Tamir Moustafa’nın tespitlerine koyduğum yarım puanlık çekincenin temel nedenidir. Ayrıca, yargının Ekrem İmamoğlu ve CHP kurultayları hakkında verdiği kararların kurlarda ve borsada yarattığı olumsuz dalgalanmalı da bu kapsamda düşünmek gerekir. Kısacası bazı durumlarda ters etkiler ya da iktidar diliyle söyleyecek olursa “şoklar” söz konusudur.
Dünya Adalet Projesi’nin (World Justice Project) 2024 Hukukun Üstünlüğü Endeksi verilerine göre, Türkiye “Düzen ve Güvenlik” faktöründe 142 ülke arasında 70. sıradadır. Ancak “Düzen ve güvenlik” altındaki nispi iyi sıralama daha çok suç oranlarının “görece” düşük olması ve terör eylemi olaylarının azalmasıyla ilgilidir; yargının ekonomik uyuşmazlıkları çözmedeki etkinliğiyle değildir. Bunun ekonomi üzerindeki yansıması, sözleşme yapmanın, mülkiyet hakkını korumanın ve alacak tahsil etmenin güçleşmesidir. Dolayısıyla ekonomik alanda da hukukun üstünlüğü zayıfladığında, refah ve istikrar zarar görür. Türkiye’nin yaşadığı yüksek enflasyon, kur dalgalanmaları gibi ekonomik sorunların tek sebebi hukuki güvensizlik olmasa da öngörülemez yargı ortamı yatırımcı algısında olumsuz bir faktördür.
Tamir Moustafa’nın teorisi bağlamında bakarsak, Türkiye’de iktidar, yargıyı kullanarak kısa vadede ekonomik çıkarlarını korumaya çalışsa da kanun yoluyla tahakküm uygulamalarının ekonomik maliyeti de ortaya çıkmaktadır: Hukukun politikanın emrine girmesi, sadece adalet duygusunu değil, ekonomik refahı da zedelemektedir.
4) Tartışmalı Kararların Yargıya Devri: Politik Riskten Kaçınma Stratejisi
Türkiye’de iktidarın bazı kritik ve tartışmalı konuları yargıya havale ederek sorumluluk almaktan kaçındığı durumlar da gözlemlenmektedir. İktidar böylece hem hedefine ulaşır hem de “bu kararı biz değil, mahkeme verdi” diyerek siyasi maliyeti azaltmayı amaçlar.
Bunun güncel bir örneği, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) kapatılması davasıdır. Bu sayede, eğer HDP kapatılırsa iktidar “kararı yargı verdi” diyebilecek; kapatılmazsa da “yargı takdiri böyleymiş” diyerek sorumluluktan kaçınabilecektir. Dava halen AYM’de sürüyor ve iktidar kanadı, AYM’yi açıkça etkilemeye çalışsa da nihai kararın yargıda verilmesi sayesinde kendini formel olarak sürecin dışında tutmaya gayret ediyor. Benzer biçimde, 2019 İBB Başkanlığı seçiminin iptali de tartışmalı bir karardı ve bunu iktidar Yüksek Seçim Kurulu (YSK) eliyle yaptırdı. Yani büyük bir politik kumarı, bir yargısal kurum olan (ve yargıçlardan oluşan) YSK üzerinden oynadı. Bunun son örneği CHP’nin 38. Olağan İstanbul İl Kongresi'nde seçilen yönetimin görevden uzaklaştırılması kararına ilişkin karar hakkında oldu. Adalet Bakanı, CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in "tanımıyoruz" açıklamasının hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacağını belirterek, yargı kararına uymanın hukuk devletinin gereği olduğu yönünde açıklamalarda bulundu. Bunun son örneği 15 Eylül 2025’te ertelenen CHP kurultay davasında son derece açık görüldü: “yargı burada tek amir” olarak yansıtıldı.
Tüm bu örnekler, iktidarın kritik hamlelerde yargıyı bir tampon bölge olarak kullandığını gösteriyor. Bu da yine kanun yoluyla tahakküm kavramının özüne uygun düşüyor: Kanun var, mahkeme var ama neticede ortaya çıkan, hukukun üstünlüğü idealiyle taban tabana zıt bir tahakküm pratiği.
Hukukun Üstünlüğünün Gerilemesine Dair Veriler ve Göstergeler
Türkiye’de hukukun üstünlüğündeki erozyon, sadece anekdotlara veya gözlemlere dayanmıyor; uluslararası karşılaştırmalı endeksler de bu gerilemeyi niceliksel olarak ortaya koyuyor. Dünya Adalet Projesi (World Justice Project- WJP) Hukukun Üstünlüğü Endeksi (HÜE), ülkelerin hukuk devletine uyumunu birçok boyutta ölçen saygın bir çalışmadır. 2022 ve 2023 raporlarına göre Türkiye, endekste değerlendirilen yaklaşık 140 ülke arasında son sıralarda yer almaktadır. Üstelik Türkiye, üst-orta gelir grubundaki 41 ülke içinde de 38. sırada, yani yine en altlardadır. Bu veriler, ekonomik gelişmişlik düzeyine kıyasla hukukun üstünlüğünde ciddi bir açığın olduğunu ortaya koymaktadır.
HÜE’nin alt kırılımları incelendiğinde Türkiye’nin en kötü performans gösterdiği alanlar Temel Haklar ve Yargı Bağımsızlığıyla ilgili kısımlardır. Özellikle Temel Haklar endeksinde 2016’dan bu yana Türkiye’nin ciddi düşüş yaşadığı, Hükümetin Yetkilerinin Sınırlandırılması (kuvvetler ayrılığı) endeksinde de büyük erozyon olduğu vurgulanmaktadır. HÜE’ye göre Türkiye, 2015 sonrasındaki küresel “hukuk devleti resesyonundan” en olumsuz etkilenen ülkelerden biridir.
Benzer şekilde, the Ekonomist Intelligence Unit tarafından hazırlanan “Demokrasi Endeksi”, Gothenburg Üniversitesi V-Dem Enstitüsü’nün “Demokrasinin Çeşitleri Endeksi”, Bertelsmann Stiftung’un Dönüşüm ve Sürdürülebilir Yönetişim Endeksleri gibi dünyanın belli başlı saygın endekslerinde, Türkiye temel hak ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü, demokratik katılım konularında en alt sıralarda yer almaktadır.
Özellikle yargı bağımsızlığındaki gerileme üzerine çok sayıda uluslararası rapor ve karar bulunmaktadır. En basit haliyle Osman Kavala kararında görüldüğü gibi, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi AİHM kararlarına uymayan Türkiye hakkında ihlal prosedürünü başlatmıştır. Bu türden kararlar Avrupa Konseyi’ne üye ülkeler arasında nadir rastlanan sert kararlardır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Özetle, sayısız gösterge Türkiye’de hukuk devletinin ağır bir kriz içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle, 2000’lerin başında AB reformları kapsamında en azından kağıt üstünde hukuki reformalar yapan Türkiye, bugün hukukun üstünlüğü açısından askeri darbe dönemlerini dahi aratır hale gelmiştir. Bu, kanun yoluyla tahakküm düzeninin kurumsallaşmasının ağır neticeleridir.
Sonuç
Türkiye’de son yıllarda yargının politikleşmesi, hukukun üstünlüğü ilkesinin yerine “kanun yoluyla tahakküm” pratiğinin egemen olmasıyla sonuçlanmıştır. David Dyzenhaus’un uyarısını yaptığı o kritik eşiğe de yaklaşıldığı söylenebilir: Hukukun araçsallaştırılması öylesine ileri gitmiştir ki, artık hukuk dili dahi inandırıcılığını yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Zira sokaktaki yurttaştan muhalif politikacıya kadar geniş bir kesim, yargı kararlarının adaletten ziyade talimata dayandığı kanaatine varmış durumdadır.
Tamir Moustafa’nın tanımladığı otoriter yargı işlevlerinin hemen hepsi, Türkiye’nin güncel pratiğinde karşımıza çıkmıştır: Mahkemeler muhalifleri etkisizleştirmenin aracı kılınmış (Gezi davası, Kavala, Demirtaş örnekleri); rejime meşruiyet üretme sahnesi olarak kullanılmış (politik davaların hukuk kisvesi altında yürütülmesi); bürokrasi ve yargı üzerinde denetim sopası işlevi görmüş (HSK marifetiyle yargı kontrolü, kayyım uygulamaları); ekonomik alanda hukukun rasyonel kullanımından ise ziyade, hukukun keyfi kullanımı nedeniyle ekonomide güvensizlik ortamı oluşmuştur. Tartışmalı pek çok karar yargı sayesinde alınmış, böylece iktidar hedeflerine mahkeme kararı arkasına saklanarak ulaşmıştır.
Bu tablonun sonuçları hem ülke içi hem uluslararası düzeyde ağır olmuştur. Ülke içinde adalet duygusu zedelenmiş, geniş halk kesimlerinde yargıya güven dip yapmıştır. Avrupa Birliği ile üyelik müzakereleri fiilen donmuştur; demokratik değerlerden uzaklaşma eleştirileri sürekli gündeme gelmektedir. Yatırımcılar, hukuk güvenliğinin olmadığı bir ülkeye temkinli yaklaşmakta, bu da ekonomik durgunluğa katkıda bulunmaktadır.
Tüm bunlar, Türkiye’nin bir an önce hukukun üstünlüğü idealine geri dönmesinin ne kadar hayati olduğunu göstermektedir. Hukukun üstünlüğü, yalnızca hukuki bir ideal değil; aynı zamanda toplumun her kesiminin kendini güvende hissetmesinin, hak arama yollarının açık olmasının, keyfî muameleye maruz kalmamasının garantisidir.
Türkiye’nin son üç yıldaki deneyimi, hukukun üstünlüğünün zıddı olan bu “kanun yoluyla tahakküm” halinin bir ülkeyi nasıl kuşattığını gözler önüne sermiştir. Baroların, insan hakları örgütlerinin mücadelesi; muhalefet partilerinin ve sivil toplumun hukukun üstünlüğünü yeniden tesis etme çabaları; hatta 2023 seçim kampanyalarında sıkça vurgulanan “yargı bağımsız olacak” söylemleri bu özlemin yansımasıdır.
Sonuç olarak, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygılı bir demokrasi, keyfiliğe değil, adaletin varlığına dayanır. Adaletin var olması ise, hukukun üstün kılındığı; kanunların şahısların tahakküm aracı olmadığı, yargının gerçekten bağımsız ve tarafsız olduğu bir sistemle mümkündür. Bu sosyal adaleti ve toplumsal barışı da temin edecek en makul yoldur.
Türkiye’nin önümüzdeki dönemde hukuk devletini yeniden inşa edip edemeyeceği, sadece yargı alanının değil, demokrasinin geleceğini de belirleyecektir. Hukukun gerçekten hukuk olabilmesi için ise, üstünlerin değil, kuralların ve adaletin üstün olduğu bir rejimle mümkün görünmektedir. Karşılıklı bağımlılık ve ilişki gereği bunun tam tersi de geçerlidir. Bunun yolu mahkeme salonlarından ziyade, özgürlük ve eşitlik için verilen ve verilecek olan sıkı ve zorlu bir politik mücadeleden geçiyor görünmektedir.
KAYNAKÇA
Moustafa, Tamir. & Ginsburg, Tom. Rule by Law: The Politics of Courts in Authoritarian Regimes. Cambridge University Press. 2008.
Waldron, Jeremy. "The Rule of Law", The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Fall 2023 Edition), Edward N. Zalta & Uri Nodelman (ed.),
<https://plato.stanford.edu/archives/fall2023/entries/rule-of-law/>.Cheesman, Nick.
Opposing the rule of law: how Myanmar’s courts make law and order. Cambridge University Press. 2015. Özellikle “kanun yoluyla tahakküm” (rule by law) hakkındaki literatürün taramasını içeren birinci bölüme bakınız.
Schmitt, Carl. Kanunilik ve Meşruiyet, Çev. Mehmet Cemil Ozansü, İthaki Yayınları. 2018.
Göztepe, Ece. “Bir Klasik Eser Olarak Carl Schmitt’in “Anayasa Öğretisi””. İstanbul Hukuk Mecmuası, c. 73, no. 1, 2015, s. 129-180.
https://doi.org/nullDyzenhaus, David. The Constitution of Law: Legality in a Time of Emergency. Cambridge University Press. 2006.
Dünya Adalet Projesi (WJP) Rule of Law Index, Türkiye 2024, http://worldjusticeproject.org/rule-of-law-index/global/2024/T%C3%BCrkiye/





