Buyruk sözcüğünün siyasi literatürde yankılanması, olması beklenen tepki ve değerlendirmelerden uzak, fazla üzerinde durulmadan geçiştirildi. Bu sözcüğün kullanımının, kimilerince dil sürçmesi ya da lapsus olarak nitelendirilmesini bir safdillik olarak mı algılamalıyız; yoksa muhalif zihinlere yerleşen günlük siyaset dilinin, sürekli yüzeyde gezinme alışkanlığının, şimdilerde vasatı bile tutturamama noktasına gelmesinin bir sonucu olarak mı? Buyruk, ağızdan kaçmış, sıradan, rastgele seçilmiş bir sözcük değil oysa. Bilinçle kullanılmış, büyük olasılıkla yönetim otoritesinin bir üst sürüme geçme arzusunun, artık iyiden iyiye açığa çıkan, barizleşen belirtilerinden biridir. Bu durumu anlayabilmek için, her şeyden önce sözcüğün arkeolojik bağlamda kavranması gerektiğini düşünüyorum. Arkeolojinin, tarihin, geçmişin araştırılmasından ibaret olmadığını, şimdiyi anlamanın bir imkânı olarak da düşünülebileceğini unutmamalıyız. Foucault, tarihsel soruşturma, şimdiye dönük sorgulamanın geçmişe düşürdüğü gölgeden başka bir şey değildir mealinde yazmıştı zaten.
Agamben’in, 2012’de Münih’te verdiği bir konferanstaki notlarından bir kitapçık (Buyruk Nedir?, Ketebe Yayınları) haline dönüştürülen yazılar önemli ve tartışmaya değerdir. Konuyu arkeolojiden başlatır Agamben: “Arkhe sözcüğü, başlangıç, köken, ilke gibi anlamları dışında, buyruk (commandent), emir anlamına da gelir. Bu durumda arkho fiili, başlamanın yanı sıra buyurmak, dolayısıyla lider olmak anlamlarını da içerir.” Buyruk, her şeyden önce sorgulanamaz bir otoritenin söylemidir. Kutsal kitaplar başlangıçta sözün olduğunu söyleseler de, tam bir tanım değildir bu. Tanrı da “ol” diyerek yaratmıştır her şeyi. Hiç kuşkusuz bir buyruktur bu. O büyük gücün buyruğu. Şöyle diyor Agamben: “Bence bu meşhur açılışın daha doğru tercümesi, ‘Başlangıçta Söz Vardı.’ değil ‘Buyrukta’ -yani emir formunda- Söz vardı olabilirdi. Eğer bu tercüme baskın gelseydi pek çok şey daha açık olurdu; sadece teolojide değil, aynı zamanda ve özellikle siyasette.” Siyasi otorite, niye talimat sözcüğüyle yetinmeyip, dilini “buyruk” deyişiyle bir üst sürüme yükseltti; mesele burada. Talimat, bir yöneticinin vereceği, sorgulanabilir, gerekirse itiraz edilebilir bir söylem olarak, belli ki iktidar ihtiyacını yeterince karşılamıyor artık. Oysa buyruk, tarihi, mitolojik, dahası kutsal bir kökene bağlanır. Sorgulanamaz, itiraz edilemez, yalnızca yerine getirilir. Talimat yöneticinin, buyruk ise hükümranındır.
Aristoteles, her söz, her logos apofantik (gösteren, bildiren) değildir der. Yani doğruyu, yanlışı beyan etmez kimi sözler. Buyruk, dua, dilek sözleri ne doğrudur, ne de yanlış. Belki bu nedenle apofantik olmayan söz, uzunca bir zaman felsefenin ilgi alanına girmemiştir. Daha çok hukuk ve ahlâk çerçevesinde bakılmıştır bu sözlere. Yalnızca arzu, istek ifadesi olarak nitelendirilmiştir. Ancak iktidar sahibinin kullandığı bağlamda buyruk, kavramsal olarak farklılaşmıştır. Yalnızca yapılması gereken olmaktan çıkmış, buyuranı da göstermektedir. İktidar sahibi tek buyuran olarak, kendini işaret etmekte, diğer tüm yöneticileri flulaştırmaktadır. Bunun bugüne kadar beyandan ziyade tavır olarak gösterilmesi, ancak örtük bir dille seslendirilmesi, büyük olasılıkla hazır olunup olunmadığıyla ilgili bir kaygının uzantısıydı. Anlaşılan o ki, hazırlık sürecinin sonuna gelinmiş, ilk işaret fişeği atılmıştır.
Burada bir kez daha Agamben’in söz konusu konferansta söylediklerine kulak kabartmak lazım: “Psikanaliz dilini kullanırsak bunun anlamı şudur: Bastırılmışın bir nevi geri dönüşüyle din, büyü ve hukuk – ve onlarla birlikte, şimdiye kadar gölgede kalan apofantik olmayan tüm bir söylem alanı – aslında laik ve seküler toplularımızın işleyişini gizlice idare etmektedir.” Bunu biraz açalım: Buyruk ya da emir ilk ağızda otoritenin baskısını hatırlatacağı için, bu biçimde dile getirilmez. Güvenlik başlığı altında (bir başka deyişle beka) daha çok öğüt, uyarı biçiminde aktarılır. Agamben bunu şöyle ifade ediyor: “Öyle ki bir emre itaat, bir iş birliği biçimini ya da çoğunlukla kendi kendine verilen bir buyruk biçimini alır.” Apofantik olmayan söz kendini bir başka biçime sokarak, toplumları yönetmenin aracına dönüşmüştür. Sizden sadece işbirliği yapmanız istenmekte olsa da, bu öğüdün, telkinin biçim değiştirmiş bir emir olduğu, uyulmaması durumunda her şeyden önce güvenlik sorununa yol açacağının ima edildiği açıktır. Bu form başta siyaset olmak üzere, giderek tüm söylem alanlarında ve dünyanın her bölgesinde egemen olmuş ve yaygınlaşmasını artan bir ivmeyle sürdürmektedir.
Konuyu daha iyi anlayabilmek için dispozitif kavramı üzerinde de durmak gerek sanırım. En basit tanımlamayla dispozitif, özneleştirme biçimleri üreten bir makinedir. Teknoloji bağlamında düşünecek olursak, akıllı telefon örneğinde olduğu gibi, kullanan özne her şeyi kendisinin idare ettiğine inanır. Basması gereken düğmelere basar. Oysa bu özne, söz konusu dispozitifin içinde kaydedilmiş yapısal buyruğa uymaktan başka bir şey yapmamaktır. Karşılaştığı şey bir özneleştirme biçimi, daha doğrusu formudur. Özneleştirme mekanizması, özne düğmelere bastıkça yönetim makinesine dönüşür. Özneleştirme yöntemi başarısız olursa, yönetim makinesi, şiddete, ağır kısıtlamalara, kaba kuvvete dönüşür. Neoliberal sistem, bu özneleştirme makinesini, şu âna kadar istediği biçimde işletmiştir. Agamben bu durumu şu cümleyle kristalleştirir: “Demokratik-teknolojik toplumların özgür yurttaşı, bir buyruk verdiği jestin kendisinde durmadan itaat eden bir varlıktır.”
Foucault, bilgiyi iktidarla birlikte anar. Ancak bilginin toplum tarafından değil, iktidar tarafından üretilmesi durumunun bir sorunsal olduğunun da altını çizer. İktidar tarafından üretilen her bilgi, tümüyle pragmatiktir. Bu bilgi, bir güç olarak birey özgürlüğünü baskılamak amacıyla iktidar tarafından bizzat üretilmiştir. Baskıcı iktidarlar, bilimsel bilgiyi devre dışı bırakıp, çok zorunlu olmadıkça asla başvurmazlar. Foucault’ya göre bu biçimde yöneten iktidarlar, bilimsel bilgi yerine, mitler üzerinden indirgedikleri, içerik olarak niteliksiz bilgi mekanizmalarına başvururlar. Bilim sözcüğü yerine ısrarla “ilim” sözcüğünün kullanılması buna iyi bir örnek teşkil eder sanırım. Gelenek, tarih, dinsel mitler üzerinden üretilen içeriksiz anlatılar, bilgi olarak sunularak, toplum zihnine yerleştirilir. Çağdaş söylemler karşısında içerik yetersizliğinin neden olduğu anlatım zaafları, geçmişe, geleneğe, dinsel kaynaklara bağ atarak kutsallaştırılır; faiz-nas ilişkisinde olduğu gibi. İktidar, bu biçimde ürettiği bilgiyle karşı çıkan her kişi ve kurumu kutsala karşı çıkma alanına hapseder. Bu sistem çalışmadığında ise, yeni bir bilgi üretilerek, pragmatizm gereği, bir önceki ilga edilir.
İktidar sahibi sık sık erdemli olmaktan söz eder. Ancak bunu itaat ve edilgenlik parantezine alır ve sloganlaştırır (yerli ve milli). Nietzsche, bu tür bir erdem anlayışının kişiyi küçük düşürücü olduğu konusunu dile getirmişti. İtaat, bireysel ve toplumsal zemin üzerinde tartışılabilecek, çok katmanlı bir kavramdır. Stanley Millgram itaati şöyle tanımlar: “Bireysel anlamı politik bir amaca bağlayan psikolojik bir mekanizma.” Burada bir gönüllü boyun eğme, rıza, tabi olma, bir otoriteyi kabullenme söz konusudur. Bu otorite bir kurumsa (devlet, şirket gibi) talimatlar alınır, uygulanır, organizasyon dişlileri döner, aksayanlar değiştirilir. Talimatlar, sisteme uygun olup olmadığı doğrultusunda, sorgulanabilir ve revize edilebilir. Ancak otorite bir şahıs olduğunda, bir sistemden değil, emirler manzumesinden söz etmek gerekir. Verilen emir sorgulanamaz, revize edilemez, birebir uygulanır. Bir değişiklik olacaksa, buna yalnızca iktidar sahibi karar verir. Bu durumda talimat yerini buyruğa bırakmıştır. Bir buyruğun geçerli olabilmesi için, o buyruğun yerine getirilmesini sağlayacak kişilerin olması, onların da buyruğa itaat etmesi gerekir. Aksi takdirde buyruk, apofantik bir söz olarak boşlukta kalır, geçersiz bir duruma düşer. Bu nedenle buyuran otorite, itaat edecek kitleyi hep diri tutar, sürekli konsolide eder, onların sorgulama mekanizmalarını işlevsiz kılacak pragmatik bilgi üretimini hiç aksatmaz. Bu konsolidasyonun en etkili araçlarından biri ötekileştirmenin işler durumda tutulmasıdır. Etnisiteden inanç biçimlerine, tarih anlayışından kültür yapılanmasına kadar birçok mecrada öteki kavramı çarpıtılır, kendilerinden olmayan düşmanlaştırılır, etkisizleştirilir, bertaraf edilmesi gereği vurgulanır. Kendinden olmayana karşı önyargılı bir saldırganlık geliştiren, hükümrana bağlı topluluklar tarihin her döneminde faşizmin zeminini hazırlayıp, bu rejimi coşkuyla benimsemişlerdir. Almanların İkinci Dünya Savaşı’nın ardından büyük ölçüde suskunlaşmasının ardında, itiraz etmedikleri faşist yönetimin bıraktığı utanç yok mudur?
Toplumu oluşturanlar kendi benliklerini bir yana bırakarak, kayıtsız şartsız bir itaat alışkanlığını benimsediklerinde, otorite giderek sertleşir, mutlaklaşır. Öte yandan hükümran ve itaat edenler arasında çift taraflı bir ilişki gelişir. İtaat edenler otorite sahibine ne kadar yakın olurlarsa değerlerinin de o denli arttığına inanırlar. Burada geçerli olan tek davranış biçimi sorgusuz sualsiz itaattir. İktidar sahibi kendisine yakın ve itaat edenlerin sistemden sağladığı faydalara göz yumup, dahası bir anlamda teşvik ederek onları küçük ortaklara dönüştürür. Bu yolla kendi iktidar zeminini de sağlamlaştırır, kalıcı hale getirir. Bu karşılıklı ilişki birbirini besler, güçlendirir. Artık itaat edenler bir kolektifin parçası, otorite sahibi ise o kolektifin tanrısıdır. Adorno bunu şöyle anlatır: “Kişinin kendisini özdeşleştirdiği kolektife boyun eğmesi hayatını kolaylaştırır, boyun eğen kişi kolektifin kaderini paylaşmak için kendi kendini feshederek güçsüzlüğünün farkına varmaktan kurtulur ve kendi çevresindeyken bir avuç olan insan birçok kişi oluverir.” Haldun Taner’in epik başyapıtı Keşanlı Ali Destanı’ndaki şarkının sözlerini hatırlayalım: “Artık bir şefimiz var/ Her belayı o savar.” Bu durumda sorumluluk da, düşünme zorunluluğu da yoktur. Millgram’ın geliştirdiği Araçlaşma Kuramı’na göre ahlâki ve vicdani sorumluluğundan sıyrılan birey, kendini bir araç ya da ajan konumuna indirgeyerek hükümranın emrine koşulsuz itaat eder. Millgram bunu şöyle formüle eder: “Araca, ajana dönüşmenin önemli sonuçlarından biri, kişinin kendini yalnızca otoriteye karşı sorumlu hissetmesi, ancak otorite tarafından istenen davranışların içeriğinden dolayı hiçbir sorumluluk hissetmemesidir. Ahlâk yok olmaz, ancak çok farklı bir odak noktası edinir; emredilen kişi otoriteye ne derece uygun davrandığına göre utanç veya gurur hisseder.”
Millgram, bu söylediklerini tartışmalara yol açan ve kendi adıyla anılan bir deneyle ölçmüştür. Bu deneyin amacı insanların otorite sahibinin isteklerine, kendi vicdani değerlerine aykırı da olsa boyun eğmeye ne derece eğilimli olduklarını saptayabilmektir. Bu deney etik anlamda tartışılsa da, otoriteye baş eğme duygusunun güçlü olduğuna, sosyal uyaranlar aracılığıyla etik dışı davranılabileceğine dair güçlü veriler toplamıştır. (Hannah Arendt, görevlerini yaptıklarına inanarak sorumluluk duygusu hissetmeyen bu insan tipini, “sıradan kötülük” kavramıyla savaş suçlusu Adolf Eichmann üzerinden somutlaştırmıştı.) Bu durumun sınıfsal bağlamda günümüzde daha belirgin olduğunu söyleyebiliriz. Yoksullukta eşitlenmenin bir strateji olabileceğini de düşünürsek yapılanları daha iyi kavrayabiliriz sanırım.
Tüm bunların ışığında, her iktidar sahibinin, zaten kendisinde olan hükmetme gücüyle niçin yetinmediğiyle, bunu daha da mutlaklaştırmak, arttırmak istediğiyle ilgili bir fikir sahibi olabiliriz belki. İktidar, sonsuz ve asla tam olarak tatmin edilemeyen bir duygunun (örneğin buyruk vererek) açığa vurulmasıdır. Caligula’nın atını senatör yaparak meclise sokmasının ardındaki gerçek, atına duyduğu sevgi değil, bunu yapabildiğini görebilmektir. Bu arzunun, ulaşarak bitebileceği, tatmin edilebileceği bir yer yoktur. Bir abyss’ten, halk deyişiyle dipsiz kuyudan söz ediyoruz.
Her iktidarın bir muhalifi, karşı çıkanı vardır elbette. Bu karşı çıkmanın içeriği, bilinci, samimiyeti, örgütlenme gücü önemlidir. Muhalefet başarısını ya da başarısızlığını bu ve benzeri kriterler üzerinden değerlendirmek gerek sanırım. Ayrıca bilinç meselesine güncel durum üzerinden bakmakta yarar var. Orhan Koçak şöyle demişti: “‘Üstteki’ bütünleştirici, kurucu iradenin ‘alttaki’ ayrışma ve çekişmeye ihtiyacı vardır, çünkü bu kendisinin de varlık ve beka sebebi olarak sunulur.” Bizdeki muhalefet bu durumun farkında, dolayısıyla bilincinde midir; yoksa söz konusu durumun parçası mıdır; işte orası tartışmalı, daha doğrusu tartışılmalı. Ana muhalefet partisinin durumunu, (belki de muhalif unsurların büyük bölümüne atfedebileceğimiz şekilde) şöyle belirlemişti Tanıl Bora: “Üzerindeki ‘devlet partisi’ kılığına sürekli çeki düzen vererek, dışına itildiği devlete kendini beğendirmeye çalışan bir parti.” Bu durumda buyruğu alanların, buyruk verene her aşamada daha çok güvenmelerine, bağlanmalarına, suç ortağı olmanın iktidar ortağı da olmak anlamına geleceğine inanmalarına şaşırmak tuhaf olmaz mı; bütün bir iktidar tarihi böyle yazılmışken.