İstanbul Barosu seçimi hakkında bu platformda böyle bir yazıya gerek olup olmadığı düşünülebilir. Bir meslek örgütünün kendi arasında yaptığı seçim neden başkalarını ilgilendirsin ki? Ama yanıt basittir: Siyaset hukuktan, hukuk ve yargı da savunmadan bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla bir baronun nasıl ve kim tarafından yönetildiği sadece avukatları değil, herkesi ilgilendirir. Tam da bu noktada, avukatlara dair hukuk, yargı ya da siyasetten bağımsız bir “meslek sorunu” olmadığını düşünenlerdenim. Çünkü avukatın meslek sorunu yargı faaliyetinden, dolayısıyla siyasetten bağımsız düşünülemez. Örneğin işçi avukatların çalışma koşulları, yargının siyasetteki konumu ile çok yakından ilgilidir. Siyasal iktidarın yargılama faaliyetinden savunmayı çıkardığı ya da çıkarmaya çalıştığı bir konjonktürde önemsiz hale gelen savunmanın etkisizliği elbette ki işçi avukatlara doğrudan yansıyacaktır. Yargılamanın dışına atılan avukat, kendini yargılamanın olmazsa olmaz bir unsuru gibi değil, sadece esnaf ya da tüccar olarak görmeye başladığında “işçilerine” karşı davranışı da avukat gibi değil, patron gibi olacaktır. Dolayısıyla işçi avukatların sorunlarını siyasetten bağımsız olarak çözeceğini vaat eden her başkan adayı, olmayacak duaya “amin” der.
“Hukuk devleti” kavramı modern devlet hukukunun kendini tüm dünyaya dayattığı bir “hakikat”tir. Bu anlamda, bütün diğer hakikatler gibi ezel ebed doğru olduğu kabul edilir ve esasında her an değişmeye yatkın bir gerçeklik olduğu reddedilir. Bu, hukukun da bir ideal olarak kabul edilmesiyle doğru orantılıdır. Başka bir deyişle, ortada ideal bir hukuk hakikati, buna uygun davranan bir hukuk devleti, bir de bundan sapan ve o hukuku uygulamayan hukuksuz devletler vardır. Oysa iyi/kötü, doğru/yanlış, bir hukuku olan her devlet, hukuk devletidir. Çünkü hukuk aşkın ve ideal bir öğreti değil, kendi gerçekliğini yaşayan ve yaşatan bir disiplindir.
Halin böyle olması, modern toplumların çaresizce “hukuk devleti” idealine sarılmaları gerçeğini değiştirmiyor elbette; çünkü görünen o ki başka bir seçeneğimiz yok. Bu anlamda, iktidarları “hukuk devleti” sınırları içinde tutmak, en azından yurttaş güvenliğini, yaşam hakkını sağlamak açısından önemlidir. “Bile bile lades” anlamına gelse de ve hiç gerçekçi görünmese de iktidarın “gerçek” hukukuna karşı “hakiki” ve aşkın bir ideali koymaya çalışmak yararlı ve mantıklı görünüyor. Dolayısıyla iktidarın hukuku savaşı dayattığında İstanbul Barosu’nun yapması gereken şey, savaşa karşı çıkıp insanların yaşam hakkını, güvenliğini savunarak iktidarı hukuk devletine çekmeye çalışmaktır; “Afrin Harekâtı’nı destekliyoruz” açıklamasıyla iktidar hukukunu beslemek değildir. Ama Mehmet Durakoğlu’nun ve İstanbul Barosu yönetiminin yaptığı budur. Aynı iktidar hukuku, halk aleyhine yüzlerce yasa çıkardığında hiçbirine ses çıkarmayıp kurucu iktidara ve Mustafa Kemal’e sığınarak –halk yararını gözetmek açısından çok farklıymış gibi– benzer bir iktidar hukukunu savunmak da Mehmet Durakoğlu’nun işi değildir. Cumartesi Anneleri polisten dayak yerken de Mehmet Bey’in gözetmesi gereken “yurtdışına verilecek olumsuz fotoğraf” değil, o insanların toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkıdır. Kendisinin ve yönetim kadrosunun siyasi fikri, Kemalizm yarışındaki iddialı tutumları kimseye ilgilendirmez. Ama avukatları ve herkesi ilgilendiren şey, iktidar hukukunun karşısına “hukuk devleti”nin çıkarılmasıdır.
Mehmet Durakoğlu’nun 2018’de yine başkan seçilmesi kuvvetle muhtemel. Avukatların meslek örgütü ve çok önemli bir sivil toplum kuruluşu olan İstanbul Barosu yönetiminin, maalesef yukarıda sadece bir kısmından bahsedilen tuhaf davranışlarına rağmen, avukatların neden yine Durakoğlu’nu tercih edecekleri sorulabilir. Bunun da yanıtı basittir: Avukatlar İslâmcılar ve “ilerici” Kemalistler arasındaki bilindik kamplaşmada “iktidarı AKP’ye kaptırmamak için” esasında bugüne dek hukuk devletini savunmaya yönelik olarak kılını bile kıpırdatmayan, yeri geldiğinde Kürt düşmanlığı yüzünden iktidar icraatlarına bile destek veren Durakoğlu’na oy vereceklerdir. Bu durumda çoğu avukat için önemli olanın, “hukuk devleti”ni savunan bir baro değil, iktidar yarışında mevzi kaptırmamak olduğu kolaylıkla görülebilir. Buradan da Durakoğlu’na oy verecek avukatların savunmanın yargıdaki durumu, yasaların halk lehine olup olmaması, iktidarın hukuk devleti sınırlarında kalıp kalmaması ile pek ilgilenmedikleri anlaşılır.
Mehmet Durakoğlu safında yer alan avukatların kendisine oy vermeleri “siyaseten” anlaşılabilir. Ama hiç anlaşılamayan başka bir şey var ki, o da kendine muhalif, demokrat, halkçı, sosyalist, komünist, anarşist diyen avukatların çok kısa bir zaman öncesine kadar Durakoğlu’nu desteklemeye niyetlenmeleridir. Belli ki onlar için de bu kamplaşma “hukuk devleti”ni ve savunmayı bir kenara atacak kadar elzem. Yoksa kendine halkçı diyen bir avukatın, halkçı olmakla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir başkan adayına oy vermesi düşünülemez. Kendine “muhalif” diyen avukatların kendisini desteklemeye bu kadar teşne olmalarına rağmen Mehmet Bey’in -zamanında selefi Ümit Kocasakal’ın da yaptığı gibi-“muhaliflerle” aynı fotoğraf içinde olmayı tercih etmemiş olması mümkün.
Elbette muhaliflik, halkçılık, sosyalistlik, demokratlık “ben böyleyim” deyince olmuyor. Durakoğlu’na destek vermeyi düşünenler, kime destek verdiklerini gayet iyi bildikleri halde buna niyetlenmekten çekinmiyorlarsa hem muhaliflik, hem halkçılık, hem sosyalistlik iddiaları havada kaldığı gibi onların da hukuk devletini çok önemsemedikleri ortaya çıkıyor. Tüm bu söylenenler geçmiş dönemlerde Mehmet Durakoğlu’nun yönetim kurulunda olan ve şu anda başka bir listeyle başkan adayı olarak yönetime talip bulunan Hasan Kılıç’ı destekleyecek “muhalifler” için de geçerli.
Siyaseten bazı dönemlerde bazı fedakârlıklar yapılabilir ama bu tutumun fedakârlığı çok aşan bir ilkesizlik, çizgisizlik, hukuk devletine saygısızlık, halka karşı bir tutum olduğunu ayrıca söylemeye gerek yok elbette. Ama yine de söyleyelim, çünkü belli ki o “muhalifler” bunun farkında değiller. Eğer ortada bir tercih sorunu yoksa.
Sezai Temelli’nin cezaevindeki Selahattin Demirtaş’ın HDP’ye yönelik eleştirilerine karşı söylediklerini hatırlıyoruz. “Orta yerde konuşma, biz sadece yetkili kurullara hesap veririz” minvalinde bir şeyler söylemişti. Kendine “muhalif” diyenler de yıllarca İstanbul Barosu’nun yönetimine talip oldukları seçimlerde, afiş ve broşürlerde büyük puntolarla “demokrasi” yazmayı kesinlikle unutmamakla beraber, kendilerine yönelik eleştirilere karşı üç aşağı beş yukarı aynı şeyi söylerler ve “fazla sesi çıkanı” azarlamaya kadar giderler. Kendine “demokrat” deyip devlet gibi örgütlenmekte, oluşumu kendinden menkul “yetkili” kurullardan çıkan kabul edilemez, tuhaf kararları avukatlara dayatmakta, itiraz edenlere karşı devlet gibi ayar vermekte ya da farklı sesler ve eleştiriler hiç yokmuş gibi davranarak yollarına devam etmekte bir sakınca görmeyen “muhaliflerin” demokrasi anlayışları bu kadar sorunluysa, hukuk devleti ve savunma anlayışları da sorunlu olacaktır. Yine afiş ve broşürlerinde “hukuk devleti” yazmayı da hiçbir seçimde unutmayan “muhalifler”, ancak zikrettikleri bu kavram sayesinde demokrasinin az da olsa yeşerebileceği hususunu da hiçbir zaman umursamadılar. Dolayısıyla koca koca harflerle “demokrasi” ya da “hukuk devleti” yazan afiş ve broşürlerin de, kendi muhaliflikleri kadar içi boştur bence. Örneğin şu anda Eren Keskin’in başkan adaylığı ile seçime katılacak olan Özgürlükçü Demokrat Avukatlar, tüm bu eleştirilere birebir uymalarına rağmen, isimlerinde ısrarla “özgürlükçü”, “demokrat” ifadelerini kullanmakta hiçbir beis görmüyorlar.
İşin tuhaf tarafı, bu “muhaliflerin” İstanbul Barosu’nun sadece kendilerinden oluştuğu yanılgısı. Baroya her yıl -neredeyse binlerce- avukat kaydolmasına rağmen, sanki böyle bir gerçeklik hiç yokmuş gibi kendi küçük siyasetlerini ısrarla listelerde temsil ettirmeye çalışmalarının nasıl bir mantığı olduğu gerçekten düşünmeye değer. Türkiye siyasetine biraz yabancı olan birinin EMEP’in, Halkevleri’nin ya da ÖDP’nin olmazsa olmaz adaylarını baro listelerinde gördüğünde, bu siyasetlerin milyonları arkasından sürüklediğini düşünmesi işten bile değildir.
Yine aynı şekilde, başkan adayı Fikret İlkiz’in listesinin “kapsayıcı” olduğunu, ancak siyasetten ve barodan haberi olmayanlar iddia edebilir. Ama bu listede bu açıdan bir sorun yok, çünkü Fikret İlkiz zaten demokrat olduğunu iddia etmiyor. Hem öyle olsa o çok eleştirdikleri Erdoğan gibi tek başına medyaya çıkmaz, diğer adaylarla birlikte ortak tartışmalara katılırdı. Diğer “muhalif” avukatların da Erdoğan’dan demokrasi talep ettikleri halde Fikret İlkiz’den neden talep etmedikleri de kendisinin değil, o avukatların sorunu olsa gerek. Kendi içinde demokrasi talebi olmayanların iktidara karşı olan taleplerinin ne kadar inandırıcı olduğunu artık söylemeyelim. Böyle bir talebi kendi başkan adayına karşı dile getirmeyen “muhaliflerin” Fikret İlkiz’in genç meslektaşını azarlamasına ses çıkarmamaları da işin doğasına uygun görünüyor. Yine bu liste gibi, eş-dostla baro seçimine katılan grupların, Erdoğan’ın damadını bakan yapmasına neden karşı çıktıklarını da düşünmeyelim, içinden çıkamayız çünkü. Ayrıca, durumu hiçbir şekilde haklı çıkarmamakla birlikte, Fikret İlkiz destekçilerinin kendisine bu kör biatinin nedeninin “liyakat” olabileceğini düşünsem de –fazlasıyla iddialı olunmasına rağmen– İlkiz’in, hukuk teorisine ilişkin bir fikir yürüttüğünü, hukuka, yargıya ve iktidara dair görüş ve eleştirilerinin Kemalizm ile “ilerlemeci” ve Aydınlanmacı bilindik kalıpların dışına çıktığını görmedim. Belki de ben gözden kaçırmışımdır. İlkiz’in “İleride ‘bütün bunlar olurken siz ne yaptınız’ diye sorarlarsa, İstanbul Barosu başkanlığına aday oldum derim” minvalindeki demeci de sözü edilmeye değer. Belli bir kıdemi dolduran her avukatın başkan adayı olabileceğini, sadece başkan adayı olmanın muhalefet etmekle ve fedakârlıkla bir ilgisinin olmadığını, ayrıca iktidar gibi davranan bir başkan adayının kime ne faydası olacağını kendisine söylemek ve sormak gerekir.
“Muhalif” avukatların çoğunun, iktidara karşı yürüttükleri siyasi davaları, yirmi kişinin gittiği ve basının olmadığı basın açıklamalarını ve bu anlamda yaptıkları “fedakârlıkları”, bahsedilen sorunlu davranışlarına kalkan yapıp hoş görülmeyi bekledikleri de bir gerçek. Beklentilerinin boşa çıkmadığını belirtmek gerek, çünkü gerçekten hoş görülüyor ve eleştiriden muaf hale geliyorlar.
Türkiye’deki çoğu sol örgütte olduğu gibi, kendi içinde bile demokrat ol(a)mayanların “hukuk devleti”ni elinin tersiyle itip Mahmut Esat Bozkurt gibi bir faşist adına ısrarla ödül vermeye devam eden mevcut baro yönetimiyle kol kola yürümeye niyetlenenlerin, özgürlüğe ve özgür düşünceye tahammülsüz olmalarına rağmen kendilerine “muhalif” demekte ısrar edenlerin neden baro iktidarına talip olduklarını anlamak gerçekten zor. Belki de sadece iktidar olmayı istiyorlardır. Anlaşılır bir istek, iktidar olmadan iktidar gibi davranabilmeyi böylesine başarabilmenin bir karşılığı olmalı, değil mi?