Narin’i Son bir Çıkış Arar gibi Aradık

Narin’le ilgili haberler giderek azaldı. İnsanın kalbi sızlıyor düşünürken, fakat Narin’i de unutacağız... Oysaki günlerce hep birlikte Narin’i aradık. Sanki hayattan koparılmış ve ardından yeterince ağlanamamış bütün çocukların yerine de hep birlikte Narin için ağladık... Öyle bir arayıştı ki neredeyse bu sayede, “Oralarda hep oluyor böyle şeyler... Kürtler...” gibi çatlak seslere rağmen, birbirimize bağlandık.

Her geçen gün muğlaklaşan, Zygmunt Bauman’ın ifadesiyle umutlarımızı değil sadece kaygı ya da korkularımızı yansıttığımız ve hiçbir şey vaat etmeyen bir “gelecek”ten kaçmak için de günler ve gecelerce aradık Narin’i. Tabii ki aramak dediysem, yakın fiziki çevredekiler hariç yollara düşüp aramadı kimse, ama arama çalışmalarını dakika dakika kalp ağrısıyla takip etmenin, gece yarısı uyanıp uyanıp haberleri kontrol etmenin, sabahın erken saatinde yeni bir ses, yeni bir umut var mı diye bakmanın da bir arayış olmadığını kim söyleyebilir? Narin’i son bir çıkış arar gibi aradık...

Narin’i ararken adeta bütün toplum kendi geleceğini aradı. Narin bulunsaydı, o masum gülüşüyle dünyanın bütün kötülüklerinin içinden sıyrılıp gelseydi, sanki hepimiz kurtarılabilirdik... Sanki bu kadar derinden çürümemişiz gibi, sanki bunca kötülükten arınabilirmişiz gibi, sanki şehrin yamacındaki bir köyün yeşil ve güneşli sokağı bir çocuğu asla yutup yok edemezmiş gibi bir güven, bir umut yeşertirdik yeniden. Ama olmadı işte... Kadim bir şehrin yamacındaki Eğertutmaz Deresi’nde, umutlar suya ve balçığa gömüldü. Diyarbakırlıların birçoğunun adını bile hiç duymadığı bir dere... Oracıktaymış meğer...

Benim ilk kez Zehra Çelenk’in bir yazısında okuduğum ve onun da Spotlight filmine atfen aktardığı, “Bir çocuğu yetiştirmek için koca bir köy gerekir; bir çocuğu istismar etmek için de” sözü, Narin’in katliyle birlikte maalesef düz anlamıyla da daha evvel hiç olmadığı kadar büyük bir gerçeklik kazandı ve doğrulandı. Bir çocuğu iyi yetiştirmek için nasıl koca bir köy gerekiyorsa, bir çocuğu istismar edebilmek için, taciz ya da tecavüz etmek için de koca bir köy gerekir... Tavşantepe Köyü hepimize bunu gösterdi. Genellikle birileri işbirliği yapmış, birileri suç ortağı olmuş veya birileri göz yummuştur. Başka türlüsü çok istisnaidir. Birçok istismar ve şiddet hikayesi bize bunu gösterir. Fakat burada da bitmiyor. Yine Tavşantepe’de gördük ki her birimizin kendi payı ile hesaplaşabilmesi için belki de “Bir çocuğa zarar vermek için koca bir ülke gerekir” demek lazım.

Tavşantepe köyünde olan biten her şey çok garip ve büyük çelişkilerle baş başa bırakıyor insanı. Pek çok kişiye göre, Narin, “görmemesi gereken bir şeye tanık olduğu için” birileri ya da birisi tarafından gözünü kırpmadan öldürüldü. Fakat tuhaf olan şu ki, bir çocuğu sessiz kalmaya ikna edemeyeceği için katleden kişi ya da kişiler bir yandan da bu sırrı neredeyse koca bir köyle aynı gün pervasızca paylaştı. Nasıl oluyorsa, onları bu korkunç suça kolaylıkla ortak etti. Olayların ardındaki tuhaflıklar bunu söylüyor. Üstelik de dakikalar içinde öldürülüyor Narin, dakikalar içinde çeşitli işbirlikleri kuruluyor. Diyelim ki böyle olmadı. Diyelim ki ne telefonlardan yazışmaların silinmesi, ne iz bırakmamak için yıkanan halılar, yolluklar, esvaplar ne yapılan toplantılar, ne telefonların dışarıya bırakılıp müziğin sesinin ortam dinlemesine engel olmak için yükseltilmesi, ne de yalan ifadeye zorlanan çocuklar ve diğer akrabalar söz konusuydu. Bunların hiçbiri ama hiçbiri gerçek değildi. Peki o zaman Narin’e ne oldu?

Eğer sadece aileden ya da dışarıdan biri, istismar girişimi gibi bambaşka bir neden sonucunda Narin’i öldürdüyse ve annenin ya da kardeşlerin olanlardan haberi yoksa, o zaman işbirliğini neden esirgiyor, neden olayın açıklığa kavuşmasına yardımcı olmuyorlar? Bunu yapmadıkları çok açık... Yoksa olay sonrası bizzat gidip ziyaret ederek de gördüğüm kadarıyla o avuç içi kadar köyde bunca tutuklu olmazdı. Herkes kolaylıkla olay anında nerede ve kiminle olduğunu kanıtlayabilirdi. Oysa kanıtlayamıyorlar. Üstüne üstlük mevcut kamera kayıtlarının filan bile silindiği söyleniyor. Tuhaflıklar öyle çok ki, evet bir çocuk görmemesi gereken bir şeyi gördüğü için caninin biri tarafından katledilmiş olabilir. Olmayacak şey değil maalesef. Fakat açıkçası, ne silah kaçakçılığı ne amcanın anneyle ya da aileden bir kadınla yasak ilişkisi nedeniyle bir köy bu kadar ser verip sır vermeyecek bir suskunluk içine gömülür. Bunların hiçbiri bu denli abartılı bir “örtme” faaliyetinin konusu olmaz gibi geliyor insana.

İnsan bir yandan bilhassa bu olayla ilişkili haberciliğin ağır sansasyon dili vs. nedeniyle, duyduğu meraktan dolayı rahatsız oluyor fakat bir yandan da gerçekte ne olduğunu hakiki bir ilgiyle bilmek istiyor. Bilmek istiyoruz, çünkü kötülüklerden korunmanın yolunun bilmekten geçtiğini sanıyoruz. Oysa bu tür olaylardan korunmanın yolu “faili” ve olayın neden ya da nasıl olduğunu bilmekten geçmiyor. Failin işini her birimizin nasıl kolaylaştırdığını, nasıl bir işbirliği içinde olduğumuzu bilmekten geçiyor.

Çünkü en istisnai ve en bireysel saiklerle işlenmiş cinayetlere baktığınızda bile arkasında bir toplumun bütün açmazlarını veya çarpıklıklarını görürsünüz. Bir tortu olarak çökelmiş kötülükleri görürsünüz. Bir cinayet örüntüsü görürsünüz. Psikopat bir “yalnız kurt”un bile söz gelimi Avustralya’da işlediği ya da işleyebildiği cinayet ya da suç farklıdır, Türkiye’deki farklı. Yıllar içinde dere kenarlarında cesedi bulunan bunca çocuktan sonra, aile içi bunca cinayetten sonra Türkiye’de çocuk katlinde ortak bir “cinayet örüntüsü” olduğunu da tabii ki görebiliriz.

Fakat esas olarak, Tavşantepe’de bugünden sonra olayın aslı ne çıkarsa çıksın gördüğümüz şey, bir toplumun bireylerinin, “topluluk” lehine, topluluğun en küçük birimi olarak “aile” lehine hayatlarının ve haklarının gözden çıkarıldığıdır. Bunun devamında da “büyük bir aile” olarak toplum, koca bir ev olarak “ülke” yüceltmesi vardır. Aslında bunun hakiki bir yüceltme olduğunu söylemek de mümkün değildir.  Aileyi, evi ve ülkeyi bir devamlılık ilişkisi içinde tasavvur etmeye zorlayan, onlar lehine bireysel hakları ve özgürlükleri feda etmeye çağıran her otorite, pastadan koparacağı kendi payını büyütmeye çalışıyordur. Elbette her zaman bu iktidar odakları tarafından aldatılanlar ya da zaten aldanmak isteyenler de vardır.

Oysaki evin kötücül sırlarını evde, mahallenin sırrını mahallede, kentin sırrını kentte ve ülkenin sırrını ülkede tutmaya ve korumaya çağıran, “dışarı”yı düşman olarak işaret eden ve sırrını dışarıya açmamayı öneren her sesten kuşku duymak gerekir. Diğer bir deyişle, beka siyasetinden kuşku duymak gerekir. Kimin bekası, ne için, ne pahasına?

Narin'in ölümünü, bu şekilde kırk yıldır kirli bir savaş halinin sürdüğü Kürt coğrafyasında, bir köyün sırlı hayatına gömüp yok etmek isteyenleri de köylüsüyle, kentlisiyle, yargısıyla, kolluğuyla bu beka siyasetinden ayrı değerlendiremeyiz. Bu siyasete itiraz etmemiş herkesin de öyle ya da böyle suça ortaklığı söz konusu... Çürümeye ortaklığı... Evet, bir çocuğa bütün bunları yapabilmek ve sırlarıyla birlikte çocuğu bir çuvala tıkıştırarak, bir dere kenarına gömmek için koca bir ülke gerekir...