Geçmişin ve Bugünün, Karşılaşmaların Kaçınılmaz Diyalektiği: Düşüncenin Uğursuz Kaderi

Kimi incelemeler, denemeler, bakılan kısmı kadardır. Kendi örgüsü içerisinde kalır, kalmayı tercih eder, yalnızca baktığı yeri aydınlatmaya çalışır. Barış Özkul’un, Düşüncenin Uğursuz Kaderi adını verdiği kitabı (ki adının Dostoyevski’nin günlüklerinden mülhem olduğunu belirtmiş) baktığı dönemin ve yerlerin dışında, dikkatli okunduğunda, dokunduklarının izi sürüldüğünde, günümüze de uzantıları olan bir çalışma. Özkul, belli yerlere şamandıralar atarak, yalnızca yazılan kısmını değil, kurulabilecek ilişkileri, ilintileri, örüntüleri, görünenden daha derinde olanı da düşünmeye çağırmış sanki okurunu. 19. ve 20. yüzyılların arasında, 21. yüzyıla hazırlık sayılabilecek bir döneme, geniş bir perspektiften eleştirel bir gözle bakarken, kendi deyişiyle, sanatçının ideolojisiyle, yapıtın estetik değerini birbirine karıştırmamaya da özen göstermiş. Beş başlığa ayırdığı çalışmanın yapısına baktığımızda, kimilerinin, ayrı kitaplar oluşturabilecek bir hacmi gizlediğini görebiliriz. Tüm değindiklerini tek kitapta toplamak mümkün değildi elbette. Özkul da, oralara işaretler bırakarak, yazdığı dönemle günümüz arasında kurulabilecek, daha doğrusu kurulması gereken ilişkiyi sezdiriyor, karşılaşmaları aktarıyor bize. Bakılan yerle yetinmeyen, Özkul’un aktardığı o dönemle bugünü karşılaştıran, bırakılan şamandıraların altındakini merak eden bir okuru çağırdığını düşünüyorum bu metinlerin. Öte yandan baktığı yerin, incelediği yazarların karşısında eleştirel bir tavır alıyor çoğunlukla Özkul. Bir karşılaşma var, ancak bütünlükten kopulmuyor.

İlk bölümde, Dostoyeski’nin  belli bir dönemde tuttuğu günlükler, notlar ve yazdığı yazılara (Dnevnik Pisatelya, Bir Yazarın Günlüğü) bakarak, onun ideolojik ve politik tavrını irdelemiş yazar. Dostoyevski üzerinde oluşturulan o “insan ruhunun mühendisi” halesindeki romantik ışığın da kırılabileceğini göz önüne sermiş. Pan-Slavizm’in sözcülüğüne soyunurken, katı bir yayılmacı siyaseti teşvik eden zihniyetiyle, romanlarına duyulan hayranlığı zedeleyecek bir yaklaşım içindedir Dosto. Bu durumu şöyle anlatıyor Barış Özkul: “Günlük’te Çargrad diye anılan İstanbul’un er geç Ruslar tarafından ele geçirileceği, Slav halklarının gerçek koruyucusu Rusların hakimiyetine gireceği müjdelenir. İstanbul Rumları da ancak Rusların hamiliğini kabul etme şartıyla şehirde barınabilecektir.” Görüldüğü üzere tam bir emperyalist zihnin ürünüdür bu görüşler. (Neo-Osmanlıcı olarak, bizden kimi kalemler de bu ham hayalleri durup durup ısıtmıyor mu?) Bu görüşlerinin doğal uzantısı olarak, bizi şaşırtmayacak biçimde, bir de zenofobiktir Dostoyevski. Anti-Semitist, yabancı düşmanı metinlere epey kalem oynatmışlığı vardır. Bir gurur ve önyargı görünüyor Fyodor Mihayloviç’in yazdıklarında. Slav olmanın gururu, olmayanlara da önyargılı bakış. “Hakaretamiz” bir söyleyişle “Jid”ler olarak söz eder Yahudilerden. Yahudilerle birlikte yaşamak istemez, ırkçı bir komplo anlayışını benimser: “Bir düşünün, Avrupa’da hüküm sürenler, oradaki borsaları yönetenler sanki onlar değil. Dahası var, sanki siyaseti, içişlerini, devletlerin ahlakını onlar yönlendirmiyorlar.” Hitler Almanya’sından günümüz faşistlerine, tükenmeyen, elverişli gerekçelerden birini, büyük bir yazarın kaleminden okumak şaşırtıcı kuşkusuz. Sanırım Özkul da bu yüzden, sanatçının ideolojisiyle, sanat eserinin estetik değerini birbirinden ayırma kriterinin altını kalınca çizmiş. Ancak kolayca yapılabilecek bir ayrım değil bu. Ölçütün hassasiyeti, sınırın nerede başlayıp bittiği meseleleri var. Üstelik tarttığımız terazinin darası da ağır çekiyor. Öte yandan, bu bakış günümüze doğru çevrildiğinde, kimi yazan çizen sanatçıda, entelektüelde görülen, ne kadar saklasalar da, söyleşilerinde, sosyal medya paylaşımlarında fark edilen bazı suskunluklarda, deyim yerindeyse sessiz onaylarda açığa çıkan bir patolojide de görünür oluyor. Kendindeki öteki ve yabancı korkusunu anlayamayanlar, ham ideolojilerin izini sürenler, geçmişte Auschwitz’i tam olarak anlamamışlardı; bugün de göçmenlik olgusunu, hatta Gazze’yi bile anlayamıyorlar. Yazının başında sözünü ettiğim, yazılan dönemle şimdi arasında kurulması istenen ilişki, o eleştirel bakışın doğurduğu diyalektik buradan da okunabilir sanırım.

Kazaklar üzerinden Tolstoy’un doğa anlayışını masaya yatırıyor Barış Özkul: “Tolstoy’da doğa, Romantik bir teselli kaynağı değildir. Kazaklar’ın Olenin’i, -tıpkı Anna Karenina’nın Levin’i gibi- doğada kök salmaya, doğayı bir üretim sahası haline getirmeye çalışır. Doğa, lirik bir aylaklığın ya da ince, soylu hazların değil bağımsızlığın gözüpekliğin, çalışkanlığın mekanıdır. Puşkin, Lermontov ve Marlinski’nin Kafkasya romantizmini Tolstoy bu şekilde tersyüz eder.”  Plehanov da, Tolstoy ve Doğa adlı çalışmasında, onun yapıtlarında doğanın sadece betimlenmediğini, aynı zamanda yaşadığını belirtiyordu. Tolstoy’un iki roman kahramanını (Savaş ve Barış), Andrey Bolkonski ve Piyer Bezuhov’u, hatırlayalım. Yaşadıkları psikolojik ve düşünsel krizlerde, ahlak sorunlarında, doğa onlara yol gösterip, bakış açılarının değişmesine yol açmamış mıydı? Peki bugüne bakacak olursak, doğa-insan ilişkisi, böyle bir imkanı barındırıyor mu halen; ne yazık ki hayır. Doğa artık üretim alanı değil, sonuna kadar tüketilen bir alandır; hem fiziksel, hem de kavramsal bağlamda. Şair Süreyya Berfe’nin şiiriyle ilgili Orhan Koçak’ın “Doğa, her şeyin devası ve nihai sınırıdır.” deyişi bile, ki Berfe şiirini büyük ölçüde buradan kurmuştu, geçmişte kalmış gibi görünüyor. Özkul’un, Tolstoy’un doğa anlayışını anlattığı cümlelerde, o anlayış üzerinden bugüne bakmamak mümkün değil; her dikkatli okur gibi, benim açımdan da. Ancak bir sorudan da kaçınamayız: Doğa kimilerinin yaşananlardan kaçma arzusunun, çekilme isteğinin mekanı mıdır; yoksa bir üretim alan mı?

İngiltere’deki sanayi işçileri üzerinden kurgulanan, “endüstriyel roman”ın, kimi yazarlarını da, (örneğin bizde çok bilinen Charles Dickens, pek bilinmeyen Elizabeth Gaskell gibi) deyim yerindeyse, defolarıyla birlikte ele almış Barış Özkul; “İngiliz Romanında Bir Sosyal Uzlaşı Aracı Olarak Hayırseverlik İdeolojisi: Elizabeth Gaskell ve Charles Dickens” bölümünde. İlk ağızda işçilerin ağır çalışma ve zor yaşam koşullarına işaret eden bu romanlarda, “İngiliz toplumunun varsayımsal birliğinin, büyük ‘korporatist uzlaşısının’ bozulacağına dair korkuları”n açığa çıktığını saptıyor. Korporatizm, sınıf çatışması yerine, sınıflar arasında işbirliğini savunduğu için topluma da, söz konusu yazarlara da, (Disraeli, Charlotte Bronté, Charles Kingsley ve George Eliot da bunlara dahildir.) daha uslu, uzlaşmacı bir yöntem olarak cazip gelmiştir herhalde. Marksizm kadar klasik liberalizme de bir tepkidir korporatizm; faşizme açılabilen bir kapı olma potansiyeliyle birlikte. (Mussolini, büyük çıkar gruplarını devlet çatısı altında bu yöntemle birleştirmişti.)  Hem toplumun, hem de söz konusu yazarların duyduğu endişeye dair, Özkul’a kulak verelim: “Endüstriyel romanın buna başlıca tepkisi sendikal hareketi, Çartizm’i karikatürleştirmek olmuştur.” İşçileri, özellikle sendikacıları kaba saba, kadınlara sarkıntılık eden sorunlu tipler olarak tanımlamış endüstriyel romanlar. Bir yandan işçi sınıfına empatiyle yaklaşırken, diğer yandan onun potansiyelinden korku duyma çelişkisini, 18. yüzyılın  felsefe ve ilahiyatına hakim olan rasyonaliteye duyulan tepki üzerinden edebi alana taşıyor Barış Özkul: “Endüstriyel romanın işçi sınıfına yönelik ‘duygu ve empati’ politikası aynı zamanda 18. Yüzyılın hakim zihniyetine bir tepkidir.”

Hayırseverlik ideolojisi, gerçekleri yumuşatarak, “evet bir sorun var, bunu anlıyoruz, üzülüyoruz ama, siz de kaba ve sertsiniz, oysa biz size yardım etmek istiyoruz” gibi bir romantizmin, dolayısıyla bir uzlaşma olanağının önünü açmaya yarıyor sanırım; üstelik sınıfsal bir anlayış farkını da ortaya koyarak. Özkul, bunun edebiyatla sınırlı olmadığını da belirtmeyi ihmal etmemiş: “ ’Duygu’ ve ‘empati’yi canlandırma çabaları edebiyatla sınırlı da kalmamıştır. John ve Charles Wesley kardeşlerin öncülük ettiği Metodizm, 1740’lardan itibaren Hristiyanlıkta ‘vicdan’, ‘hayırseverlik’ ve ‘philanthropy’ nin önemini hatırlatmaya girişmiş ve çevresinde epey taraftar toplamıştır.” Elizabeth Gaskell’in romanlarından örneklerle pekiştirmiş bu durumu Özkul. Günümüze, bize bakacak olursak “hayırseverlik ideolojisinin” çarpık ve samimiyetsiz de olsa, benzerini görmüyor muyuz? Genel ve yerel iktidarlar, sosyal yardım başlığı altında, kitlelerin hak arama potansiyellerini bilerek ya da bilmeyerek, baskılamıyor mu? Belki aşırı yorum olacak ama, Gezi Direnişi başladığında sokaktakilere yardım eden teyzeler, amcalar, bunun bir hak arama eylemi olarak siyasal içeriğe büründüğünü görünce, hemen kapılarını kapatmadılar mı? Hayırseverlik de, empati de bir yere kadar elbette!

İngiliz sömürgeciliği denilince, Conrad romanları düşünülür mutlaka. Barış Özkul da Karanlığın Yüreği üzerinden dokunmuş o konuya. Yazının başlığı çok çağrışımlı: Karanlığın Yüreği’nde Emperyal Bir Fetih Nesnesi Olarak Sanat Eseri. Joseph Conrad’ın, deneysel anlatımının önemine değinse de, emperyalist kalıpları tekrarlaması durumunu şöyle anlatmış: “Karanlığın Yüreği, sonuç olarak, deneysel anlatımıyla edebiyatta modernizmin, James Joyce, Franz Kafka, Virginia Woolf gibi 20. Yüzyıl yazarlarının habercisi olsa da zihniyet ve ideoloji planında sömürgeciliğin geleneksel kalıplarını bir bir tekrar eden, emperyalizm çağına ait bir eserdir.” Bu yargısını tam anlamak için bir alıntı daha yapmak gerek: “Conrad bir yüzünden bakıldığında öbür yüzü görülebilen saydam anlatım tarzından uzaklaşsa da, karakterlerin bilinç düzeyine eşit ölçüde nüfuz eden demokratik bir anlatım tarzına da geçmemiştir. Bu nedenle anlatının biçimsel tasarımı içeriğin sömürgeci üslubunu yeniden üretir.” Aslında yakın tarihte bir başka uygulaması var bu romanın: Coppola’nın, Apocalypse Now’u. Conrad’ın romanında, Kongo’da Belçikalı bir fildişi tüccarı olan Kurtz’un barbarlığını, emperyal fetih duygusuyla pekişen sömürgeci vahşetini okurken, Coppola’nın filminin aynı özelliklere sahip, kendini Kamboçya’da yaşayan yerlilerin karşısında tanrı olarak gören Albay Kurtz’unu da aynı zihniyetin failleri olarak izleriz. Film çok başarılı  bulunsa da, tıpkı roman gibi, Barış Özkul’un sözünü ettiği emperyalist kalıpları tekrarlamanın tuzağına düşmüştür. (Burada Coppola’yla birlikte filmi yapan sağ görüşlü ve anti-komünist John Milius’un rolünü unutmamak gerek.) Zencilere ve başka kültürlere bakış açısı sorunlu Conrad ve Vietnamlıları vahşi zavallılar olarak gösteren Coppola-Milius ikilisi, Özkul’un saptamalarının doğruluğunu ve zamanın bu bakışı pek de değiştiremediğini gösteriyor.

Baktığı dönemin coğrafyasını oldukça geniş tutmuş Barış Özkul. Fransız romancı, düşünür ve siyaset teorisyeni Benjamin Constant da, Rousseau ve Montesquieu’den yola çıkarak oluşturduğu liberal toplum sözleşmesiyle ve zaaflarıyla irdelenmiş. O zaafı şu söyleminden anlıyoruz: “Constant’ın deyimiyle ‘İktidarın tamamını ele geçirmiş bir halk bir tirandan bile daha tehlikeli hale gelebilir.’ Bu tehlikeyi bertaraf etmenin yolu ise genel irade ile bireysel özgürlükler arasına bir duvar örmektir. Bireyin topluma indirgenmesi, genelin iradesinin özele dayatılması önlenmelidir.” Bunu biraz açmakta yarar var. Constant, devletten nötr olmasını bekler. Devletin vatandaşlarını aydınlatmasına karşı çıkar. Ona göre en iyi devlet, en az yöneten ve mülkiyete saygı duyan devlettir. Laissez faire  (ne isterlerse yapsınlar) düşüncesinin öncülerindendir Constant. Rousseau’nun sözleşmesine karşı, kendi liberal, bireyi önceleyen sözleşmesini koymuştur. Isaiah Berlin, onu “negatif özgürlük” kavramının, yani müdahalesiz özgürlüğün öncülerinden biri saymıştır.  Bunları savunurken, karşı çıktığı odaklarla uzlaşmaktan da (Napolyon gibi)  geri durmaz.  Özkul şöyle saptıyor bunu: “Constant’ın orta yolculuğu ilkelerinden ödün vermemek (Bu mümkün olabilir mi?) koşuluyla eğilip bükülebilen, esnek bir politik tavır olarak yorumlanabilir.” Ancak Constant’ın din konusundaki uzlaşmacı tutumu, mezhepleşmenin faydasına inanması, mezheplerin sayıları arttıkça, birbirlerini kontrol ederek dengeleyeceklerine sanması, en azından safdillik gibi görünmüyor mu? Mezhepler arasında iktidar savaşının hep olacağını öngörememiş demek ki; bizde olduğu gibi.

Kitabın geniş malzemesine tek bir yazıda dokunmak mümkün değil elbette. John Dos Passos’un, ulusal bir epik sayılan Amerika Üçlemesine, maceralı seyahatlerine değinen Özkul, onun yazdıklarını şöyle tanımlıyor: “Manzum düzyazının olanaklarından yararlanan Dos Passos, anlatacaklarını belagate boğmadan, sahici bir üslupla, abartı yerine olağanlığı yeğleyen bir durulukla anlatır.” İşgal altındaki İstanbul hakkında, Özkul’un deyişiyle aceleci yargılara varsa da, oryantalizme pek gönül indirmemiştir Dos Passos. Amerikan toplumunu haberdar olmadığı (aslında pek de umursamadığı) dış dünyayla ilgili bilgilendirmeye çalışır. Amerikalı bir yazar olarak, Dos Passos’un bu kitaba alınmasının nedeni, Türkiye, İran ve Kafkasya izlenimleri, İspanya’da şair Antonio Machado ile kurduğu ilişki üzerinden yazdığı, İspanyol Çiftçilerin Grevi” gibi yazılar olabilir sanırım. Gezilerde gördüğü manzarayı şöyle aktarıyor Özkul: “Karşılaştığı manzara hiç iç açıcı değildir: Kolera ve tifodan kırılan insanlar, gündelik hayatı tekeline almış karaborsa piyasası, sefil yaşam koşulları vb.” Ancak Dos Passos’un, bunları bırakıp yolculuk esnasında gördüğü kişisel sahnelere odaklanmasını da aktararak, o eleştirel bakışını devreye sokar.

Orwell’ın ünlü Hayvan Çiftiği’ni reel-sosyalizm eleştirisi olarak değerlendiren Özkul, karakterlerin ve olayların Stalin dönemi üzerinden alegorisine değiniyor. Sovyetler’deki rejimin bir devlet kapitalizminden farksız hale gelişinden söz ederken şöyle diyor: “Orwell, bunun acı farkındalığıyla, eşitlikçi ve özgürlükçü bir ütopya olarak yola koyulmuş olan sosyalizmin ideallerinin Sovyetler Birliği’nde nasıl baş aşağı çevrildiğini ifade eden unutulmaz şiarıyla kitaba son noktayı koyar. ‘Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları diğerlerinden daha eşittir.’ “ Özkul’un yerinde saptamalarının ötesinde şunu da düşünmek mümkün: Son cümlenin kimileri tarafından içi boşaltılmış bir mottoya dönüştürülerek yerli yersiz kullanılması malum. Stalin’den başlayarak Sovyet rejiminin eleştirileri de çokça yapıldı. Ancak asıl mesele de gözden kaçırılıyor sanki. Sovyetler ve Stalin eleştirileri, sosyalizm eleştirilerine dönüşmedi mi? Sosyalizmin işlevini yitirdiği gibi bir yanılsama, her mecradan pompalanarak yaratılan algı, vahim bir durum arz ediyor uzunca bir süredir. Sosyalizm o kadar didiklendi ki, üzerinde uzlaştığımız, en azından yaklaştığımız bir tanım neredeyse yok gibi. Özkul’un, Marx’ın artı-değer teorisine gönderme olarak ele aldığı, kitaptaki “insanın üretmeden tüketen tek varlık olduğu” vurgusu, bugün her zamankinden çok daha geçerli, çok daha tehlikeli boyutta değil midir?

Bence kitabın günümüze en yakın geçmiş ilişkisi kurulabilecek yazılarından biri, “Küçük Adam” Zihniyetinin Edebi Bir Temsili Olarak Şem’i Molla: Yahya Kemal’in Siyasi Hikayeler’i başlığını taşıyan bölüm. Yahya Kemal’in düzyazılarına değinirken, ondaki ”tarih duygusunun” önemini vurguluyor Özkul. Yahya Kemal’le ilgili şu saptama önemli: “Daha çok şairane izlenimler ve çağrışımlara dayalı bir tarih duygusuyla Osmanlı devrinin ‘Eski İstanbul’unu ararken (‘eski İstanbul bir ud sesindedir’) ‘eski fetihleri’ yad ederken tarihte bir Osmanlı Rönesansı bulmaya çalışır. Devrin Turancı-Türkçü aydınlarından (Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, vb.) farklı, seçici bir sanatçı duyarlığıdır bu.” Şem’i Molla, bildiğimiz, artık kanıksadığımız bir “her devrin adamı” tiplemesidir. Son dönemde, Şem’i Molla’ya rahmet okutacak tiplerden devasa bir galeri oluştuğu herkesin malumu sanırım. Özkul’un, Şem’i Molla’yı kaleme alması, “kör kör gözüm parmağına” gibi okunabilirse de, ben, o parmak göze ne kadar girerse girsin, hiçbir şey değişmediği için tekrarlamaktan yorulmamalıyız gibi okuyorum. Son olarak fazla söz hacet bırakmadan, Özkul’un alıntıladığı, Yahya Kemal’in Halet Efendi’ye söylettiği bölümü biz de kısmen alıntılayalım: “Şem’i Mollalar,onun tıynetinde olanlar, onun hizmetini görenler, devirler geçtikçe, ayakta kalırlar; daima değilse bile ekseriya rahat döşeklerinde ölürler.”

Kitaptaki denemelerin bazıları siyasal ağırlıklı. Ancak kitabın bütünlüğünden edindiğimiz o büyük eleştirel imgenin dışına çıkmadan yazılmış. “Onlar Bir Avuç, Biz milyarlarız”: Romantizm’den Sola Miras “Çoğunluk” Edebiyatı, başlığını taşıyan deneme bunlardan biri. (Bazen başlıklar bir cümlelik deneme edası taşıyor; daha yazıyı okumadan üzerinde düşündürüyor; bu da öyle sanırım.) Shelley’inin, bir şiirinden alınmış: “The Masque of Anarchy”, Anarşinin Maskesi. 1860’lara gelindiğinde İngiltere’de, işçi sınıfı sayısal çokluğa ulaşamadığı için yapılamayan devrimden söz ettikten sonra şu saptamayı yapıyor Özkul: “Buna rağmen sayısal çokluğa dayanarak ‘devrim yapma’ umudu solun belleğine popüler bir motif olarak yerleşmiştir.”  Sonra da şu haklı uyarıyı yapıyor: “Ancak değerler ve ilkelerden önce ‘sayısal çokluğu’ esas alırken insanlık tarihinde kalabalıkların da akıldışı tercihler yapabildiği akılda tutulmalıdır.” Nazilerden Sovyetlerin Stalin dönemine, oradan da günümüze çokça örneği vermiş Özkul. Azınlıkları, çoğunluğa hedef gösteren bir yönetim tarzının günümüzde de sürdüğünü biliyoruz. Erdoğan’ın “marjinal” sözcüğünü sık kullanması da bu zihnin ürünü. Tam da bu noktada şu soru akla gelmeli bence: Bugün çoğunluk sandığımız kitle gerçekten çoğunluk mudur; yoksa bizim zihnimize boca edilen ve iktidar tarafından yaratılan, çoğunluğun onlarda olduğu algısı mıdır?

İnfial Yorgunluğu, yalnızca siyasal değil, sosyolojik dahası psikolojik ögeler içeren bir deneme. Şöyle bir tanımla girmiş denemeye Özkul: “İnfial Yorgunluğu (outrage fatigue) psikolojinin dağarcığına görece yeni yerleşmiş terimlerden biri: Sosyal medya ve online etkileşim çağında dört koldan üzerimize yağan moral bozucu haberlerin yarattığı acizlik, umutsuzluk, hayal kırıklığı ve sinizmi; bunların yol açtığı yorgunluğu anlatmak için kullanılıyor.” Aslında epeydir var olan, ancak gün geçtikçe ağırlığı artan bir konu bu. Baudrillard, simülasyon ve simülakr meselesini ortaya attığında, gerçek ya da hakikatle bir ilişkimizin kalmadığını söylemişti. (Özkul’un sözünü ettiği yorgunlukta hakikati yitirmenin payı olduğunu düşündüğüm için andım Baudrillard’ı) Şimdilerde popüler olan Byung-Chul Han da o topraklarda at koşturuyor hanidir. Başka düşünürler de var, bu hale kafa yoran. Günlük siyasetten örneklerle de pekiştirilmiş, bu denemede aktarılmak istenen sorunsal. Bu halin Türkiye’ye özgü olmadığını da belirtmiş Özkul. Genç Marx’ın bir mektubundan alıntı yapılmış: “Akıl her zaman vardır ama her zaman akla yakın değil. Biz insanların karşısına ‘işte hakikat budur, onun karşısında diz çökün’ diye yeni bir ilkeyle çıkamayız; dünyaya, ancak dünyanın kendi bağrından çıkardığı ilkeleri önerebiliriz. İnsanlara tepkilerinizden vazgeçin diyemeyiz, ama tam olarak neye, niçin tepki gösterdiklerini gösterebiliriz.” Sonrasında kendi önerisini de dile getiriyor: “İnfial yorgunluğu bugün son derece yaygın bir maraz ve bu yüzden onun üstesinden gelmek sorunun yapısal nedenleri üstüne düşünmekle, yeni dünyanın ‘bağrında yeşeren ilkeleri’ kavramakla mümkün olabilir.” Belki şunu da ihmal etmeden düşünmeliyiz konuyu: Bu yorgunluk planlı olarak, neo-liberal sistemin bir stratejisi olarak topluma adeta dayatılıyor ve Özkul’un sözünü ettiği mecralar da birer gözetleme makinesine dönüştürülüyor. (Foucault’yu da anmış olalım.)

Barış Özkul’un, Ataç üzerine yazdığı denemede kurduğu cümleler, onu iyi kavrayan bir özet olmuş: “Ataç’ın ‘edebiyat teorisi’yle sistemli bir ilişkisinin olduğu söylenemez. Belirli bir edebiyat ekolüne bağlı kalmak yerine çoğu zaman sezgilerine, öznel yargıları ve zevklerine; okuduğu kitaplardan, dinlediği müziklerden oluşturduğu sanat ‘telakki’sine; zaman içinde keskinleşen ‘koku alma’ duyusuna güvenir.” Ataç’ın öznel yaklaşımı, batı karşısında bir yetersizlik parantezi açması çoğunlukla bilinir sanırım. Akl-ı selim yerine, zevk-i selim tercihinde de Valery etkisinin altını çizmiş Özkul. Bunu düşününce Tanpınar denemesiyle birlikte okumak, o iklimi kavramak açısından iyi olabilir diye düşünüyorum. Tanpınar’ın edebiyat tarihi bağlamında karşılaştırma ısrarından söz ettikten sonra şöyle diyor Özkul: “Ona göre Tanzimat’ın ardından yeni ve Avrupai bir edebiyat vücuda gelmiştir ve bu edebiyat özellikle Servet-i Fünun kuşağından itibaren Avrupa edebiyatına sıkı biçimde bağlı kalmıştır. Dolayısıyla Yeni Türk Edebiyatı’nın anlaşılması ancak Batı edebiyatıyla etkileşimleri adım adım takip edilerek anlaşılabilir. Dış etkilerin onu nasıl genişlettiği, hayat ve estetik görüşünü nasıl belirlediği, yazarların ruh halinde nasıl bir ikiliğe yol açtığı araştırılmadan son devir edebiyatımızın anlaşılması pek mümkün değildir.” Bu görüşü ulusal edebiyatların kendi içinde bütünlük, kapalı bir entite olarak incelemenin yapıldığını, Tanpınar’ın yaklaşımının Batı ülkelerinde bile bir yenilik olduğunu söylüyor Özkul; çizgiyi Auerbach’a kadar uzatarak. Gerçekten de Tanpınar, kendi dönemindeki eleştirmenlerden ayrı bir yerde durur. Ancak onun da sistematik bir karşılaştırma yaptığını söyleyemeyiz. Hem yüksek edebiyat zevkini öncelemesi, hem de sistematik yöntemler kullanmaması nedeniyle Ataç denemesiyle birlikte okunabilir sanırım. Ancak Tanpınar’ın karşılaştırmalı çalışmaları, onu, o dönemin örgüsü içerisinde çok daha özel bir yere yerleştirir; Özkul’un da belirttiği üzere.

Ziya Gökalp üzerinden, Kızılelma, Milli edebiyat/milli lisan, Milli estetik, Milli ahlak ve Türk tipi feminizm parantezlerini açtığı denemenin, bu başlıklarının, bugün bile gölgesini görmemiz açısından özellikle düşünülmesi gerek sanırım.  Bir türlü geride bırakılamayan Kızılelma, Turan hayalleri, hayata geçmesinin mümkün olmadığı bilinse de, ara ara ısıtılıyor. Her şeyin millisini öneren Gökalp, bugün önemi azalan bir figür de olsa, muhtemelen okunmayan kitaplarıyla sık sık anılır bir kesim tarafından. Bence güncele en sıkı bağ atan kısmı, Türk tipi feminizm. Eski Türk devletlerinde kadının önemini, değerini yazarken, bir sınır çiziverir. Bunu Gökalp’in ağzından, ti’ye alarak aktarmış Özkul: “Öte yandan Ziya Gökalp, eski Türkler ‘Namusunu korumamış olan kadınların yardımına, ne denli yalvarırlarsa yalvarsınlar ve ne denli değerli kurbanlar ve hediyeler sunarlarsa sunsunlar koşmazlardı’ diyerek Türk tipi feminizmin sınırlarını çizmişti.” O zihnin gölgesi bugüne de uzandığı için kadın cinayetleri sürüp gidiyor olabilir mi?

Kitabın en kapsamlı irdelenen yazarı Kemal Tahir üzerine iki yazı var: “Yerli ve Milli” Kültür arayışının menzilinde Kemal Tahir ve Tahiriliğin altın çağında Kurt Kanunu: Kemal Tahir’de Batı Düşmanlığı, Ajanlık ve Masonluk Paranoyası. Özkul girişte şu saptamayı yapıyor: “Öte yandan birçok Türkiyeli solcunun sevdiği yazarlardan Kemal Tahir de muhafazakar entelektüeller arasında son zamanlarda popüler hale geldi. ‘Yerli ve milli’ kültür arayışı çerçevesinde onun gündeme getirilmesi anlaşılır olduğu kadar ilginç ve çelişik bir durum.” Kemal Tahir’in romanlarının önemli bir kısmı kendi tezlerini aktarmak için yazılmıştır. Bu nedenle gerek Tahiriler, gerekse sıkı okurları, çoğu zaman bir roman okuduklarını düşünmezler. Bu yüzden bu romanlar birer tarih doktrini gibi okunur ve anlatılır.  Barış Özkul bu tezlerin bir kısmını şöyle aktarıyor: Bir tarihçi (Özkul da romancı diyememiş) olarak Kemal Tahir, Batı toplumu sınıflı iken, Doğu toplumunun sınıfsız olduğunu, Osmanlı köylüsünün özgürlüklerini feodal beyden satın almak zorunda olmadığı için savaşma gereği duymadığını, okuduğu tarih kitaplarından hareketle ileri sürebilmiştir.”  Bu cümlenin sonundaki “sürebilmiştir” ifadesinden, Özkul’un negatif bakışını görüyor, olumsuz tonunu duyuyoruz. (Yalçın Küçük de akla geliyor tabii.)

Kurt Kanunu’ndan yola çıkılarak yazılan denemenin itiraz edilemeyecek (Kurtuluş Kayalı etse de) saptamalar içerdiğini düşündüğüm için çokça alıntı yapma ihtiyacı duydum; ki kitabı değerlendirdiği yazısında Orhan Koçak da öyle yapmış. Kemal Tahir’in tezleri üzerinden şu saptamaları yapıyor Barış Özkul: “ ‘Dış güçler’ memlekette o kadar etkilidir ki, Anadolu halkının ‘sosyal adalet arayışı’ onlar yüzünden başarısızlığı uğramıştır. İttihat Terakki ‘kapitalist Batıya benzeme çılgınlığı’ndan vazgeçip ‘bütün tarihi boyunca sosyal adaleti uygulayacak devleti arayan’, bu arayışı tarihsel gelenekleriyle cisimleştiren ‘Anadolu halkının yatkınlığı’na dayanamadığı için çökmüştür.”… “Kara Kemal’in ‘Batılılaşma debelenmesi’nin yanlışlığını Anadolu halkının Anadolu halkının sosyal adalet arayışına yatkınlığıyla gösterme gayreti, Kemal Tahir’in Osmanlı toplumu ve devletinin biricikliği savını yerlici-sosyalizan temalarla işleme çabasına paraleldir.” … “Dış güçlerin ekonomideki istilasının Cumhuriyet devrinde de sürdüğünün başlıca delili İzmir İktisat Kongresidir. ‘İki kere ikinin kaç ettiğini bilmeyen’ Kazım Karabekir Paşa’nın başının altından çıkan İzmir İktisat Kongresi’nde ‘memleketin çobanları ve çiftçilerinin de katıldığı’ bir sosyal adalet anlayışı belirleneceği yerde ‘memleket ekonomisinin liberal sistemle kalkınacağı’na karar verilmiştir. ”Kemal Tahir’in romanı üzerinden Ermeni meselesine de değinilmiş denemede: “ Ermenilerin ‘kesilmesi’nden yabancıları (asıl olarak Batı devletlerini) sorumlu tutmak, ‘emperyalistler’i sanık sandalyesine oturtmak İttihat Terakki’den çağdaş Türkiye’ye sirayet etmiş bir inkar stratejisidir.” Barış Özkul, dış güç paranoyalarını, yabancı düşmanlığını, Masonları, patrimonyal arzuları göz önüne çıkararak, bunlara karşı olması gerekenleri yerine oturtarak, dünle bugün arasında da diyalektik bir bakış atıyor; Kemal Tahir ve Tahirilere. Bugün sağ kesimin Kemal Tahir alımlaması Batı düşmanlığı üzerindendir kuşkusuz. Ancak romanda geçen “Ermeni kırımında çok vurgun vurduk sayesinde” cümlesini de alımlar mı sağ kesim; elbette hayır. Bu yüzden bir kısmını karartarak, yok sayarak kabullenebilirler Kemal Tahir’i; kendilerine özgü o pragmatizmle.

Halikarnas Balıkçısı’nın kendine özgü tezlerine de yer vermiş Özkul. Ancak bu tezler zorlama ve bilimsel temeli olmayan, hümanistik çabalardır. Halikarnas Balıkçısı’nın, Özkul’un da söylediği üzere bir kıymeti vardır elbette. Ancak, yine Özkul’un da belirttiği gibi, Balıkçı’nın, Batı Anadolu ile Yunanistan arasındaki farkın eski Yunan’ın eşcinselliğe “sapması” olduğu gibi homofobik görüşleri, bundan Sokrates ve Platon’u sorumlu tutması akıllara sezadır. Bunun da ötesinde bir sorunu, Burak Kumpasoğlu’nun bir yazısından alıntılayalım (İvi Stangali. Sürgünde Kararan Bir Işık. 21. Eylül. 2023. K.24): “Halikarnas Balıkçısı’nın Uluç Reis (1962) ve Turgur Reis (1966) gibi tarihi romanlarında yer alan gayrimüslim kadınların Türk korsanlarını arzulamasından, ‘gavurların’ kokuyor olmasına kadar her türlü milliyetçi kalıbın varlığı belki de biz’ ve ‘onlar’ arasına çekilen sınırların ‘hümanist’ kimlikleri bile nasıl kötürüm bıraktığının iyi bir örneğidir.” Balıkçı’nın, Anadolu ve Osmanlı tarihini (ahilik üzerinden) İyonya kültürüyle ilişkilendirme çabasının sarpa sardığını kendisinin de fark ettiğini belirtmiş Özkul. Hem ne demişti Balıkçı: “Benim görevim söylentilerin hepsini yazmaktır. İnanmak zorunda değilim”; Herodotos’tan mülhem olarak.

Azra Erhat’ın da, Eyüboğlu’yla birlikte dahil olduğu Mavi Anadolu akımına da değinmiş Barış Özkul. Balıkçı’nın aksine savlarını bilimsel temellere oturtmaya çalışır Erhat. Balıkçı’nın atıp tutmalarına da tepkilidir. Ancak Atatürk’le ilgili görüşlerinde aşırı bir yüceltme duygusu, bazen naifleştirmiştir onu. Özkul, Mavi Anadolu kitabında Mustafa Kemal Atatürk’ü Hektor’a, Conkbayırı muharebelerini ise Troya savaşına benzettiğini yazmış. Özkul şunu da hatırlatmış: “Erhat’a göre sanatçı, ülkesinde her ne olursa olsun, ‘Batı blokunun ekmeğine yağ sürmekten’ kaçınmalıdır.” Kimi zaman, farklı mahallelerde oturanlar da aynı kavşakta buluşuyor sanırım. Son olarak Özkul’un, benim de katıldığım saptamasını alıntılayalım: “Bütün bu yönleriyle Azra Erhat, Mavi Anadolu’nun ‘yerli ve özgün’  (yerli ve milliden daha iyi olduğu tartışılmaz) bir hümanizma oluşturma gayretlerine Latince ve Yunanca bilgisiyle, çevirileriyle (özellikle İlyada ve Odyssea), Mitoloji Sözlüğüyle ve öğretmenliğiyle önemli katkılar yapmış olsa da düşünce ve zihniyet dünyası büyük ölçüde Atatürk Cumhuriyeti’nin milliyetçilik, halkçılık ve devletçilik söylemiyle sınırlıdır.”

Raymond Williams’ı önemsiyor Barış Özkul. (Önemsenmesi de gerekir.) Dünyadaki farklı toplumlar için tek bir sosyalizm değil, bu farklar doğrultusunda birçok sosyalizmin düşünülebileceğini savlamıştı Williams. Timpanaro ve Bahro’nun eleştirel görüşlerinden yola çıkarak, işçi hareketi ile ekoloji hareketi arasında bağ kurulması çağrısında bulundu. Özkul, şöyle diyor onun için: “Neredeyse bütün incelemelerinde ‘praksis’, ‘şeyleşme’, ‘tarihsel bilinç’, ‘yabancılaşma’ gibi Marksist formülasyonlara başvurmakla birlikte Williams’ın edebiyat ve kültür incelemelerinde kaba saba, indirgemeci ‘sınıf analizleri’ne rastlanmaz; bunun yerine insan deneyimin merkeze alarak ampirizmi bir üslup ve söylem analizi olarak işe koşan incelikli bir okuma yöntemi geliştirilir.” (Geçmişten bu yana yapılan kimi okumalara baktığımda, özellikle indirgemeci üslubun, yazanın da, okuyanın da ufkunu nasıl daralttığını düşündüm ister istemez.)  Barış Özkul da, Williams için saptadığı incelikli okuma üslubunu benimsemiş görünüyor.

Necip Fazıl, Kemal Tahir, Mehmet Kaplan, Fuat Köprülü, Peyami Safa’nın yanı sıra Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat, Yakup Kadri ve Melih Cevdet gibi yazarların, edebi durumlarından, yeteneklerinden ziyade, siyasal ideolojileri ve zihniyetleri üzerinden bir iç tarama yapmış Barış Özkul. İdeolojik olarak farklı yerlerde duruyor bu isimler. Ama bir bölümün başlığında söylendiği gibi, “Devlete Bağımlı Bir Zümre Olarak Osmanlı-Türk Aydını” olarak bir ortak payda var. Devletle ilişkilerinde mesafe ayarını yapmakta genelde zorlanır bizim aydınımız; Tercüme Odası’ndan bu yana. Özkul’un denemeleri hiç kuşkusuz taraflı. Ancak hakkaniyet gözeten, indirgemecilikten özenle kaçınmayı başaran bir üslubu var. Karşı olduğu ideoloji ve zihniyeti eleştirmekten hiç geri durmamış. Ama bütün eleştirilerini temellendirmiş, delillendirmiş. Üstelik bu duruş, kitabın diyalektik bir hareketlilik, akıcılık kazanmasını sağlamış.  Dokunduğu yerler, ufunetli yerler genelde. Hem içeride, hem de Dostoyevski’den Conrad’a, dışarıda, geniş bir alanı dolaşmış. Bunu yaparken benimsediği Yeni Eleştiri anlayışını şöyle anlatıyor: “Edebiyat eserini didaktik işlevlerine, propaganda değerine veya temellendirilmemiş öznel yargılara indirgeyen eleştiri anlayışları karşısında Yeni Eleştiri bugün hala önemini koruyor.” Yazının başında söylediğim üzere, görünen kısmından çok daha fazla bir hacmi var bu denemelerin. Son olarak Orhan Koçak’ın kitap üzerine yazdığı yazıda sorduğu bir soruyu alıntılamadan edemedim: “Öte yandan, incelenen yazarların arasında herhangi bir ‘sosyalist’ yazarın (İştirakçi Hilmi’den Mehmet Ali Aybar’a, Dr. Hikmet’e veya Murat Belge’ye kadar) bulunmamasını neye bağlayabiliriz? Sosyalist aydınların hepsi de bu ‘devlet bağımlılığının’ dışında mı kalmışlardı ?” Kuşkusuz hayır. Sanırım onlar bir başka kitabın konusu.


Barış Özkul. Düşüncenin Uğursuz Kaderi. Toplumsal İdeolojilerin Aynasında Edebiyat ve Sanat. İletişim Yayınları. 2024