Dino Buzzati’nin Tatar Çölü üzerine kafa yormaya değer bir eser. Romanda, hayatımız boyunca önemli olduğunu düşündüğümüz konularla ilgilenip vaktimizi boşa harcayışımız, bir mevki kazanabilmek için hırslara kapılışımız kararsızlıklar ve çelişkilerle anlatılmakta. Savaşmak için kalede hazır bulunan askerlerin kaleyi korumalarına tezat olarak yaratılan savaşsızlık, savaşamama haliyle hiç umulmadık yerlere varırız. Bastiani Kalesi’ndekilerin kuzeyden gelecek Tatarları bekleyerek ömürlerini hebâ etmeleri ile savaşıp kahraman olmak aynı bakış açısıyla işlenir. Buzzati’nin yalnızca savaş konusunda hissettirdikleri ile değil, savaş kadar etkili olmuş olan Tatarlar konusuna ve Ortaçağ’ın vebasına bizi götürmesiyle eser bambaşka bir boyut kazanır.
Eserin Yayımlanma Serüveni
1906 yılında Venedik’e yakın Belluno kentinde doğan Buzzati, iki dünya savaşını yaşayan, hukuk eğitimi alan, öğrencilik yıllarında muhabirlik yapmaya başlayan, sanat alanında çok yönlü olan bir kişidir. 1939’da askere çağrılıp İkinci Dünya Savaşı boyunca İtalyan Kraliyet Deniz Kuvvetleri’nin muhabiri olarak görev yapar.
Romanın, yayım tarihi her yerde 1940 olarak karşımıza çıkar ancak Stefano Malosso’dan öğrendiğimize göre; bugünkü okuduğumuz 1945’te Mandodori Yayınları’nca basılan versiyon. İlk taslağını savaşın başladığı yıl tamamlayan Buzzati, eserin bitmediğini, eksikliklerinin olduğunu düşündüğü için savaş boyunca esere son hâlini verir.
Malosso’nun aktardığına göre, Buzzati Tatar Çölü hakkında şunları yazar: “Sanatsal açıdan sonuna kadar dürüst olsaydım, bu kitabı neredeyse bir tür otobiyografi gibi tüm hayatım boyunca veya en azından ilerleyen olgunluğa kadar yazmaya devam etmek zorunda kalacağımı her zaman çok iyi anlamıştım. Ayrıca ortaya doğru anlatım geriliminin biraz düştüğünü, bazı pasajların zorladığını, kısacası yeniden çalışmanın çok faydalı olacağını anladım. Ama Longanesi'nin isteği vardı, taslak hazırdı, gençtim ve oldukça hırslıydım. Kısacası bekleyemedim, sabırlı olamadım ve roman piyasaya sürüldü.”[1]
İsim Meselesi: ‘Kale’ yerine ‘Tatar Çölü’
Romanda; Bastiani Kalesi'ne atanan genç subay Giovanni Drogo'nun kalede geçirdiği otuz yıl süresince bir şeyleri bekleyerek alışkanlıklarına boyun eğmesi ve zamanını boşa geçirmesi bizlere sunulmaktadır. Bu bekleyiş umut/umutsuzluk sarmalında kimi zaman işinde yükselme, kimi zaman evlenme, çoğu zamansa kaledeki hemen her askerin yaşadığı gibi, düşmanlarla savaşarak yaşamına anlam katma içindir.
Buzzati, eseri yayıncısına ilk kez götürdüğünde adını ‘Kale’ olarak belirlemişti. Yayıncı İtalya’nın o günkü siyasal ortamında ve tam da savaşın patlak verdiği yılda romanı bu isimle yayınlayamayacaklarını söyleyince, Buzzati ‘Tatar Çölü’ olarak değiştirir. Buzzati’nin neden bu ismi verdiği konusu üzerinde düşünmeye değer. Öncelikle Tatar ismi net karşılığı olan bir kelime değil. Çarlık Rusyası kendine bağlı tüm Türk kavimlerine Tatar diyor. Arap dünyası günümüzde bile Moğollar için Tatar kelimesini kullanıyor. Türkiye’den bakıldığında bir Türk boyu olarak görülüyor. Buna benzer farklı bakış açılarını şimdilik bir kenara bırakıp Avrupalıların gözünde Tatar’ın ne ifade ettiğine gelirsek; Moğol ya da Türklerin herhangi bir boyuna mensup olup olmaması fark etmeksizin, Karadeniz’in kuzeyinden Çin’e kadar uzanan bölgede yaşayan geniş bir topluluğu kapsayacak şekilde yüzyıllarca kullanılagelmiş. Bir anlamda kuzeyden gelenleri kasteden geniş kapsamlı bir kelime gibi görünüyor. Ancak Avrupalıların ve Buzzati’nin Kavimler Göçü ve Ortaçağ’daki büyük veba salgını Tatarları bir tehdit sembolü olarak görmeleri için epey uygundur.
Tatarlar, Çöl ve Veba ilişkisi
Bastiani Kalesi’ndekilerin savaşmayı bekledikleri Tatarlar kuzeyden gelecektir; buralar çöldür, aynı zamanda verimsiz, engebeli, dağlarla çevrili topraklar diye de geçer. Roman boyunca nöbetçiler dürbünle izledikleri kuzey topraklarında siyah, hareket eden noktalar, karaltılar görür. Bu karaltılar ile veba arasında köprü kurulabilir çünkü vebaya vücutta oluşan şişliklerin siyah renginden dolayı kara ölüm, kara veba da denir. Buzzati, bizi çoğu kez çelişkilerle, bulanıklıklarla karşı karşıya bırakır. Bu karalıklar bir hayal ürünü müdür, gerçekte orada bir şey var mıdır, vebaya mı gönderme yapıyordur; bu konuda net bir şey söylemek mümkün değil. Zaten Buzzati de baştan sona bunu amaçlamaktadır; bir şeyleri sezdirse de asla net bir ifadeyle karşılaşmamaktayız. Lakin, vebaya gönderme yaptığına dair çeşitli makaleler bulunmaktadır.
Daha önce savaşın bir türlü gerçekleşmediğinden bahsetmiştim. Simeoni, Drogo’ya yıllarca, yüzyıllarca süren bu gecikmenin nedenlerini çeşitli olasılıkları hesaba katarak sıralar: Engebelerin bulunması, inşaatın yavaşlaması (burada kastedilen Tatarların kalacağı yerin inşaatı), işlerine ara vermelerine neden olacak siyasal olaylar, çalışmaları felce uğratabilecek kar, çölü bataklığa çevirebilecek yağmurlar. Drogo ise gecikmeyi, boş ve kıraç toprağın verimliliğini artırmak için yaptıkları çalışmalara bağlar. Simeoni, arazinin tarım yapılamayacak kadar taşlı olduğunu, ayrıca Kuzey Krallığı’nda sırf otlak olarak kullanılan ve toprağı bu tür bir girişim için çok daha elverişli geniş çayırlıkların olduğunu söyler.[2] Taşlı, verimsiz topraktan tutun da otlak olarak kullanılan elverişli çayırlar bizi Ortaçağ’da Avrupa’nın ve diğer bir uçtaki Çin’in yaşadığı kurak dönemlere, felaketlere ardından da Tatarların Avrupa’ya yaydığı düşünülen vebaya götürür.
Andrew Nikiforuk, Mahşerin Dördüncü Atlısı: Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi adlı kitabında, özellikle Avrupa’ya yüzünü çevirerek vebanın oluştuğu şartlardan yani iklim konusundan bahseder. Nikiforuk, Ortaçağ’da Avrupa’da devam eden uzun sıcak yazlar, kısa ve serin kışlar, köylüleri daha çok ürün yetiştirmeye ve nüfusa teşvik ettiğini; kıtayı içinde bakterilerin kaynadığı bir deney tüpüne dönüştürdüğünü kaydeder. Çok işlenen ve verimsizleşen topraklarda köylülerin, giderek artan nüfuslarını besleyebilmek için ormanları yok ettiklerini, bataklıkları kuruttuklarını ve dik dağ yamaçlarını ektiklerini belirtir. Köylülerin daha çok ekin ekebilmek için otlakları işgal edip inek ve koyunları yerlerinden ettiklerini; gübre üretiminin azaldığını; Avrupa’nın havasının sinsice değiştiğini, bu soğuma ya da ters sera etkisinin sonraları “Küçük Buzul Çağı” olarak adlandırıldığını söyler. Donlar ve aşırı yağmurlar kıtlığı da beraberinde getirir. Nikiforuk şöyle devam eder: “Dünya ikliminin 1330’lardaki değişimi bozkırlardaki kemirgen hayatını yok etti. Sıcak ve kuru rüzgârlar, bakterileri, pireleri ve hayvanları çölden kaçırdı.”[3]
Tolgahan Karaimamoğlu Kara Ölüm: Ortaçağ Dünyasını Yok Olmanın Eşiğine Getiren Veba adlı çalışmasında felaketlerin kendiliğinden olmadığına, kritik olaylar zincirinin sonuçları olduğuna vurgu yapar. Avrupa’da şiddeti Çin’e kıyasla az olan doğal felaketlerin olduğuna; yine 1330’larda yaşanan büyük kuraklık sonucu üretimin yapılamadığına, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi açlıktan insanların öldüğüne dikkat çeker. Kuraklığın ardından aşırı muson yağışlarının büyük sel felaketi ve toprak kaymalarına sebep olduğunu; ağır kuraklıktan sonra ise şehirleri çekirge ve haşere kolonilerinin istila ettiğini kaydeder. Karaimamoğlu, yaşanan bu felaketlerin veba salgınının patlak vermesine zemin hazırladığına vurgu yapar.[4]
Pek çok araştırma Ortaçağ’daki vebanın Avrupa’ya özellikle de kalabalık şehirlere sahip İtalya’ya yayılışının Kefe Savaşı ile gerçekleştiği konusunda mütabıktır. Bu konuda İlyas Uçar, Orta Çağ Kara Belası: Amvâs Vebası -İslâm Tarihinde İlk Salgın- adlı çalışmasında, Piacenzalı noter Gabriele de’ Mussi'nin kroniğinin çevirisi yer alır. Tatarların, Kefe Savaşı sırasında vebadan ölmüş cesetlerini mancınıklarla fırlatıp biyolojik silah gibi kullandıklarını anlatır.[5] Savaşı başka bir boyuta taşıyan bu olayın Avrupalılar, İtalyanlar ve Buzzati’nin kolektif bilinçaltında Tatarların nasıl korkutucu bir yer işgal ettiğini kanıtlar.
Şehitlik ve Asillik: Prens Sebastien, Aziz Sebastian ile Teğmen Angustina
Kalede Prens Sebastien’in ölümünü tasvir eden tablonun asılı olduğundan bahsedilir. Prens Sebastien ölümcül bir yara alıp ölmüş olmasına rağmen tüm soyluluğunu ve olağanüstü şıklığını korur. Bu kişi Aziz Sebastian ya da Portekiz Kralı Sebastian’dır; hangisi olduğu fark etmeksizin ikisinin de vebayla ilişkisi vardır. “Sebastian, erken dönem Hıristiyan bir aziz ve şehittir. Ortaçağ’da vebadan korunmak için şefaat etme konusunda özel bir yeteneğe sahip bir aziz olarak kabul edilirdi ve vebanın aktif olduğu dönemde ona olan bağlılık büyük ölçüde arttı.”[6] Portekiz Kralı Sebastian ise, 1569'daki büyük Lizbon vebası sırasında Portekizli doktorların vebayla mücadelesine yardım etmek için Sevilla'dan doktorlar gönderen kişidir. Hastalığa yakalananlarla ilgilenmek için Lizbon'da iki hastane kurar. Vebadan ölenlerin dul ve yetimleriyle ilgilenmek amacıyla barınaklar kurup sütanneler sağlar.[7]
Teğmen Angustina, sınırı çizmekle görevli başka bir birliğe eşlik etmekle görevlidir. Kendini haddinden fazla yorduğu, soğuktan korunmadığı için zayıf vücudu iflas eder -bile isteye intihar ediş de söz konusu olabilir- ve Tatarlar’la savaşmadığı halde şehitlik mertebesine yükselir. Angustina öldükten sonra yavaş yavaş resimde tasvir edilen Prens Sebastien’e benzemeye başlar. Ne parlak bir zırhı, ne kanlı miğferi ne de kılıcı vardır. Sırtı sert bir kayaya dayalı, fenerin cılız ışığı yüzünü aydınlatsa da şaşırtıcı biçimde Prens Sebastien’e benzer. “Kol ve bacakların duruşu, pelerinin kıvrımları, yüzündeki o aşırı bitkinlik ifadesi aynıydı.”[8] Hepi topu benzeyen pelerin, vücut ve yüz ifadesi olsa da Buzzati yapacağını yapar. Angustina'nın kalede kaldığı süre boyunca kaç defa o tabloya baktığını kestiremesek de benzeyiş çabasına girip elinden geldiğince “asil” bir şekilde ölmek istemiş olabilir mi? En başta Ortaçağ askerleri günümüzdeki üniforma gibi pelerin giyerek bu asaletin gereğini yerine getirmezler mi? Şehitliğin asilliği çağrıştırdığı inancıyla Buzzati, Prens Sebastien gibi çok önemli bir figürü yerleştirerek hem vebaya gönderme yapar hem de şehitlik ve asilliği mevzu eder.
Savaşın Patlak Vermesi, Hastalık ve Ölüm
Romanın sonunda Drogo hasta ve yaşlı olduğu için yatağından pek çıkamamaya başlar. Eski gücüne kavuşacağı umuduyla yine beklemeye koyulur. Tam da o sırada savaş cehennem gibi Bastiani Kalesi’ne çöker. Terzibaşı Prosdocimo, “Geliyorlar, geliyorlar! Allah’ın izniyle yoldan geliyorlar, kuzeydeki yoldan!”[9] diye “mutlu haberi” Drogo’ya verir. Drogo, dürbün olmadan da görülüp görülemediklerini sorunca, Prosdocimo, on sekiz top bile saydıklarını, surlara gelip izlemesini söyler. Drogo güç bela taraçaya varır; katılan yeni tabyanın dumanlarını görür, alışkanlıkla düşmanı görmeyeceğine dair umutlansa da dürbünle basbayağı kuzey ordusunu görür.
Drogo biraz iyileşip komutan yardımcılığı görevini yapma hayali kurar fakat bir türlü iyileşemez. Otuz yıl beklediği savaş aksi gibi onun en güçsüz anında gelir. Üstelik, kaleye iki alay daha asker geleceğinden Drogo’nun kaldığı odaya ihtiyaç vardır. Komutan Simeoni onu kaleden hastaneye gitmesi için ikna etmeye çalışır ancak gitmeyince zorla gönderir. Drogo ölümüne ramak kala, adını altın harflerle yazdıramadan kale garnizonunun komutan yardımcısı yahut sıradan bir asker olarak ölür. Bir vakitler hiç kalmak istemediği kalede, son dakikaya kadar bekleyip ölmesine dahi izin verilmez.
Beklemek, onun umutla her gün yeniden yeşerttiği bir ritüel değil miydi? Beklemek nefes almaktı, belki de bekledikçe hayata değil de ölüme kapı açan bir eyleme dönüşmüştü. Başından sonuna kadar çelişkilerle, kararsızlıklarla kuruludur eser. Zamanını hiç uğruna geçiren Drogo’yu şehitliğe yükselen asil bir asker olarak göremeyiz; savaş onu kutsamaz. Kuzey’den gelen Tatarları gözüyle görse bile onun için efsaneden başka bir şey olmamaya devam eder. Giovanni Drogo kendi tarihinde özne olamadıktan sonra hiçbir şeyin anlamı yoktur. Okur olarak, baş karakterimizin yaşayamadığı “kutlu an” yoktur. Kahramanlıkla, zavallılık arasında gidip gelen ölümler görürüz. Kendi kendine boşa geçmiş bir ömür vardır; hangisi daha trajiktir? Angustina'nın ölümü mü Drogo'nunki mi? Yoksa Bastiani Kalesi'ni Tatarlar’a karşı müdafaa edenler mi, Kefe Savaşı'nda kendi ölülerini düşmanın üzerine atan Tatarlar mı?
[1]https://www.liminarivista.it/comma-22/ritorno-alla-fortezza-bastiani-quando-mondadori-pubblico-il-deserto-dei-tartari-di-dino-buzzati/
[2] Dino Buzzati, Tatar Çölü, 23.baskı, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2020), s. 184, 185.
[3] Andrew Nikiforuk, Mahşerin Dördüncü Atlısı: Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi, 1. baskı, çev. Selahattin Erkanlı, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2000), s. 70.
[4] Tolgahan Karaimamoğlu, Kara Ölüm: Ortaçağ Dünyasını Yok Olmanın Eşiğine Getiren Veba, 1. baskı, (İstanbul: Kronik Kitap, 2022).
[5] İlyas Uçar, Orta Çağ Kara Belası: Amvâs Vebası -İslâm Tarihinde İlk Salgın-, 1. baskı, (İstanbul: Siyer Yayınları, 2020).
[6] https://en.wikipedia.org/wiki/Saint_Sebastian
[7] https://en.wikipedia.org/wiki/Sebastian,_King_of_Portugal
[8] Dino Buzzati, a.g.e, s. 135.
[9] Dino Buzzati, a.g.e, s. 211.