Barbarları Beklerken: Barbarlara Muhtaç İmparatorluk

Bilinmeyen bir imparatorlukta, zamanda ve mekânda geçen; çoğunlukla isimsiz karakterlere sahip John Maxwell Coetzee’nin Barbarları Beklerken (1980) adlı eseri apartheid/ayrımcılık konusunu beyaz bir sulh hâkiminin ve ‘barbar’ kör bir kızın ilişkisiyle gözler önüne serer. Eser beyazların, göçebelere/barbarlara, tüccarların büyükbaş hayvanlarını çaldıkları gerekçesiyle yakalayıp işkence etmesini, yaralamasını, öldürmesini ve savaş açmasını konu edinir. Çöl yollarını bilmeyen Sivil Savunma’nın görevlendirdiği Albay Joll ve emrindeki köylü askerler sınırdaki barbarları dağlara göçe zorlar.

Güney Afrikalı anti-apartheid yanlısı yazarlar arasında kabul edilen Coetzee’nin babası on yedinci yüzyılda göç eden Hollandalılardan, annesi ise Hollandalı, Alman ve Polonyalı göçmenlerdendir. Beyazdırlar; ancak her beyazın apartheid’i desteklemediğinin altını çizmek gerekir, tıpkı hâkim gibi. Coetzee, “Güney Afrika edebiyatı tam olarak insanların hapishaneden yazmasını bekleyeceğiniz türden bir edebiyattır,”[1] der ve hükümeti apartheid politikasından vazgeçmeye çağırır.

Romanın temelinde de yatan bu düzeni yani apartheid sistemini anlamamız önem arz eder. Mesut Karaşahan konuyla ilgili kitabında şöyle bir tarif verir: “1948’den beri Güney Afrika’da uygulanacak olan apartheid sistemi, sömürgecilik günlerinden başlayarak yerli halka dayatılan ve başka sömürgelerde veya ABD’de tatbik edilen ırk ayrımından daha ileri boyutlarda bir vakaydı. Sosyal ve ekonomik bakımdan belli bir bütünleşme sürecini yaşamakta olan bir toplumu, ayrı yaşam alanlarına, yerleşim birimlerine ve ekonomilere hapsedecek şekilde yeniden yapılandırma projesiydi.”[2] Eserde beyazların yerli halka uyguladığı bitimsiz şiddet, yok ediş; beyaz-barbar, köle-efendi gibi kavramların muğlaklaştığı diyalektikler söz konusudur. 

Romanın bu ilişkiyi ele alış tarzındaki düşündürücü tavrı, sınır garnizonunda yirmi yıldır görev yapan ve emekliliğini bekleyen hâkimin, İmparatorluğun adamı olmasına rağmen, tehlikeleri göze alarak barbarlara işkence eden albaydan yana değil de ötekinden yana olmasıyla görürüz. Albay her zaman kara gözlükler takar; bir nevi onun zırhı, maskesi, sığındığı karanlığıdır. Hâkimse işkence gören yaralılara, açlara yardım eder.

Ayakları kırılmış, kör bir kıza iş verir ve kendini onun bakımına adar. Bununla da yetinmeyecektir; gölü, çölü, bataklıkları ve dağları aşarak onu insanlarına teslim edecektir. Albay garnizona geldikten sonra adaletsizce yapılan baskınlar, işkenceler artar. ‘Sulh hâkimi’ zarar verileni düzeltmeyi borç bilir; vicdanını bu şekilde rahatlatmaya çalışır.

Sınırdaki garnizon, kuzey, çöl, siyah nokta, sis ve Barbarlar ile (Tatar Çölü’ndeki sınır garnizonu, kuzey, çöl, karaltı, sis ve Tatarlar ile) Coetzee, Dino Buzzati’ye selam gönderir. Onun işlediği oyalara özenir belki de; onları kullanır, belirginleştirir. Konunun değişmez, evrensel oluşuna dikkat çeker. Düşman yaratma, şiddet ve savaş çıkarma devletlerin varlıklarını meşrulaştırmak ve devam ettirmek için kullanageldikleri araçlardır. Tatar Çölü’nden neredeyse yarım yüzyıl sonra kaleme alınan eser Buzzati'ye selam göndermez sadece; psikolojik çözümlemelerle Dostoyevski'yi akla getirir. Godot’yu Beklerken’deki dayak yeme, canı yanma, köle-efendi ilişkisi, haberci çocuklar, körlük, uyku, rüya, unutuş ve yalnızlık ile Beckett'ı yeniden düşündürür.

Rüyada Hep Çocuk

Rüyalarında çocukları ve kukuletalı bir kız gören hâkim, yaklaştığı zaman karda oynayan çocukların uzaklaştıklarını ya da eriyip buhar olduklarını fark eder. Arkası dönük kukuletalı kız çocuğunun yüzü boş, hatsızdır. Aslında bir yüz değil, karın ta kendisidir. Kıza para uzatır, rüya biter. Eriyip buhar olan çocuklarla kar olan kız ölümle ilişkilendirilebilir. Barbarların çocuk, kadın demeden yakalanıp işkence görmeleri, öldürülmeleri rüyada kara/toprağa dönüşmeleri söz konusudur. Hâkim yaşanan olaylardan oldukça etkilenir; rüyalarının konusu olur. Kukuletalı kızla, iş verdiği kör kızın silûeti iç içe geçer.

Kim köle, kim efendi?

Hâkim, kör kızın kırık ayaklarına her gece masaj yapar, bu hâkimi uykuya götüren bir ritüele dönüşür. Gerçek hayattan uzaklaşıp uykuya dalabilmesini sağlayan bu terapilerle sakinleşir, uykuya dalar ve alegorik anlam inşa edilir. Yüzyıllık Yalnızlık’taki tüm kasabanın bellek yitimini insomnia ile veren Márquez’in kullandığı alegoriyi akla getirir. Eserde bellek yitiminden ziyade ileride de göreceğimiz gibi zihin oyunları hâkime oyun oynar, bu da bir bakıma kaçış gibidir.

Kör kızın kapalı, tatsız bedeni düzenli aralıklarla seviştiği handaki kızinkinden çok farklı olsa da hâkim, kör kızın kölesidir. Sanki içi yok bu kızın der. Bedeninin yüzeyinde, kızın kendi isteğiyle cinsel organında dolaşır eli, içine girmeye cesaret edemez. Kızın içi bir bakıma bilmediği topraklardır. Her ne kadar ‘yakın’ olsalar da hâkim kızın karşısında beyaz, yabancı ve öteki değil midir zaten? Onun içine girebilecek cüreti/hakkı göremez ve bunu kendine dahi ifade edemez belki de.

Hâkim, kör kızın garnizona geldiği günü fark etmemiştir ve buna epey şaşırır, anlamaya çalışır. İlişkileri devam ettikçe anlamdan çok boşluk, ifadesizlik bulur karşısında. Kızın babasını hatırladığı hâlde onu zihninde, babasının yanında bir türlü konumlandıramaz. İlk geldiği gün itibariyle onu ‘kanatlarının altına’ alamadığına kızar, suçluluk duyar çünkü kız çoktan kör edilmiş, ayakları kırılmıştır. Bunu değiştirebilmenin yolu varsa da o gün, orada olup kızı kurtarmaktan başka ne olabilirdi? Bilir çok geç kaldığını bu nedenle boşluktur orası, müdahale edilemez. Hâkim çoktan silmiştir o anıyı ancak bundan haberi bile yoktur, zihni ona oyun oynayıp durur.

Yatağındaki kör kızın bedeninden sorumlu görür kendini. Ona bakım vermeye devam etse de bunu neden yaptığını sorgular. Baba-erkek rolleri iç içedir. Kızın yanına yatmakla, onu kefene sarıp karın altına gömmenin fark yaratmayacağını düşünür. Yine de erimiş mumu üzerine dökmemeye özen gösterir. Hâkimin zihninde kimin köle kimin efendi olduğu tartışması sürer gider. Beyaz olduğu için kendisinin de işkenceci olabileceğini düşünmeden edemez. Zulmeden biri olma ihtimali mevcuttur. Ancak öyle biri olmayı kabul etmez, gönlü el vermez. O seçeneğin kötü olduğunu ve kendinin de kötüye çabucak dönüşebileceğini bilir.

Güney Afrika'da 1940’ta doğan Coetzee Avustralya’ya yerleşir, 2006’da vatandaşlık töreninde şunları söyler: “Güney Afrika'yı terk etmedim, güçlü duygusal bağlarımın olduğu bir ülke. İlk ziyaretimden beri insanların özgür ve cömert ruhu, toprağın güzelliği ve artık evim deme onuruna sahip olduğum Avustralya, Adelaide’in zarafetiydi.”[3] Elbette Avustralya gibi yerli halkıyla yaşadığı tarih ortada olan bir ülkenin vatandaşı olması ve orada yaşaması düşündürücü ancak belli ki Güney Afrika’dan daha rahat ettiği bir ülke olmuş.

Savaşın Habercisiyle Düello

Sınır garnizonuna görevlerini tamamlamış genç bir subayın yönetiminde acemi bir müfreze gelir. Subay baharda barbarları sınırdan dağlara sürmek için büyük bir harekâtın başlatılacağını söyler. Hâkim söylenti der, barbar dediklerinin göçebe olduklarını, her sene ovalarla yaylalar arasında göç ettiklerini, dağlara tıkılı kalamayacaklarını ekler. Subay, savaşın zaten birilerini kendi rızalarıyla yapmayacakları bir seçime zorlamak olduğunu ve barbarların neden memnun olmadığını, kendilerinden ne istediklerini sorar. Hâkimin cevabı uzun ve roman için kayda değerdir.

Son zamanlarda tamamen haksızca yapılan baskın ve zulümlerden bahsetmeyeceğini ama barış zamanında bile umut kırıcı bulduğu şeyi söyler: Ticaret yapmaya gelen göçebelerin hemen her yerde horgörü ile karşılaştıklarını, hâkim olarak bu horgörüyle yirmi yıl mücadele etmek zorunda kaldığını anlatır. Barbarların ayaklanıp beyazlara saygı duymayı öğretmelerini diler. Buradaki toprakları beyazlar, İmparatorluğun parçası olarak düşünseler de barbarların bir gün beyazların geldikleri gibi döneceklerinden emin olduklarını anlatır. Saygı duymayı nasıl öğreteceklerdir; intikam alarak mı, intikam adaleti sağlar mı? Güney Afrika’daki beyazlar, Avrupa’ya göç etmeye başlamışlardır ancak bu göç yerliler tarafından istenmemelerinden mi yoksa baskı ve zulüme tanık olmak istememelerinden mi kaynaklanır? Ayrımcılık her iki tarafı da olumsuz etkiler.

Kısa bir zaman sonra kör kız, hâkimin handaki kadınla ilişkisini anlar; hâkim bununla kızın büyük bir aşağılanma yaşadığını görür, ayrı uyumaya başlarlar. Handaki kızı ziyaret ettiğinde suçluluk hisseder. Bu yeni yaşam tarzına da uyum sağlayan kör kızın boyun eğişini barbarların yaşam tarzını bilmediği hâlde ‘barbar’ olmasına bağlar. Bilinç akışıyla boyun eğişten çok kayıtsızlık olabileceğini düşünür. Onu sakatlanmış, yaralanmış, incitilmiş bir beden olarak görmekten vazgeçmemekle birlikte büyüdüğünü ve kızın kendini garipsemediğini düşünür. Bu noktadan sonra onu halkına götürmeye karar verir ve üç eşlikçiyle zorlu yolculuklarına başlarlar. Vicdanını en iyi bu şekilde rahatlatacağını fark eder.

Tatar Çölü'ne Göndermeler

Hâkimin ve diğer üç adamın güçlükle devam edebildikleri yolculuktan bir tek kör kız şikâyet etmez. Göl suyundan çay yaptıklarında en fena hâkim ishal olur, kıza bir şeycik olmaz. Soğuk havalarda bana mısın demez, mışıl mışıl uyur. Alışık olduğu topraklardadır artık, doğayla uyumlu bir kız vardır. Üç adam, kıza erkekler nasıl yemek yapar, gör diye şakalaşıp eğlenirken kızın akıcı konuşması, tezcanlılığı, kendi üstündeki hâkimiyeti hâkimi şaşırtır; hatta onunla gurur duyar. Bilmediği ne çok yönü varmış da hâkim bunların hiçbirini keşfedememiş, geç kalmış, onu kendi melankolisine gömüp durmuş.

Onuncu gün grup kuzeye doğru ilerlerken rehber üç nokta gösterir. Grup hareket ettikçe ya da durdukça üç nokta da durur ya da hareket eder. Vakit ilerledikçe tozların oluşturduğu hafif sisin etrafında titreşerek çekilirler. Sonra, hâkim kuzeye baktığında başka bir kamp ateşinin titreşen ışığını görür, diğerlerine gösterdiğinde o yer zifirî karanlığa bürünür. Tatar Çölü’ndeki gibi gözcülerin birtakım karaltılar görüp birbirlerine göstermesine, sisin içinde kaybolmasına benzer. Korku, bekleyiş, bilinmezlik her iki eserde de aynı metaforlarla vücut bulur.

Hâkim on ikinci günde şafaktan önce kuzeye baktığında noktaların üç değil on iki olduğunu görür. Bir dağ sırtını tırmandıktan sonra yabancılar ile karşı karşıya gelirler. “Kayaların arkasındaki gizli bir sel yatağından çıkıyorlar; kalın tüylü midillilere binmiş, pösteki ceketler giymiş, kahverengi yüzleri yanık ve kırış kırış, çekik gözlü on iki ya da daha fazla adam, kendi topraklarındaki barbarlar.”[4] Bu barbar tasviri Tatarlara ne kadar da benzer. Tatar Çölü'nde olduğu gibi kuzeyden gelen ve korkulanlar Tatar/yabancı/barbardır.

Buradan itibaren eserde önemli bulduğum yerleri; savaş, işkence, yalnızlık, intikam ve adalet gibi kavramları, yazarın anlattıklarını betimleyerek ‘özet gibi’ verme ihtiyacı hissediyorum. Zaten Coetzee okurun pek bir şey yapmasına gerek bırakmadan hâkimin duygu ve düşüncelerine deyim yerindeyse kadavra ameliyatı yapar.

Hâkim emip kuruttuğu bedeni verirken bir arabulucu, kuzu postu giymiş bir İmparatorluk çakalı olduğunu düşünür. Kızın gidecek olması, onun gerçekte kim olduğunu anlaması için son bir şanstır, yanağına dokunup elini tutar. Ancak avucundaki el karşılık vermez; boşluk ve yalnızlık duygusu hâkimi sarar. Hâkim bildiği dünyanın ışığının onda da yanmasını ister. Gitmeyip kalması, onu sevdiğini söylemesidir belki isteği. Fakat o net bir şekilde geri dönmek istemediğini söyler, sınırdaki garnizona, hâkimin dünyasına ait değildir.

Hâkim İşkence ve Savaşı Görüyor

Dönüş yolculukları bittiğinde ordunun barbarlara karşı açacağı söylenen savaş başlamıştır. Hâkim görev mahallini terk etme ve düşmanla işbirliği yapma gerekçesiyle hapsedilir. Kör kızı unutmaya başlar; nasıl göründüğünü hatırlayamaz, bunu kasıtlı olarak yaptığını da bilir, üstelik rüyalarındadır. Kız acıyor dediğinde orasını ovarak ısıtmaya başlar. Suçluluk duygusu onu bırakmaz. Bir yandan da hücresinde yalnızlık onu giderek sarsmaya başlar. Yemek getiren çocukla kurduğu teması iple çeker, savaştan haber alır.

Fırsattan istifade bir gün hapisten kaçıp savaşı gözleriyle görür. “Meydanı bir toz bulutu kaplamış durumda ama gülümsediklerini ve kahkaha attıklarını görüyorum; biri at sırtında giderken ellerini zaferle havaya kaldırıyor, diğeri bir çelengi sallıyor. … Çocuklar yanımdan koşarak geçip büyüklerin bacaklarının arasından süzülerek kahramanlarına yaklaşmaya çalışıyor. Neşeli insanlarla dolu surlardan sürekli havaya ateş açılıyor.”[5] Çelişkilerle yüklü kahramanlığı yücelten bayram havasında anlatılan bu savaş sahnesinden sonra barbarlara diz çöktürülür. Kalabalığın, çocukların gözünde savaş kutlama gibidir; esir almak, işkence edip öldürmek kutlanasıdır.

Albay, barbarların sırtına tek tek düşman yazar. Eylemini meşrulaştırmak için yazıya ihtiyaç duyar; diz çökmeleri, işkence görmeleri yetmez, düşmandırlar ve onlara karşı savaş büyümelidir. Kalabalık merakla dövülenleri izler. Bu dövülenlerin arasında albaya karşı çıktığı için hâkim de vardır. Dayak yerken bir an kör olduğunu düşünür. Uzun süre işkenceci Mandel’den işkence görür. Boğazından ip geçirilip sarkıtılır, öldüğünü zanneder.

Albay ve askerlerinin barbarları yakalamak için neşeyle dağlara doğru yola çıkmalarının üzerinden üç ay geçer. Hâkim ise kaldığı yerde, savaş döneminde açlık çektikçe zihninden atamadığı dilenen kör kıza benzer. Lime lime olmuş giysileriyle soğuktan ve bu süreçten sağ çıkıp çıkamayacağını bilemez. Gündüz düşleri görür; barbarların ondan intikam almasını; azap çeken bedenini adak gibi sunmak ister. Sulh hâkiminin adaleti bu şekilde sağlayacağına olan düşüncesi kör kızda gördüğü gibi çaresizliğin, boyun eğişin, itaatkârlığın göstergesidir.

Asıl Barbar Dedikleri

Barbarları yakalamaya giden albay adamlarıyla bitap hâlde döner. Kara gözlüksüzdür, maskesizdir. Hâkim onu tekmelemek istediğinde âdeta bunu anlar. Hâkim neler olduğunu sorar. Albay yollarını kendi başlarına bulduklarını, bir arada kalmanın imkânsız olduğunu, dağlarda donduklarını, çölde aç kaldıklarını anlatır. Neden kimsenin onları uyarmadığını anlamaz hâlde sorar. Barbarların onları çöle götürüp ortadan kaybolduklarını, karşılarına çıkıp savaşmadıklarını söyler. Bu sonla beyazların gördükleri göçebedir, kuzeylidir; tahayyül ettikleri gibi savaşçı, vahşi, barbar değillerdir. Bu yanıyla beyazlar savaşçıdır; ‘barbar’ olan onlardır. Hâkim bile bir bakıma yanılmıştır; intikam almazlar, adalet yoktur.

Roman çocukların kardan adam yapmaları ile sona erer. Hâkimin düşlediği sahne olmasa da ‘kötü bir kardan adam değil’dir gördüğü. Rüyadaki çocuklar, düş, son sahne ile iç içe geçer. Kendini çıkmaz yolda ilerlemekte ısrar eden biri gibi görür. Hâkimin/insanoğlunun ‘kötü olmayan’ bir yoldan başka bir çıkış yolu var mıdır? ‘İyi olmasa’ bile kötü olmaması tüm insanlık için dilenecek en makûl şey olsa gerek. Adaleti kötü olmayarak gerçekleştirebilmek bile umutsuzluğun içindeki dinmeyen umuttur.


[1] http://en.wikipedia.org/wiki/J._M._Coetzee

[2] Mesut Karaşahan, Irkçılık Cehennemi: Güney Afrika’da Apertheid Uygulaması, (İstanbul: Pınar Yayınları, 2010), s. 68, 69.

[3] http://en.wikipedia.org/wiki/J._M._Coetzee

[4] J.M. Coetzee, Barbarları Beklerken, 12. baskı, çev. Dost Körpe, (İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2023), s. 101.

[5] A.g.e., s. 143.