Diyarbakır, binlerce yıllık tarihi boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, kültürel ve tarihi açıdan zengin, kadim bir şehirdir. Tarihi kent merkezi Suriçi, barındırdığı medeniyetlerin izlerini günümüze kadar taşıyan önemli bir bölge olarak öne çıkar. Tarih boyunca çeşitli olaylarla karşılaşmış ve bu durum kentin dokusunda tahribata yol açmıştır. Ancak Diyarbakır, tarihindeki en büyük kırılmalardan birini 2015 yılında yaşanan çatışmalar sırasında deneyimlemiştir. Bu süreçte meydana gelen tahribatlar ve ardından uygulanan sistematik yıkımlar, kentin fiziksel ve sosyal dokusunda derin ve kalıcı izler bırakmıştır.
Bu yıkım, yalnızca fiziksel yapılarla sınırlı kalmamış, aynı zamanda sosyal dokuda da onarılması güç yaralar açmıştır. Çatışmaların ardından artan otoriterleşme ve merkezileşme süreci, sivil toplumun kentin yönetimindeki etkisini büyük ölçüde azaltmış, bu yapılar karar alma mekanizmalarından dışlanmıştır. Ancak, tüm bu zorluklara rağmen, sivil toplum kuruluşları Diyarbakır’ın mevcut durumu ve geleceği konusunda söz söylemeye devam eden birer direnç noktası olarak varlıklarını sürdürmüştür.
Bu süreçte önemli bir rol üstlenen kurumlardan biri de Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Derneği (DKVD) olmuştur.[1] Dernek, Diyarbakır’ın zengin kültürel mirasını koruma, belgeleme ve gelecek kuşaklara aktarma hedefiyle çalışmalar yürütmektedir. DKVD’nin faaliyetleri, kentin geçmişine ışık tutmanın yanı sıra, bu mirasın korunarak kentsel belleğin diri tutulmasına katkı sunmakta ve geleceğe dair umut verici bir örnek teşkil etmektedir.
Bu bağlamda, Diyarbakır’da uzun yıllar müze müdürlüğü yapmış, kentin kültürel ve tarihsel mirasinda önemli işler yapmiş olan arkeolog Nevin Soyukaya ile Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Derneği’nin (DKVD) çalışmaları, kentin kültürel mirası, kent belleği ve bu mirasın korunmasına yönelik süreçler üzerine bir sohbet gerçekleştireceğiz.
- İsterseniz ilk olarak DKVD’nin kuruluş süreci ve çalışmalarına dair genel bir değerlendirme ile başlayalım. Dernek ne zaman ve hangi amaçla kuruldu?
- Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Derneği (DKVD), 1996 yılında Diyarbakır'da kuruldu. Derneğin kuruluş süreci, bölgenin olağanüstü hal (OHAL) koşullarına denk geldiğinden, üç yıl boyunca resmi onay almak için çeşitli engellerle karşılaşıldı. OHAL Valiliği, derneğin yapısına dair kısıtlamalar getirerek, yalnızca müze çalışanlarından oluşması ya da tamamen bağımsız bir yapı olması gerektiğini savundu. Ancak, hem müzeciler hem de farklı meslek gruplarından kent gönüllülerinin bir araya gelerek oluşturduğu bir yapı hedeflendiğinden, bu süreç uzun ve zorlu geçti. Nihayetinde 1996 yılında dernek resmî onay alarak faaliyete başladı. DKVD, arkeologlar, sanat tarihçileri, eğitimciler, hukukçular ve mimarların yanı sıra kente duyarlı gönüllülerin bir araya gelmesiyle kuruldu. Dernek, OHAL döneminin insan hakları ihlalleriyle anılan kaotik ortamında, göz ardı edilen kent hakları, kültürel haklar ve doğal çevrenin korunması gibi konulara dikkat çekmeyi amaçladı. Bu çerçevede, Diyarbakır ve çevresinin tarihi, kültürel ve doğal mirasının korunması için araştırmalar yapmayı, belgelemeyi, kamuoyu oluşturmayı ve farkındalık yaratmayı hedefledi. Bu anlayışla çalışmalarımıza devam ettik. Kentin somut ve somut olmayan kültürel mirasının korunmasına odaklanarak, bu mirası yalnızca fiziksel varlıklar olarak değil, somut olmayan kültürel mirası da içerecek şekilde hak temelli bir perspektiften ele aldık. Kültürel mirasın korunmasını, temel yaşam hakkıyla doğrudan ilişkili bir mesele olarak gördük. Bu çerçevede, kent kimliği, kültürel haklar ve kent haklarını bütüncül bir yaklaşımla ele aldık. Diyarbakır, çok etnisiteli, çok dilli ve çok inançlı bir şehir olup, tarih boyunca farklı kültürel katmanlara ev sahipliği yapmıştır. Bu nedenle, kentin mirasını koruma çabalarımızda dar bir bakış açısı benimsemek mümkün değildi. Diyarbakır’ı tüm renkleriyle, dokusuyla ve sesleriyle birlikte koruduğumuzda, kentin kimliğini de geleceğe taşımış olacağımıza inanarak yolumuza devam ettik.
- DKVD’nin kentsel hafızaya yönelik ne tür çalışmaları bulunuyor? Bu çalışmalarda temel motivasyon olarak hangi unsurları dikkate alıyorsunuz?
- Diyarbakır ve çevresindeki kentler, 2015 yılında büyük çaplı çatışmalara ve sonrasında yıkım ve yeniden inşa faaliyetleriyle geri dönüşü imkansız kılan uygulamalara sahne oldu. Bu süreç, yalnızca fiziksel yıkımlara değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın ciddi şekilde zarar görmesine neden oldu. Kolektif hafızamız, yani bir halkın ortak belleği, yok olma tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Bu nedenle, çalışmalarımızı kent hafızasını koruma ve kayıt altına alma yönünde yoğunlaştırdık. Bu çerçevede, temel amacımız bir kent arşivi oluşturmak, hafızayı görünür kılmak ve böylece geçmişi canlı tutarak geleceğe aktarmaktı. Tüm faaliyetlerimizi bu anlayış üzerine inşa ettik. Bu doğrultuda, Haziran 2018’de Diyarbakır Sur Arşiv ve Portal Projesini başlattık. Bir yandan arşiv çalışmalarını sürdürürken, diğer yandan da Diyarbakır Hafızası adıyla bir web sitesi çalışmasını hayata geçirdik. Anadolu Kültür ile ortak yürüttüğümüz bu çalışma, o tarihten itibaren ana faaliyet alanımız haline geldi. Çünkü yaşananlar son derece travmatikti. Kentler yok edildi; mekânlar, yaşam alanları ve kolektif hafızanın şekillendiği hatırlatma noktaları ortadan kalktı. Ancak kaybedilen yalnızca yapılar değil, aynı zamanda yaşamın kendisiydi. Bir şehirde yaşamın kesintiye uğraması, geri dönüşü zor toplumsal sonuçlar doğurdu. Uzmanlık alanımız gereği, bu sürece hafıza çalışmalarıyla katkı sunmaya odaklandık ve toplumsal hafızayı korumak için yoğun bir çaba içerisine girdik.
- 2015 sonrası Diyarbakır'da nasıl bir tablo ortaya çıktı? Giderek otoriterleşen siyasi atmosfer karşısında sivil toplum kendini nasıl konumlandırdı? DKVD bu süreçte nasıl bir strateji benimsedi?
- Diyarbakır ve bölge genelinde, 1980’lerden günümüze kadar süregelen olağanüstü yönetim koşulları, sıkıyönetim ve OHAL süreçleriyle birlikte sürekli bir kriz hali yaşandı. 2015 sonrası ise bambaşka bir döneme evrildi. Önce çatışmalar yaşandı, ardından bu çatışmalar gerekçe gösterilerek kentler yok edildi. Diyarbakır’ın tarihi merkezi Sur, UNESCO Dünya Miras Listesi’ne girdikten yalnızca iki ay sonra altı mahallesi tamamen yıkılarak adeta düz bir tarlaya dönüştürüldü. Binlerce yıllık bir yaşam birikimine sahip bir kentin fiziksel ve toplumsal dokusunun böyle bir dönüşüme uğraması, çok yönlü bir tahribatı beraberinde getirdi. Bu süreçte, 2015 sonrası kayyum atamalarıyla yerel yönetimlerde ciddi bir boşluk oluştu. Kayyum yönetimi, kent hakkı ihlallerini artırarak Diyarbakır’da ve diğer pek çok kentte yönetim sorunlarını derinleştirdi. Yerel yönetimlerin halkla ilişkisi kesildi, sivil katılım alanları daraltıldı ve kentin geleceğine dair karar alma süreçleri merkezîleştirildi. Maalesef bugün hâlâ benzer bir süreç yaşanmaya devam ediyor. Böylesine zor bir ortamda, sivil toplum örgütlerine düşen sorumluluklar daha da arttı. Çatışmalar, savaşlar ve baskı süreçleri doğal olarak hak ihlallerini beraberinde getirirken, sivil toplum alanında da ciddi bir daralma yaşandı. Basın, akademi ve sivil toplum örgütleri, baskılar nedeniyle faaliyetlerini yürütmekte giderek daha fazla zorlanırken, ekonomik kısıtlamalar da örgütlerin sürdürülebilirliğini tehdit eden önemli bir faktör hâline geldi. Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin tarihsel sürecine baktığımızda, hiçbir zaman özgür ve rahat bir çalışma ortamına sahip olmadıkları görülüyor; ancak 2015 sonrası bu baskılar çok daha yoğun bir hâl aldı. Tüm bu zorluklara rağmen, kayyum sonrası Diyarbakır’da ve genel olarak bölgede, sivil toplum örgütleri yerel yönetimlerin yarattığı boşluğu doldurmak adına farklı bir yönelime girdi. Bu dönüşümün önemli bir örneği Diyarbakır Kent Koruma ve Dayanışma Platformu dur. Bugün 100’ü aşkın sivil toplum örgütünün bir araya gelerek kent sorunlarına ortak çözümler üretmeye çalışması, bu dayanışma sürecinin en somut göstergelerinden biridir. Kent Koruma ve Dayanışma Platformu, merkezi yönetim tarafından kapatılan yerel demokratik alanların yeniden inşası için önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. DKVD de Kent Konseyi’nin bileşenlerinden biri olarak bu sürecin aktif bir parçası olmuştur.
Diyarbakır Koruma ve Dayanışma Platformu’nun, 6 Şubat depremleri sürecinde Diyarbakır ve bölge genelinde yürüttüğü dayanışma çalışmaları, sivil toplumun gelişen olumsuz koşullar karşısında hızlı tepki verme kapasitesine dair önemli bir örnek oluşturuyor. Bu süreçte, DKVD olarak biz de Kent Konseyi’nin bir bileşeni olarak harekete geçtik ve depremin üçüncü gününde alana çıkarak Diyarbakır Surları başta olmak üzere Sur’daki dünya mirası alanında kültürel varlıkların zarar görüp görmediğini tespit etmek amacıyla bir rapor hazırladık. Sahada yürütülen bu çalışma, tüm tarihi yapıları yerinde gözlemleyerek oluşturulan ilk kapsamlı rapor niteliğindeydi. Daha depremin üçüncü gününde, sivil toplum örgütü olarak hızlıca organize olup durumu raporladık ve bunu ulusal ve uluslararası ilgili kurum ve kuruluşlara ileterek farkındalık yarattık. Bu çalışma, Diyarbakır’daki kültürel mirasın korunması konusunda acil müdahalenin önemine dikkat çekti. Sonrasında, ICOMOS Türkiye, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Kültür Bakanlığı gibi kurumlar bizden çok sonra komisyonlar oluşturarak benzer tespitlerde bulundu. Bu sürecin en önemli yönlerinden biri, sivil toplumun esneklik ve hız avantajıdır. Gönüllülük esasına dayalı bir yapı sayesinde, hedefler ve çalışma alanları belirli olduğundan çok hızlı organize olunabiliyor. Oysa merkezi yönetim mekanizmaları çok daha hantal işliyor; yereldeki kurumların komisyon oluşturması, merkezden onay alması ve resmi süreçlerin tamamlanması aylar sürebiliyor. Bu durum, kriz anlarında sivil toplum örgütlerinin üstlendiği kritik rolü bir kez daha gözler önüne seriyor.
Kurumların organize olup sahaya çıkması uzun bir süreç aldı, ancak Kent koruma ve Dayanışma Platformu’nun deprem sürecinde kurulan koordinasyon ağına dahil olması, sivil toplumun kente olan sorumluluğunun güçlü bir göstergesiydi. Bu dayanışma ağı, kriz anlarında sivil toplumun nasıl hızla hareket edebildiğinin önemli bir örneğidir ve özellikle vurgulanması gereken bir noktadır. Siz zorlukları sordunuz, ancak ben daha çok bütün bu zorluklara rağmen sivil toplumun nasıl alternatif yollar bularak üretmeye devam ettiğini anlatmak istedim. Sivil toplum örgütleri, dayanışma ağları oluşturarak, birbirine destek vererek ayakta kalmaya çalışıyor. Biz de bu şekilde varlığımızı sürdürmeye çalışıyor, güçlü yanlarımızı korumaya çabalıyoruz. Elbette ki karşılaştığımız birçok zorluk var. Özellikle yürüttüğümüz faaliyetlerde yanlış anlaşılma riskine karşı dikkatli ve kontrollü hareket etmek zorunda kalıyoruz. Ancak bu yalnızca bizim için geçerli bir durum değil; Türkiye genelinde ve özellikle Diyarbakır’da faaliyet gösteren tüm sivil toplum örgütleri, benzer baskılar altında üretmeye çalışıyor. Tüm bu kıskaca rağmen, sivil toplum olarak kent için çalışmayı ve çözüm üretmeyi sürdürüyoruz.
- Derneğinizin 1996 yılında, tam da OHAL döneminde kurulduğunu söylediniz. 2016’dan sonra ise yeniden bir OHAL süreci yaşandı. Bu süreçte, derneğin kent hakları, kültürel mirasın korunması ve hafıza çalışmaları konularındaki yaklaşımı nasıl evrildi? Özellikle 1990’ların baskı ortamı ile bugünkü daha kurumsal ve uzmanlaşmış yapıyı kıyasladığınızda, saha çalışmalarında veya savunuculuk faaliyetlerinde yöntemlerinizde nasıl bir değişim gözlemliyorsunuz?
- Bu durumu iki farklı açıdan değerlendirmek gerekiyor. 1996’da kurulduğumuzda, kent hakları, kültürel haklar ve kent kimliği üzerine çalışmalar yürütüyor, somut ve somut olmayan kültürel mirasın korunmasına yönelik farkındalık yaratmaya çalışıyorduk. O dönemde de aktiftik, ancak bugün geride neredeyse 30 yıllık bir birikim var. Bu süreç, derneğin kurumsal kapasitesinin de güçlenmesine neden oldu. Teknik olarak bakıldığında, bugün çok daha uzmanlaşmış ve donanımlı bir kuruma dönüşmüş durumdayız. Bünyemizde kültürel mirasın korunması konusunda uzmanlaşmış akademisyenler, arkeologlar, sanat tarihçileri ve mimarlar bulunuyor. Bu uzmanlıklar, kurumsal kapasitemizi artırarak saha çalışmalarında daha bilinçli ve etkili hareket etmemizi sağlıyor. Örneğin, 6 Şubat depremlerinin üçüncü gününde sahaya çıktığımızda, kendi bünyemizde oluşturduğumuz uzman ekiplerle çalıştık. Arkeologlar, sanat tarihçileri ve mimarlardan oluşan bir ekip, tarihi yapıların zararlarını yerinde tespit ederek raporladı. Hafıza çalışmaları konusunda da aynı bilinçle hareket ediyor, teknik açıdan sağlam ve etkili projeler yürütmeye çalışıyoruz. 1990’larda da benzer bir farkındalık ve bilinçle yola çıkmıştık, ancak o dönemde derneğin olanakları bugünkü kadar gelişmiş değildi. 90’lı yıllar, yoğun insan hakları ihlallerinin, faili meçhullerin yaşandığı, baskının en yüksek olduğu bir dönemdi. Böylesi bir ortamda, “Bu kentin hakları var, bu kent korunmalı” demek bile başlı başına bir fark yaratıyordu. O dönemde attığımız adımlar, rekabetin ve farkındalığın sınırlarını zorlayan cesur girişimlerdi. Bugün ise daha fazla deneyim, daha güçlü bir teknik altyapı ve daha geniş bir etki alanıyla hareket ediyoruz. Ancak temel mücadelemiz değişmedi: Kentin, hafızanın ve kültürel mirasın korunması için çalışmaya devam ediyoruz.
- DKVD, Diyarbakır’ın UNESCO Dünya Miras Listesi’ne kaydedilme sürecinde nasıl bir rol oynadı? Ne tür çalışmalarda bulundunuz?
- Ben de DKVD’nin kurucu üyelerinden biri olarak, kuruluşundan bu yana dernekte aktif bir rol aldım. O dönemde Diyarbakır Müzesi'nde profesyonel olarak görev yapıyordum ve müze müdürüydüm. 2016’da yönetmelikler değişti, öncesinde UNESCO süreci kentsel sit alanlarında belediyeler tarafından organize edilip yürütülüyordu. Bu kapsamda, Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı’nın UNESCO sürecini yönetmek ve koordine etmek üzere belediye meclisi tarafından alan başkanı olarak atandım. Bu süreçte, UNESCO konusunda farkındalık yaratmak, halkı bilgilendirmek ve kamuoyu oluşturmak adına yapılan tüm çalışmalarda DKVD doğal bir bileşen olarak yer aldı. Özellikle bilgilendirme sürecinde, başta Sur’daki okullar olmak üzere Diyarbakır genelindeki pek çok okulda UNESCO’nun ne olduğu, dünya mirasının anlamı, Diyarbakır’ın neden UNESCO Dünya Mirası listesine girmesi gerektiği gibi konularda sunumlar yaptık. Bu kapsamda seminerler, atölyeler ve bilgilendirme çalışmaları düzenledik. UNESCO süreci yönetmelik gereği yalnızca danışma kurulu ve yürütme-eşgüdüm kurulunu öngörüyordu. Ancak biz Diyarbakır’da katılımcılığı artırmak amacıyla üç ek komisyon daha oluşturduk: Eğitim ve Bilgilendirme Komisyonu, Bilimsel Çalışmalar Komisyonu, Basın ve Halkla İlişkiler Komisyonu. Bu model Türkiye’de bir ilkti ve bu konuda oldukça iddialıydık. Bilgilendirme sürecinde yalnızca DKVD değil, eğitimciler ve diğer sivil toplum örgütleri de aktif rol aldı. Ancak DKVD, sahip olduğu kültürel birikim ve uzmanlıkla UNESCO sürecinde daha etkin bir rol oynadı. Aynı zamanda, dernek bünyesindeki uzmanlar bilimsel çalışmalar komisyonunda da yer alarak sürece akademik katkı sundular. Bu süreç, Diyarbakır’da kültürel mirasın korunması ve yönetilmesi konusunda sivil toplumun oynadığı rolü güçlendiren önemli bir deneyim oldu.
- Keldani ve Süryani el yazmalarının korunması kapsamında hazırladığınız "Diyarbakır’ın Belgesel Kültürel Mirası: Süryani ve Keldani Elyazmalarının Korunması" projesine değinmenizi rica edeceğim. Bu fikir nasıl ortaya çıktı? Bu proje, Diyarbakır’ın kültürel mirası ve kent belleği üzerinde nasıl bir etki yaratmayı hedefliyor?
- DKVD, 1996 yılında Diyarbakır’ın çok katmanlı ve çok kültürlü yapısının bilincinde olan bir örgüt olarak kuruldu. Bu kapsamda, kentin farklı topluluklarıyla, özellikle Süryani, Keldani, Ezidi ve Ermeni gibi Diyarbakır’ın kültürel ve tarihsel zenginliğine büyük katkılar sunmuş halklarla yakın ilişkiler geliştirdi. DKVD, kuruluşundan bu yana bu topluluklarla iş birliği içinde çalışarak onların kültürel mirasının korunması için çaba gösterdi. Diyarbakır’daki Süryani ve Keldani kiliselerinin kütüphaneleri, kentin somut olmayan kültürel mirasının önemli parçalarını barındırıyor. Bu el yazmalarının korunması gerektiğinin farkındaydık, ancak bizi harekete geçiren en büyük etken, 2015 yılında yaşanan çatışmalar sırasında Keldani Kilisesi’nin zarar görmesi oldu. Çatışma sürecinde kilise yönetimi, el yazmaları ve diğer taşınabilir kültürel değerleri hızla alandan çıkarmak zorunda kaldı. Bir kısmı Süryani Kilisesi’nde bir depoya taşınarak koruma altına alındı. Ancak o dönemde herkes, çatışmaların kısa sürede sona ereceğini ve eserlerin yeniden kiliseye döneceğini düşünüyordu. Ancak süreç uzadı. 2015 sonrası yaşanan yıkım, abluka ve kamulaştırma süreçleri, kentin kültürel taşıyıcılarının Sur’a erişimini engelledi. Diyarbakır Sur’daki abluka, 2015’in Aralık ayında başlayarak 2022’ye kadar sürdü. Bu uzun süre boyunca bölgedeki tarihi yapılar zarar gördü. Keldani Kilisesi ve Surp Giragos Ermeni Kilisesi büyük ölçüde tahrip edildi. Yenikapı Sokağı’nın genişletilmesi sırasında, bu yapılara ait tescilli dükkânlar yıkıldı ve kent dokusu ciddi zarar gördü. Bu belirsiz süreç devam ederken, biz de uzmanlaşmış bir sivil toplum örgütü olarak bu el yazmalarının korunması için kapsamlı bir proje geliştirilmesi gerektiğini düşündük. Hemen Meryemana Süryani Kadim Kilisesi Vakfı ve Mor Petyun Keldani Kilisesi yönetimleriyle iletişime geçerek fikrimizi paylaştık. Bu el yazmalarını korumak için ortak bir proje yürütmek istediğimizi belirttik. Ancak vakıf yönetimleri, yalnızca maddi kaynak değil, insan gücü açısından da ciddi zorluklar yaşadıklarını ifade ettiler. Bugün Diyarbakır’da bu halklar birkaç aileden ibaret kaldı, dolayısıyla insan kaynağı açısından da oldukça sınırlılar. Biz ise projeyi üstlenebileceğimizi, ancak yürütme sürecini birlikte ilerleteceğimizi söyledik ve bu iş birliğiyle süreci başlattık. Proje yalnızca el yazmalarının korunmasıyla sınırlı değildi. Kapsamlı ve çok aşamalı bir plan oluşturduk: Kitapların fiziki olarak korunmasını sağlamak ve ömürlerini uzatmak, dijitalleştirerek kent arşivine almak, kütüphanelerin fiziki koşullarını iyileştirmek, bir yayın hâline getirerek uluslararası farkındalık oluşturmaktı hedefimiz. Bu doğrultuda, Süryani Kilisesi’nin müştemilatında, vakıf yönetimi tarafından tahsis edilen bir alanda geçici bir laboratuvar kurduk. Bu laboratuvarda, el yazmaları ve nadir matbu kitaplar üzerinde koruma ve konservasyon çalışmaları yürütüldü. 10. yüzyıldan 19. ve 20. yüzyıla kadar uzanan eserler özenle incelendi. Kitaplar elden geçirildi, temizlendi, asitsiz kâğıtlara sarıldı, asitsiz kutulara yerleştirildi ve etiketlendi. Süryanice, Ermenice, Arapça ve Süryanice’nin farklı lehçelerinde yazılmış eserler kataloglandı. Mardin Kırklar Kilisesi’nden Papaz Gabriel Akyüz başta olmak üzere, Süryani Kilisesi’nden uzmanlar ve DKVD’nin dil uzmanlarıyla bir komisyon oluşturuldu. Tüm kitapların künyeleri çıkarıldı ve akademik çalışmalara kaynak oluşturacak şekilde arşivlendi. Bu projeyi özellikle önemsiyoruz. “Diyarbakır’ın Belgesel Kültürel Mirası” olarak adlandırmamızın sebebi, bu el yazmalarının yalnızca Süryani ve Keldani topluluklarına ait bir kültürel miras değil, bütün bir kente ait bir miras olmasıdır. Bu eserlerin kaybolması, yalnızca azınlık kültürlerine değil, Diyarbakır’ın somut olmayan kültürel mirasına da büyük bir darbe vuracaktır. Bu nedenle, projeyi yalnızca bir koruma çalışması olarak değil, Diyarbakır’ın tarihsel ve kültürel hafızasının sürdürülebilirliği açısından kritik bir adım olarak görüyoruz.
Bu proje ile hem Diyarbakır’ın zengin ve derinlikli kültürel çeşitliliğini korumayı, hem de Diyarbakır’a önemli katkılar sunmuş Süryani ve Keldani kültürünün, dilinin ve mirasının korunmasını hedefledik. Süryani ve Keldani kültürünü geleceğe taşımak adına yürütülen bu çalışmalar, yalnızca bir koruma girişimi değil, aynı zamanda bu kültürün görünürlüğünü artırmayı ve farkındalık yaratmayı amaçlayan bir çabanın parçasıdır. Bu kapsamda gerçekleştirdiğimiz çalışmaların en önemli çıktılarından biri, Süryani ve Keldani el yazmalarını içeren kütüphanenin görünürlüğünü sağlayan katalog kitabın dört dilde yayımlanması oldu. Süryanice’nin de bu yayında yer alması büyük önem taşıyordu, çünkü Süryani el yazmalarını çalışırken Süryaniceye yer vermemek büyük bir eksiklik olurdu. Süryanice, günümüzde yok olma tehlikesi altındaki bir dil ve bu nedenle bu projeyle yalnızca kültürel mirası korumakla kalmayıp, aynı zamanda bu dilin yaşaması için bir alan açmayı ve farkındalık yaratmayı da amaçladık. Diğer yandan, bu kütüphane ve içerdiği eserleri uluslararası akademik çevrenin dikkatine sunarak bilimsel çalışmaların önünü açmayı da hedefledik. Bu kütüphaneler akademik dünyada fazla bilinen ve üzerinde yeterince çalışma yapılmış alanlar değil. Ancak içeriklerine bakıldığında, Süryanice dini eserlerin yanı sıra, felsefe, müzik, tarih ve Süryanice dili üzerine çok temel ve özel kitaplar barındırdığı görülüyor. Süryani kültürüne dair birçok belge ve bilgi içeren bu eserler, akademik çevrelerce daha fazla araştırılmalı, incelenmeli ve yayımlanmalıdır. Aynı zamanda bu çalışmayla Diyarbakır’ın kültürel zenginliğini uluslararası alana taşımış olduk. Bu çift yönlü bakış açısıyla projeyi yürüttük ve oldukça olumlu geri dönüşler aldık. Süryani ve Keldani vakıfları ile iş birliği içinde yürüttüğümüz bu çalışma, kentte üç sivil toplum örgütünün bir araya gelerek Diyarbakır’a ait bir mirası koruyup geleceğe aktarmak için gerçekleştirdiği ilk iş birliği olma özelliğini taşıyor. Bu yönüyle de önemli bir örnek teşkil ediyor ve sivil toplum dayanışmasının kültürel mirasın korunmasındaki gücünü gösteriyor. Şunu da eklemem gerekiyor, bu projenin finansmanı, kültürel mirasın korunmasına destek sunan Gerda Henkel Stiftung Vakfı tarafından sağlandı. Vakfın desteği sayesinde, kültürel mirasın korunması ve belgelerin dijitalleştirilmesi süreci yürütüldü, katkıları bu yüzden çok önemli bizim için.
- Bu projenin Diyarbakır’ın kültürel mirası ve kent dokusu üzerindeki etkileri neler olacak? Bu bağlamda, kitabın içeriği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
- Yayınladığımız kitap, klasik bir katalog kitabın ötesine geçerek Diyarbakır’ın Süryani ve Keldani kültürü ile yazım geleneğini de ele alan kapsamlı bir çalışma haline getirildi. Bu doğrultuda, kitapta yalnızca katalog bilgilerine yer vermekle kalmayıp, Diyarbakır’daki Süryani ve Keldani toplumlarına ait kültürel mirası tanıtmayı amaçlayan beş makale de ekledik. Ayrıca, projenin önemini vurgulamak adına, projeyi detaylandıran bir giriş makalesi de yer alıyor. Bu çalışma, Diyarbakır’da bulunan Mor Petyun ve Meryem Ana Süryani Kadim Kiliseleri’nin kütüphanelerine odaklanarak, hem bu kütüphanelerin sayısal verileri ve fiziksel durumlarını hem de barındırdıkları elyazmaları, fermanlar ve matbu belgeleri kapsamlı bir şekilde ele alıyor. Aynı zamanda, bu iki kilisenin mimari ve tarihsel özellikleri ile Diyarbakır’la olan ilişkilerine dair önemli bilgiler sunuyor. Kitap, temel olarak iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölümde, kiliselerin tarihi, mimari yapıları ve kütüphanelerinin önemi, Süryani ve Keldani yazım geleneği üzerine yazılmış makaleler yer alırken, ikinci bölümde ise bu kütüphanelerde bulunan elyazmaları, matbu kitaplar ve belgeler katalog formatında okuyucuya sunuluyor. Bu yönüyle kitap, Diyarbakır’ın çok kültürlü mirasına ışık tutan özgün ve önemli bir kaynak niteliğinde.
- Bu proje kapsamında gün yüzüne çıkardığınız, dijitalleştirdiğiniz eserler arasında Diyarbakır’ın kentsel tarihi ve hafızasına ışık tutabilecek, özellikle dikkat çeken belgeler var mı? Şehrin bilinmeyen ya da az bilinen yönlerini aydınlatabilecek yeni kaynaklar ortaya çıktı mı? İlk izlenimleriniz doğrultusunda bu eserlerin önemi hakkında ne söyleyebilirsiniz?
- Kütüphane koleksiyonu teolojik kitapların yanı sıra Süryanice gramer, sözlükler ve kilise hukuku gibi konuları da içeriyor. Bu eserler’in çoğunlukla Diyarbakır’da kaleme alınmış olması da önemli ve kütüphaneleri, araştırmacıların erişimine açmayı ve bu kütüphanelerin varlığının farkında olmalarını istedik. Bu tür kaynaklar araştırıldığında, kentin tarihi ve kültürel dokusuna dair önemli verilere de ulaşmak mümkün. Nitekim, kitapta makalesi de bulunan Mehmet Şimşek, bu kütüphanelerden beslenerek çeşitli eserler kaleme aldı. Benzer şekilde, Gabriel Akyüz de bu kaynaklardan yararlanarak çalışmalar yaptı. Bu tür yayınlar, Diyarbakır’ın çok katmanlı tarihine ve kültürel mirasına ışık tutan önemli birer referans niteliğinde.
- Bu projenin araştırmacılara açık olduğunu belirtmiştiniz. Peki, araştırmacılar bu arşivden nasıl faydalanabilir? Eserlere erişim sağlamak veya başvuruda bulunmak için nasıl bir süreç öngörüyorsunuz? Araştırmacıların bu kaynakları daha iyi tanıyıp kullanabilmesi için nasıl bir yol izlenecek?
- Bütün kitap ve belgeler dijitalleştirilerek tasnif edilip kataloglandı. Bu sayede araştırmacılar, fiziki kitaplara erişmek zorunda kalmadan dijital kayıtlar üzerinden çalışmalarını yürütebilecekler. Çalışmak isteyen araştırmacılar, kilise vakıflarına veya derneğimize başvurarak çalışma alanlarını belirttiklerinde, ilgili yayınlara erişim sağlanacak. Kütüphanede bulunan eserler, dijital ortamda araştırmacılara açılacak ve onlar da çalışmalarını bu formatta sürdürebilecekler. Süreç, genel arşiv erişim prosedürlerine benzer şekilde ilerleyecek ve belirlenen çerçevede araştırmalar yürütülebilecek.
- Dijitalleştirme sürecinde görev alan ekipler kimlerden oluşuyordu? Ayrıca, kitapların zarar görmesini önlemek ve orijinalliğini korumak adına nasıl bir yöntem izlendi? Bu süreçte uygulanan teknikler ve alınan önlemler hakkında bilgi verebilir misiniz?
- Bu projede büyük bir titizlikle yürütüldü ve farklı uzmanlık alanlarına sahip ekiplerin katkılarıyla şekillendi. Derneğimizdeki müzecilerin varlığı süreci oldukça kolaylaştırdı. Ben de kültürel miras koruma alanında uzun yıllar çalışmış biri olarak projenin başında yer aldım. Çalışmalar, kitapların güvenliği açısından kilise müştemilatında bize ayrılan özel mekânlarda gerçekleştirildi ve toplamda iki buçuk yıl sürdü. Bu süreçte üç temel çalışma alanı oluşturuldu. Öncelikle, Marmara Üniversitesi Restorasyon Bölümü’nden bir hocanın başkanlığında, kâğıt ve organik malzemeler konusunda uzman dört kişilik bir ekiple konservasyon ve restorasyon birimi kuruldu. Bu birimde, kitapların mevcut durumları tespit edilerek her biri için ayrıntılı fiziki durum künyeleri çıkarıldı. Koruyucu önlemlere dair gerçekleştirilen tüm uygulamalar detaylı fişlere işlendi ve sürecin sonunda, gelecekteki restorasyon çalışmalarına temel oluşturacak teknik bir rapor hazırlandı. Dijitalleştirme birimi ise el yazmalarına zarar vermeyecek özel tarayıcılarla tarama işlemini gerçekleştirdi. Bu ekibimiz, daha önce eğitim almış olmakla birlikte proje kapsamında yeniden eğitimden geçirildi ve süreci büyük bir hassasiyetle yürüttü. Ayrıca, kataloglama ve künye çıkarma birimi oluşturularak kitapların içeriklerine dair temel bilgiler kayıt altına alındı. Bu çalışma, Mardin Kırklar Kilisesi’nden Piskopos Gabriel Akyüz’ün başkanlığında yürütüldü. Kendisi, Süryanice’nin lehçeleri, Arapça, Farsça ve Osmanlıca dillerine hakimdir. Ekibinde Meryem Ana Kilisesi’nden bir Süryanice uzmanı ve derneğimizden Arapça ve Osmanlıca bilgisi olan, bu alanda lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamlamış bir araştırmacı yer aldı. Kitapların birebir çevirisi yapılmadı, ancak içerikleri özetlenerek künye formlarına işlendi. Kitapların adı, yazıldığı tarih, yazarı ve konusu gibi temel bilgiler tespit edilerek araştırmacılar için erişime uygun hale getirildi. Son olarak da DKVD ofisinde oluşturulan bir ekiple tüm kitap ve belgelerin kataloglama çalışmaları yapıldı. Araştırmacılar, kataloglar üzerinden çalışmak istedikleri eserleri belirleyebilecek ve kilise vakıfları ya da derneğimize başvurarak dijital ortamdaki kayıtlara erişim sağlayabilecekler. Böylece fiziki eserlere doğrudan ulaşmadan, ilgili kaynakları incelemeleri mümkün olacak. Süreç, genel arşiv erişim prosedürlerine benzer şekilde ilerleyecek ve araştırmacılar için bilimsel çalışmalarını sürdürebilecekleri bir altyapı oluşturulmuş oldu.
- Bu proje sonrası benzer çalışmalarla ilgili dernek olarak yeni hedefleriniz nelerdir? Gelecekteki kültürel miras koruma projelerinde nasıl bir yol izlemeyi planlıyorsunuz?
- Dernek olarak ana hedefimiz, Diyarbakır Kent Arşivi ve Diyarbakır Portalı çalışmalarını sürdürmek ve geliştirmektir. Bunun yanı sıra, arşivi besleyecek ek çalışmalar yapıyoruz. Bu kapsamda, sözlü tarih çalışmaları başlıca faaliyet alanlarımızdan biri. Sözlü tarih çalışmalarını, kent hafızasının önemli bir parçası olarak görüyor ve bu çalışmalarla alternatif bilgiler sunarak karşı hafızayı kayda geçiriyoruz. Kente dair çok farklı konular ve temalar üzerinde çalışıyor, bu süreçte ürettiğimiz videoları web sitemizde yayınlayarak ilgilenen herkesin erişimine açıyoruz. En son gerçekleştirdiğimiz sözlü tarih çalışması, avukatlarla yapılan görüşmelere odaklandı. Bu çalışma kapsamında, 1980’lerden 2000’li yıllara kadar uzanan dönemde hak arama süreçleri ve hak temelli davaları takip eden avukatlarla görüşmeler gerçekleştirdik. Böylece, kırk, elli yıllık bir dönemin hukuki mücadelelerini ve bu süreçlerin arka planını, avukatların tanıklıkları üzerinden belgelendirdik. Bunun dışında, kentin kültürel ve tarihsel yönlerine dair çeşitli sözlü tarih çalışmaları da yürütüyoruz. Örneğin, Karacadağ’daki koçer (göçer) lerle sözlü tarih çalışmaları yaptığımız gibi, İstanbul’a göç etmiş eski Diyarbakırlılarla da görüşerek, onların hafızalarındaki Diyarbakır’ı da kayda alıyoruz. Bu çalışmalarımız, devam ediyor. Buna ek olarak, kentte yaşanan kırılma süreçlerine dair sözlü tarih çalışmaları da yürütüyoruz. Kentin geçmişindeki önemli olayları ve dönüşümleri belgelemek amacıyla çeşitli tanıklıkları kayıt altına alıyoruz. Kent arşivi ve sözlü tarih çalışmalarının yanı sıra, kültürel mirasın korunmasına yönelik kent izleme, raporlama ve savunuculuk faaliyetlerimizi de sürdürüyoruz. Bu tür çalışmalar, derneğimizin rutin faaliyetleri arasında yer almakta ve kesintisiz şekilde devam edecek. Ancak, esas önceliğimiz arşivi zenginleştirmek ve geliştirmek. Bu doğrultuda, kent hafızasına dair farklı projeler ve aktivitelerle Diyarbakır’ın toplumsal belleğini güçlendirmeye devam edeceğiz.