Henüz Yaşanmakta Olan Tarihsel Sürecin Anlatısı Kurulabilir mi?

Diyarbakır’da Ahmet Güneştekin’in “Hafıza Odası” sergisi tartışmalara ve eleştirilere sebep oldu. Sergi Kürt halkının maruz kaldığı faili meçhuller, anadili yasağı, katliamlar konularına referans veren bir anlatı üzerine kuruluyor. Sanatçı sergide “Kayıp Alfabe”, “Analar Duvarı”, “5 Nolu”, “Yoktunuz”, “Hafıza Tepesi” ve “Çürüme” gibi alt başlıklar kullanıyor. Güneştekin, toplumsal hafızayı tazeleme umuduyla bu sergiyi açtığını söylerken sergiye yapılan eleştiriler ağırlıklı olarak sanatçının bölgede yaşanan zulmü, adaletsizliği, trajik ve politik olanı salt bir gösteriye indirgediği; Kürt coğrafyasında yaşanan zulmü sinizme dönüştürdüğü yönündeydi. Serginin adını taşıyan “hafıza odası” bir bellek mi oluşturmakta yoksa hafızasızlaştırmaya mı hizmet etmekte sorusu tartışmanın odağındaydı.  

Güneştekin’in “sergiyi İstanbul’da açtım kimse bir şey demedi ancak Diyarbakır’da açınca kıyamet koptu” eleştirisinde Diyarbakır’a yüklenen anlam nedir? Diyarbakır’ın sadece bir Kürt şehri değil, Dikranegerd, Diyarbekir, Amed adlarıyla sembol anlamı etnik-dinsel kimliklerle sınırlanamayan kozmopolit yapısıyla bir dünya şehri olması, Kürtlerin bütün bir tarihinin, siyasi varoluşlarının, mücadelelerinin, kazanımlarının simgesi bir şehir olmasının payı olabilir mi?

Sergide yer alan rengârenk tabutlar, bir grup genç tarafından protesto edilerek “Amed uyuma, hafızana sahip çık” sloganları eşliğinde surlardan aşağıya atıldı. Hafıza Odası sergisinin protestosu da bir performans sayılabilirdi. Ancak protestoyu yapan gençler herhangi bir sanat grubu ya da inisiyatif adına bu eylemi gerçekleştirmedikleri için buna sanatsal bir performans değil, siyasi bir protesto eylemi diyebiliriz. Diyarbakırlı gençler protest eylemlerini açıklayan metinde, “Burada yapılan sergi değil, Kürt halkının, Amed halkının bütün değerlerine ihanettir. Sergi adı altında gösterilen tabutlar, faili meçhul cinayetlerdir. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener, bu serginin açılışına çelenk göndermiştir. Hem katledip hem de çelenklerle bunları kutlamak, açılışlarını Kürtçe şarkılarla yapmak, Kürtçenin yasak olduğu bir dönemde, insanların sırf Kürt olduğu için katledildiği bir dönemde, bu tabutları, aşağıda görülen ayakkabıları asmak, bütün Kürt halkına, bütün Kürt değerlerine ihanettir. Eğer gerçekten hafıza görmek istiyorsanız, Surlara bakmanız yeterlidir. Evlerimiz yıkıldı, yerine Surla alakası olmayan evler yapıldı. İnsanlarımız katledildi. O nedenle yapılan sergi değil, bizim bütün değerlerimize ihanettir” diyorlardı.

2015’te Diyarbakır Sur’da başlayan sokağa çıkma yasakları, Tahir Elçi’nin öldürülmesinden sonra kesintisiz bir sürece dönüştü. 9 Mart 2016’da Sur’da operasyonlar sona erdi, yüze yakın insan hayatını kaybetti, bazı bedenler hâlâ kayıp, bölgede on üç yılda zırhlı araçların altında kalan yirmisi çocuk en az kırk can kaybı varken, devlet adaleti sağlamak, sorumluları cezalandırmaktan kaçınırken, bu tarihsel süreç bitmiş kabul edilerek üzerine bir anlatı kurulabilir mi?

Görsel 2: Ahmet Güneştekin, “Hafıza Odası” sergisi, 17 Ekim 2021, Diyarbakır

Kayyumlar atayarak seçmen iradesinin yok sayıldığı bu coğrafyada, trajedinin izleri yanı başımızda; Sur’da, Cizre bodrumlarında dururken, acısı tazeyken ve henüz yası tutuluyorken, yaşananların tarihsel ya da sanatsal temsili kurulabilir mi?

Diyarbakır’da, Cizre bodrumlarında, binalarda, sokaklarda trajediyi hatırlatan fazlasıyla iz orada duruyorken, patlamalar, yangınlar, molozlar, çığlıklar çocukların gözlerine sinmiş korku ve keder orada öylece duruyorken, adalet önünde hesaplaşılmadan, gerçekle yüzleşilmeden, kanamakta olan yara, acının kendisi orada duruyorken, hafıza mekânı tüm sahiciliği ile orada öylece duruyorken temsiline ihtiyaç var mı?

Nurcan Baysal şunları söylüyor:

Sergiden ayrılmadan önce Keçi Burcu’nun tepesine, Hafıza Odası’nın en üst bölümüne çıkıyor, tabutların arkasındaki gerçek tabuta bakıyorum: Altı yıldır yasaklı olan ve yıkılan Sur’a. İçim yanıyor. Yapılan ucube villaların altında altı yıldır hâlâ cenazesi bulunamayan 20 yaşındaki Erzurumlu Hakan Arslan yatıyor. Hafıza Odası’ndayım. Oysa Sur benim için henüz “hafıza” değil, tüm bu sergilenenler hâlâ burada tüm yakıcılığı ile yaşıyor.

Baysal, gerçek orada duruyorken onun temsilinin olamayacağını söylemek istiyor.

Kurtuluş Savaşı yaşanırken onun destanı yazılabilir miydi? Nazım Hikmet 1939’da Bursa Cezaevi’nde başladığı “Kuvayi Milliye Destanı”nı 1941’de tamamladı. III. Reich faşizminin askerî gücüyle desteklenen Guernica Katliamı, Picasso’yu söz konusu yıkıma göndermede bulunan “Guernica” resmini yapmaya sevk etmişti. Fakat “Guernica” tablosu binlerce insanın öldürüldüğü olguyu doğrudan içermez, tersine, Goya’nın “3 Mayıs Katliamı” resmi gibi, savaşın evrensel saçmalığına atıfta bulunan bir ifadeyi semboller üzerinden görünür kılar. Hemingway Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanını Franco darbesinin tamamlandığı bir tarihte (1940) yazdı. Ontolojik dayanağı Heidegger formüle etmiştir: Daisen her kendilik bilincinde kendinin dışındadır, ya geçmişten icazetli, ya gelecekten beklentilidir; çünkü varoluş zamansaldır. Tarihsel olgular da zamansaldır, geleceğe ve geçmişe dönük yüzü temelde bir yorumlama sorunudur. Tarihsel olgular mit gibidir, demişti Nietsche, yorumdur öncelikli olan, olgu değil. Keifer’in sanatı anılabilir bu bağlamda. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımsal mirasını, renk, doku ve malzeme bağlamında görünür kılar Kiefer: Paslanmış, yıpranmış, köhnemiş ve aside edilmiş malzemelerle karartma, yakma ile faşizmin ruhunu yansıtır. Güneştekin’in Hafıza Odası bu türden bir bağlama oturuyor mu? Rengarenk tabutlarla Kürt halkının maruz kaldığı zulmü ifade etmeye muktedir olabiliyor mu?

Görsel 3: Anselm Kiefer, Siegfried’in Brünhilde’e Zorlu Yolculuğu kitabından, 1988

Sur, henüz bir hafıza değilken (tarih bilinci oluşturmaya vesile olamazken) sürecin trajedisiyle yüzleşilmemişken, yası tutulurken, adaletsizlik can yakarken, rengârenk tabutlarla ölümü parodileştiren bu sergi, popüler kültürün diliyle acıyı evcilleştirmekte, şeyleştirmektedir. Toplumsal ve deneysel bağlamda bakıldığında Kiefer makul bir örnek olarak anılabilir. Çünkü Kiefer 20. yüzyılın insanlık yıkımına önce sanatındaki malzeme seçimiyle atıfta bulunmuştur. Güneştekin’se yok yere katledilen insanları rengârenk tabutlarla temsile yönelirken, eleştiriyi değil, popüler kültürün eğlenceli, janjanlı, parlak renklerini tercih etmiştir.

Güneştekin, Kürtçe konuşmanın serbest olduğunun iddia edildiği bir ülkede, Kürtçe konuştuğu için dayak yiyen, öldürülen, cesetleri yakılan, tabutları dahi olmayan insanların, hapishanelerde ömürleri solan gençlerin uğradığı zulmü, tarihselliğinden koparıp parçalara ayırarak bir sergiyle hafıza oluşturmak iddiasında. Fragmantal olarak zamanın âna bölünmüş parçaları gibi bazı nesnelerle Kürt halkının varoluş mücadelesini bütünden koparıp kolaja dönüştürüyor. Yaşanan zulmü, ölümleri, renkli tabutlara indirgeyerek renksel (duyumsal) bir şenliğe yol açıyor. Post-modern anlayışta olduğu gibi parçayı bütünden kopartarak parçanın anlamını bütünün anlamıymış gibi sunarak oyun oynuyor. Rengârenk tabutlarla, kara lastik ayakkabılarla, insan isimlerinden oluşan sokak levhalarıyla Kürt halkının acısını, adaletsizliği, zulmü yaşanan tarihselliğin bütünlüğünden kopartarak, parçalayarak anlam kaybına uğratıyor. Kullandığı temsilî nesneler, popüler kültürün albenili, gelip geçici dünyasında parlayıp sönen ikonlar gibi parlak renkleriyle göz kamaştırıyor ama ikna edemiyor çünkü sahici değil. Serginin vaat ettiği yıkım sahici olamayacak kadar şenlikli. İstanbul’dan gelip tabutlar arasında resim çektiren, halay çeken magazin figürleri için bu tabutlar sahici değil, şeyleştirilmiş birer meta. Onlar için tabutlar önünde fotoğraf çektirmek ilginç bir arka plan dekoru, sosyal medyadan paylaştığı fotoğraf ise bir gösteri. Başkasının acısına yüreğiyle, vicdanıyla değil de popüler kültürün gözüyle bakanlar için acının temsilî nesneleri gösteriden öteye gidebilir mi? 

Görsel 4: Ahmet Güneştekin, “Hafıza Odası” sergisi, 17 Ekim 2021, Diyarbakır

Sanat 19. yüzyılın ortalarından itibaren “… dekoratif olanın, seyirlik bir estetik haz deneyimi alanının dışında son derece politik bir alan haline gelmiştir. Sanat eleştirel bir üretim alanında söz söyleyen, siyasetin estetize hali olarak yeni tartışmaları ve düşünceleri gündeme getirmektedir. … Günümüzün hızlı akan üretim ve tüketim çağında sanatçının üretimleri, tanıklık etmekte olduğu zamanın dil ve söylem olanaklarından bağımsız değildir. Özellikle 1960 sonrası sanatçıların toplumsal sorunlara duyarlılığı yeni ifade biçimleri, yeni sanat yapma formları ve medyumlar ortaya çıkarmıştır”.[1]

Sanatın gerçek fikri malzemelerin anlama dönüştürülme biçiminde yatar. Güneştekin’in kullandığı malzemeler Amed’e taşındığında hem coğrafyanın belleği hem de temsil ettikleri anlam değişiyor, ilk bağlamın anlamını, başka bir bağlama çevirirken hakikat bağlamını kaybediyor, manipülatif bir bağlama oturuyor. Bu yeni bağlamda temsil edilen rengârenk, parlak boyalı tabutlar formalist ve salt seyirlik birer öğeye indirgeniyor.

Sanatı sanat yapan içeriğidir. Bu içerik hakikat ve gerçektir. Hiçbir sanat çalışması kendi başına bir öneme sahip değildir. Sanat çalışmasını önemli kılan temsil ettiği değerdir. Sanat bize resmî tarih ideolojisi dışından etik-estetik değerlerin buluştuğu bir anlatı sunar, hakikate ışık tutar. “Hafıza odası” sergisi zulüm tarihine ışık tutmuyor; zulmü seyirlik bir olaya dönüştürüyor. Sergi, Kürtlerin zulümle yoğrulmuş yüzyıllık belleğine şeyleştirdiği nesnelerle bir katkı sunmuyor. Kürtlerin yaşadığı acı, popüler kültürün seyirlik nesnesi yapılamayacak kadar sahici ve orada öylece duruyor. Güneştekin’in öznesiz kıldığı zulmün faillerine inat yüz yıllık zulme tanıklık eden Kürt halkının şeyleşmemiş bedenleri hayatın tam ortasında duruyor, direniyor, yüzleşme ve adalet bekliyor.


Metnin ana görseli: Ahmet Güneştekin, “Hafıza Odası” sergisi, 17 Ekim 2021, Diyarbakır.

[1] Bozdağ, Lütfiye, “25-26 Aralık 2020 Küresel Dünyada Kadın ve Siyaset Uluslararası Kongresi II”, Toplumsal Hafızanın Karanlık Dehlizine Sızan Işık: Alyazma Anıtı, İstanbul.