Giriş: Kıbrıs Sorunu ve İki Temel Düşünce
Yakın zamanda dozu gittikçe artan egemenlik tartışmalarına bakıldığında, reaksiyonel bir düşüncenin hakim olduğu öne sürülebilir. Kıbrıslı Türklerin özellikle son 70 (1955’i bir milat alacak olursak) yılda nereden nereye nasıl “savruldukları”na bakıldığında, konuyu ne salt kolonizasyona, ne de salt milli mücadeleye indirgemek doyurucu bir açıklama sunmuyor. Aksine, her iki argüman birçok bakımdan kendi içinde tutarlılıklar barındırsa da, resmin tamamına bakıldığında, var olan durumun karmaşıklığını açıklamakta yetersiz kalıyor. Özellikle “milli mücadeleci” cenah, Kıbrıs sorununu salt bir savunma ve sonrasında “zafer”le taçlandırırken, bırakın iğneyi, hiçbir şeyi kendi toplumuna batırmayarak herşeyi Kıbrıslı Rumlar’ın üzerine yığarak, “mağdur” bir halktan “mutlu bir son” ile noktayı koymaya çalışırken, kolonizasyon iddiasının, ki bu noktada bu düşüncenin özellikle bugüne bakınca daha güçlü olduğunu iddia etmemek zor, Kıbrıslı Türkleri, fark etmeden, özne değil nesneleştiren bir düşünce akımının devamını sağladığını söylemek mümkün. Diğer bir deyişle, kolonizasyon iddiası neredeyse 1878’den bu yana Kıbrıslı Türklerin politikada hiçbir gücü, katkısı olmadığı iddiasını öne süren düşünceyi, istemeden de olsa, savunuyor[1]. Mevcut durum eğer salt kolonizasyondan ibaretse ve halkın çoğunluğu da kolonileşmeye rıza gösteriyorsa, rızanın üretimi nasıl oluyor? Salt baskı ile mi, yoksa, Münci Kapani’nin politika biliminde bilinen “İktidar= kuvvet+rıza” (s. 60) formülü ile mi? Her halükârda, kolonizasyon politikaları olması demek, halkın rızasının üretilmediği anlamına gelmiyor. Mevcut durumda, paradoksların iç içe geçmesi sonucunda karşı olanın da olmayanın da bugünkü gerçekliğe dair çelişen açıklamaları, düşünceleri üzerinden “ne o ne bu, ne biri ne diğeri, ikisi de değil” şeklinde garip bir ifade mümkün.
Bu yazıda, konuyu biraz daha açmak adına, egemenlik denilen ve tanımı son derece güç olan karar alıp bunu eyleme geçirebilme durumunun Kıbrıslı Türkler açısından son derece kırılgan, aynı zamanda belirsizliklerle dolu olduğunu iddia ediyorum. Bu iddianın temel olarak Kıbrıs’ta yeterince tartışılmadığını düşündüğüm bir çalışmada, Askıdaki Egemenlik: Kuzey Kıbrıs’ta De Facto Devletin İnşası kitabında son derece ayrıntılı bir şekilde ifade edildiğini söyleyerek biraz açmaya çalışacağım. Özellikle yakın dönemdeki tartışmalara bakıldığında, kitapta öne sürülen argümanların bugünü anlama konusuna önemli katkılar sağlayabileceği iddia edilebilir.
Arada kalmak, Sıkışmak: ‘Hayat Devam Ediyor Ama Zaman Bir Şekilde Durdu’
Mark Fisher’in Hayatımın Hayaletleri kitabında Sapphire and Steel adlı dizinin sonunu anlatırken söylemiş olduğu “... hayatın devam ettiği, ama zamanın bir şekilde durduğu” (s. 14) ifadesi, Kıbrıslı Türkler’in uzun bir süredir mottosu sanki. Hayatın devam ettiği, “değiştiği” durumlar olduğu düşünülse de, var ol(amay)an varlıklar olarak sürekli bir sıkışmışlık, arada kalmışlık hissiyle günlerine devam eden Kıbrıslı Türkler’in durumunu Niyazi Kızılyürek şu sözlerle özetliyor: “Maalesef, Kıbrıslı Türkler yarım asırdan uzun bir süredir parya konumdadırlar. ‘Kıbrıs’ta varlıktırlar’ ama ‘dünya içinde’ değildirler.”[2] Giorgio Agamben’in deyişiyle, “Varacak yeri olmayan mektuplar gibidirler...” (s. 16). Tıpkı Susam Sokağı’ndaki şarkı gibi, “Arada kaldım / Tam arada / Sıkıştım kaldım, burda, tam arada.”[3]
Rebecca Bryant ve Mete Hatay tarafından kaleme alınan Askıdaki Egemenlik, konuyu tam da buradan alıp etnografik bir yöntemle ileriye taşımaya çalışıyor. Kitap boyunca birçok konu tartışılıyor: De facto devlet, diğer bir deyişle devlet ol(ama)ma hali, bölünme (fikri), 1974 sonrası Kıbrıslı Türklerin ganimetçiliği, mağduriyet ve aporetik devlet. Kitabın başlangıcındaki teorik çerçevede Jacques Derrida’nın aporia kavramından hareketle, Kıbrıslı Türklerin de facto devlet tecrübesini bir nevi aporia olarak nitelemeleri, son derece önemli bir tespit. Kıbrıslı Türklerin “olağanüstü koşullar” içinde yarım yüzyıldan uzun bir süredir yaşamakta oldukları bir realite. İlginç olan, bu realitenin zaman içerisinde tuhaf bir normalliğe bürünmesi. Bu tuhaf normallik var olan ile ol(a)mayanı birlikte barındıran, diğer bir deyişle Alis Harikalar Diyarında’ki cheshire kedisi gibi, ne olan ne de olmayan bir yapıya bürünmüş durumda. İşte tam bu noktada, Derrida’nın aporiası var olan duruma yönelik teorik bir açılım sağlamasından dolayı büyük bir önem taşıyor. Bryant ve Hatay’ın Derrida’dan aldığı tanıma göre:
“Aporia, sınırla gerilim içerisindedir, çünkü bizi durduracak bir sınır bulunmamasına rağmen geçişin imkânsızlaştığı ânı temsil eder. Aporia, ‘geçilmesi zor yahut elverişli olmayan, buradaki anlamıyla geçilmesi imkânsız olan geçiştir, reddedilmiş, engellenmiş yahut menedilmiş geçiştir’” (s. 26).
Buradan başlayarak kitap boyunca bu düşünceyi yavaşça ören Bryant ve Hatay, çelişkilerle dolu de facto devlet olgusunu yaptıkları röportajlar eşliğinde bireysel örnekler üzerinden son derece akıcı bir dil ile aktarıyor.
Kitabın önemli özelliklerinden bir tanesi, tarih, kişisel öyküler ve teorinin iyi harmanlanmış olması. Okuyucu bir yandan tarihe dair bir çok bilgi edinirken, diğer yandan bu bilgiler ve kişisel öykülerin literatürdeki karşılıklarını okuyup var olan durumun hem biricik hem de evrensel olduğunun daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Diğer bir deyişle, bir yandan Kıbrıslı Türkler olarak “masum değiliz hiçbirimiz,” öte yandan birçok konuda belli bir plânlama, program oldu ve bunların nasıl planlandığı kitapta röportajlar eşliğinde aktarılıyor. Ayrıca, özellikle de facto devlet oluşumunun başlarında beklenmeyen durumlar karşısında, “yetkililerin hazırlıksız yakalandıkları”na dair örnekler de veriliyor.[4] Diğer bir deyişle, bazen “kervan yolda düzüldü,” bazen ise kolonizasyon iddasında dile getirilen organizasyonların hayat bulması için büyük çabalar sarf edildi.
Kıbrıslı Türklerin neden belirsiz bir ortamda yaşadıkları ve bu yaşamlarının bir nevi Jean Baudrillard’ın deyişiyle hipergerçek bir durum olduğunu daha yakından incelemek için, konunun bireysel (psikolojik), toplumsal (sosyolojik), politik (iç ve dış) unsurlarına bakmanın önemini ortaya çıkaran bir çalışma Askıdaki Egemenlik. De facto devletin benimsenmesi için gerekli rıza üretimi, mevcut ortamdan son derece iyi bir şekilde faydalandı. Böylece, klasik anlamda bir süreç işlemek yerine, toplumun (Annan Plânı döneminde bu noktada radikal bir kırılma yaşandığı iddia edilebilir), özellikle ilk başlarda büyük çoğunluğunun durum ile ilgili karmaşık duygular beslediği görülebilmektedir.[5] Bu konuda, gerek bireysel, gerek meclis tutanakları ile literatür arasında kurulan ilişki, çalışmanın sağlam bir zemine oturmasını sağlıyor.[6] Devlet ol(a/may)an, “-mış” gibi olan, arafta kalan bir yapı, “namevcut yapı” sayesinde kimliksizleşen (salt vatandaşlık anlamında değil), kimlik arayışında sürekli savrulan, kâh milliyetçiliğe göz kırpan, kâh daha ortak bir Kıbrıslılığı tahayyül eden Kıbrıslı Türkler, aslında uzun bir süredir ötekinin onayını alamadıklarından, kendi kimliklerini tanımlayamayan, tanımlayamadıkları için de zamana, mekâna, ortama göre kimliklere “sahip olma”ya çalışan, aporetik devletin, “devletin vatandaşları” olarak “varolansız bir varoluş” içerisinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Belki bu yüzden, Niyazi Kızılyürek’in dediği paryalaşma, tarih dışında kalma durumu yaşanıyor. Tahmin edileceği üzere, bu durum ciddi sıkıntılar içeriyor. Örneğin, taşınmaz mal söz konusu olduğunda sahiplenmekten çok zilyetlenen insanlar geçen zaman neticesinde teritoryal bir aidiyet geliştiriyor (neticede 1974 sonrası doğan, hatta 2000’li yıllar sonrası doğanların Kıbrıs’ın güneyi ile neneleri, dedeleri ya da anne-babaları gibi bir bağları, duygusal hafızaları yok). Bryant ve Hatay’ın çalışması bu ve bunun gibi sorunları, zaman uzadıkça içinden çıkılamayacak ölçüde karmaşıklaşan bir kimlik(sizlik), ait ol(ama)ma hissinin yaşam biçim(ler)ine nasıl dönüşebildiğini anlamaya yardım eden bir çalışma.
Sonuç Yerine
Bryant ve Hatay’ın kitabı, yakın zamanda Kıbrıs’ın kuzyinde onaylanan ‘türban meselesi’[7] ya da İlahiyat Koleji[8] olarak da bilinen kararlar ışığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin gün geçtikçe artan baskılarına Kıbrıslı Türklerin bazen neden belli şekillerde tepki verdiğini anlamak konusunda önemli bilgiler içeriyor. Diğer bir deyişle, çalışmanın Kıbrıslı Türklerin bir kısmının (özellikle sol kesimin) yapmakta olduğu eleştirilerin nedenlerini anlamaya yardımcı olduğu iddia edilebilir. Bryant ve Hayat’ın işaret ettikleri üzere, Kıbrıslı Türklerin özellikle son 50 yıllık yolculuğu göstermektedir ki (bu yolculuğu 1950’li yılların ortalarından bağımsız düşünmek, bir şekilde, anakronizme yol açabilir), yaşanılan sıkıntılar sonrasında adına devlet denilen oluşum ilk başlarda bir “gereklilik”ten (kurumsal bir otorite ihtiyacı) kaynaklansa da, sonrasında bu “gereklilik” yerini daha başka şekillerde doldurmaya başladı. Önceleri Kıbrıslı Rumların sahiplendiği Kıbrıs Cumhuriyeti ile diyalog kurma, anlaşma amacıyla kurulan bir kurum, Kıbrıs Türk Federe Devleti ve sonrasında KKTC, zamanla amaç-araç ilişkisinin değişmesine yol açtı denilebilir.[9] Değişen amaç-araç ilişkisi, kendi içinde kurumları, çıkar ilişkilerini ortaya çıkarırken, zamanın uzaması (sünmesi) sonucunda geleceği olmayan ama geçmişe de dönülemeyen tuhaf bir durumun zihinlerde ve gündelik yaşamda kalıcılaşmasını (normalleşmesini) sağladı. Sonuç olarak, Kıbrıslı Türklerin de facto devlet deneyimi aslında devlet ol(a)mayan ama devlet gibi davranan bir yapıyı, diğer bir deyişle bir “devlet”i ortaya çıkardı. Bryant ve Hatay’ın Derrida’dan ödünçlediği tabirle, aporetik bir devlet. Aporetik devlet Kıbrıslı Türklere olan ile ol(a)mayan, oluş halinde ancak zamansız bir hayat vaat etmenin ötesine geçemedi ve görünüşe bakılırsa, geçemeyecek. Bir türlü devlet ol(ama)ma, aynı zamanda dünya ile birlikte var olamama hali, varlığın ispatı konusunda büyük sıkıntılar yarattı. Kıbrıslı Türkler açısından, belki de devlet ol(a)mama macerası ve kimlik krizinden de bir türlü çıkılamıyor olunmasının sebeplerinden birisi devlet ol(a)mama, olduğu iddia edilen devletin devletten çok “devlet” olmasıdır. Böylece Kıbrıslı Türkler hem var olan hem de ol(a)mayan, Aziz Nesin’in Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz romanındaki karakter gibi, bazı anlarda var olan, bazı anlarda ise olmayan, varlıkla yokluk arası, hayalet gibi bir durumda yaşamlarını sürdürmektedirler. Bu olmakla ol(a)mamak hali, beraberinde eylemselliği de etkilediğinden, nasıl ki bir hayalet dünyada vardır ama maddi dünyaya ait değildir, her şeyi görebilir, hatta yer yer maddi dünyaya etki de edebilir ama bir özne olamaz, maddi dünyanın aynı anda hem parçasıdır hem değildir, Kıbrıslı Türklerin devlet deneyimi de benzer sorunları içeriyor. Var ama yok. Yaşar ama yaşamaz! Bu yüzden, de facto devlet aslında “devlet”denilen yapıdan ziyade bir “devlet” olarak ifade edilebilir. Var ol(a)mayan bir yapı. Hep geleceğe yönelen, gelecekten beklenti içinde olan ama zamanın uzayıp genişlemesi sonucunda, Fisher’in tabiriyle “... hayatın devam ettiği, ama zamanın bir şekilde durduğu” (s. 14) bir “devletin vatandaşları.” Kısırdöngüler içinde yaşayan Kıbrıslı Türkler, de facto devlet ile sadece olup olmama arasında kalmadılar, aynı zamanda bir şey olamamanın bedelini günü geçirmeye dayalı bir yaşam tarzıyla ödemeye devam ediyorlar.
Devlet olgusunun içselleştiril(eme)mesi yanısıra, çalışmanın teorik açıdan bir diğer önemli tespiti Kıbrıs’ın kuzeyindeki de facto devletin “olağanüstü hâl” koşulları ile olan ilişkisinin ortaya konmasıdır. Kıbrıslı Türklerin özellikle İngiliz döneminden bu yana yaşadıkları “olağanüstü hâl” koşullarının gündelik yaşama, siyasete, algıya yansımaları son derece önemli. Bu açıdan bakıldığında, de facto durumun devam edebilmesinin bir türlü sonlan(a)mayan ‘olağanüstü hâl’ koşulları ile bağlantılı olduğunu iddia etmek mümkün.
Sonuç olarak, Bryant ve Hatay’ın kitabı yukarıda bahsi geçen konuları düşündüren, düşündürürken çözüm yollarının nerelerden geçtiğini sorgulamaya teşvik eden bir çalışma. Kıbrıslı Türklerin bugününe bakıldığında, egemenlik askıda olduğundan, daha doğrusu “egemenlik” olduğundan, kendi geçmişi, bugünü ve geleceği üzerine kendinden çok başkalarının düşünüp, konuşup tartışması, öyle görünüyor ki bir süre daha devam edecek.... Bu gidişat değişmez mi? Elbette değişir, değişecek. O değişimin gerçekleşmesi durumunda hayatın devam ettiği, zamanın da geçtiği bir durumdan bahsedebilmek mümkün olacaktır.
Kaynakça
Agamben, Giorgio. Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak). İstanbul: MonoKL Yayınları, 2012.
Bryant, Rebecca & Mete Hatay. Askıdaki Egemenlik: Kuzey Kıbrıs’ta De Facto Devletin İnşası. İstanbul: İletişim Yayınları, 2021.
Fisher, Mark. Hayatımın Hayaletleri: Depresyon, Hauntoloji ve Kayıp Gelecekler Üzerine Yazılar. (Çev. Feride Nagehan Öztürk). İstanbul: Habitus, 2014.
Kapani, Münci. Politika Bilimine Giriş. Ankara: BB101 Yayınları, 2016.
[1] Özellikle son birkaç yıldır belli kesimler tarafından gündeme getirilen yerleşik kolonyalizm iddialarına bakmak, konu hakkında detaylı bir fikir verebilir. Konu hakkında yakın zamanda yayınlanan bir çalışma için bkz: Nikos Moudouros (2025). “Settler colonialism or a hybrid case? Dimensions of colonization in Cyprus and Turkish Cypriot–settler antagonism.” International Journal of Anthropology and Ethnology. 9, 14. https://doi.org/10.1186/s41257-025-00137-7.
[2] Niyazi Kızılyürek. “4 Mart 1964 Kararı: Bir Dönüm Noktası ve Kıbrıslı Türklerin Paryalaşması.” Yenidüzen. https://www.yeniduzen.com/4-mart-1964-karari-bir-donum-noktasi-ve-kibrisli-turklerin-paryalasmasi-20252yy.htm. 5 Mart 2023. (Çevrimiçi: 05/05/2025).
[3] “Susam Sokağı - Arada Kaldım.” https://www.youtube.com/watch?v=C6vFxABK58M. (Çevrimiçi: 05/05/2025).
[4] Kitaptan bir örnek vermek gerekirse, ilk başlarda bazı Kıbrıslı Türklerin savaş sonrası kuzeyde kalan Kıbrıslı Rumların mallarını ganimet olarak alabilecekleri algısı o kadar güçlüydü ki, durumun kontrolden çıkmasıyla Türk ordusu devreye sokulmuştu (krş. s. 85).
[5] Bir yandan güneyde “bırakılan” yerlere aidiyet, diğer yandan ise kuzeyde yeni bir yaşam kurma arzusu, mülkü zilyetinde bulunduran, diğer bir deyişle “sahibi kendisi olsun olmasın bir malı kullanmakta olan” (Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Sözlük) insanlar. Askıdaki Egemenlik kitabında konuyla ile ilgili olarak Bryant & Hatay bu durumu şu sözlerle ifade etmekte: “İnsanlar gündelik hayatlarında teritorya ve işledikleri toprak kendilerine aitmiş gibi hak talep etmeye, itirazlarını seslendirmeye, planlar yapaya devam etmekteydiler, fakat teritorya etkisinin üzerinde bir de ‘teritorya’ etkisi, yani koçanlarının dünyanın geriye kalanının gözünde yasa dışı ve sahte olduğunun daimî bilgisi vardı” (s. 94).
[6] Dönemin Zeitgeist’ına bir örnek vermek gerekirse, kuzeyde bulunan malların yeni yönetimce nasıl “paylaştırılacağı” tartışmaları ilginçtir: “Bu toprak reformunun esas saiki Türkiye olsa da, yeni kurulan hükümet içerisinde bu tarz bir sistemin benimsenmesini destekleyen solcular da vardı. Örneğin, dönemin önde gelen solcularından Özker Özgür, meclis tutanaklarında kardeş payına dayalı sosyalist bir bölüşüm sisteminden söz eder” (vurgu original metinde, Bryant & Hatay. Askıdaki Egemenlik. s. 90-91).
[7] “Okullarda başörtüsüne yeni düzenleme: Sade bone ve bandanaya izin verildi!” Kıbrıs Postası. https://www.kibrispostasi.com/c35-KIBRIS_HABERLERI/n554146-bakanlar-kurulundan-okullarda-basortusu-duzenlemesi-yetki-bakanliga-devredildi. 15/03/2025. “İşte yeni ‘başörtüsü tüzüğü.’” Yenidüzen. https://www.yeniduzen.com/iste-yeni-basortusu-tuzugu-181321h.htm. (Çevrimiçi: 07/04/2025).
[8] “’Mağusa’ya ilahiyat’ protokolüne Meclis’te oy çokluğuyla onay.” Yenidüzen. https://www.yeniduzen.com/magusaya-ilahiyat-protokolune-mecliste-oy-cokluguyla-onay-188988h.htm. (Çevrimiçi: 19/11/2025).
[9] Konu ile ilgili olarak, yakın zamanda KKTC Kuruluş Yıldönümü’nde konuşan Cumhurbaşkanı Tufan Erhürman’ın söylediği şu sözler dikkat çekici: “Kimileri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulmasını ve varlığını Kıbrıs Türk halkının çözüm arayışlarından vazgeçmesinin, dünyaya sırtını dönme iradesinin bir delili olarak görme ve gösterme çabalarına devam etmektedir. Oysa Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanına ilişkin 15 Kasım 1983 tarihli Bağımsızlık Bildirgesi, Kıbrıs Türk halkının Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurulurken sergilediği iradeyi açık biçimde ortaya koymakta ve görmek isteyen herkese gerçeği göstermektedir.
Bildirge’nin 22. paragrafı şu sözlerle başlamaktadır: ‘Bu tarihi günde bir defa daha, Kıbrıs Rum halkına barış ve dostluk elimizi uzatıyoruz’. Ve aynı paragraf, ‘Aynı Ada’da yan yana yaşamağa mecbur bulunan iki halkın, aralarındaki bütün sorunları eşit düzeyde müzakerelerle, barışçı, adil ve kalıcı bir çözüme ulaştırmalarının mümkün ve zorunlu olduğuna inanıyoruz.’ sözcükleriyle devam etmektedir.” “Kıbrıslı Türkler bugüne kadar masadan kaçmadı, bundan sonra da kaçmayacak.” Yenidüzen. https://www.yeniduzen.com/kibrisli-turkler-bugune-kadar-masadan-kacmadi-bundan-sonra-da-kacmayacak-188903h.htm. 15 Kasım 2025. (Çevrimiçi: 20/11/2025).


