Çöküş Rejimi mi? - Hal ve Gidiş (1)

Mayakovski’nin Marşımız şiiri “Sert adımlarla isyan meydanları inlesin, // Yükselsin onurlu başlar alay boyunca. // Bizler, taşkınıyla bu ikinci tufanın, // Temizleyeceğiz kentleri tüm dünyada,” şeklinde başlıyor. Hayat devam ediyor. Bizler işlerimizdeyiz, siyasi rehineler ve gazeteciler hapisteler. Bir uğultu var, riyakarlıktan bıkmış. Bir uğultu, gaddarlıktan, dalkavukluktan, hınç dolu kibirden usanmış. Bir uğultu var, yönsüz kalmış. Bu yönsüzlük, kendine bir ses, nefes arıyor. Sözcüklere dökülmek, berraklaşmak, bayraklaşmak istiyor. Öncü, unutulmuş sözcük. Uğultu, öncüyü çağırıyor.

***

İki bölümlük bu yazının büyük ölçüde yine Birikim’de 23 Ağustos 2024 tarihinde yayınlanan “Değişim: CHP ve Türkiye” denemesinin hayli gecikmiş devamı olduğunu kayda geçirerek başlamalıyım. O yazıda vurguladığım kimi hususları ve elbette “gösterilen (toplumsal) reflekslerin zaman aralığı günümüz dünyasında çokça daraldı (buna mukabil spontaneliği arttı) ve bu daralma oranında şiddetinin öngörülemezliği de genişledi,”[1] tespitini daha fazla açmak istesem de tarihin hızlandığı zamanlarda taraf değilmişçesine soğuk bir tondan konuşmayı, eylemin, değişimin, değişim olasılığının hayrı için değil de “yorum”un kendisi için yorum yapmayı, “ama”lı niyazları, kendi sesinin yankısını hesap ve talep eden sosyal medyadaki etkileşim esnaflığını gayriahlaki bulduğumdan, Türkiye’deki demokratik toplumsal muhalefetinin muradı yönünde gözlem ve önerilerimi burada daha net bir şekilde sıralamayı tercih edeceğim.

Yer yer bağlamsal analizlerini gerektiren bu çaba, aslında herkesin dilindeki Kürt sorununun demokratik çözümünü de bağlayan yeni anayasa beklentisinin mevcut Meclis çatısı altında değil, ancak yeni bir Kurucu Meclis çağrısıyla karşılanabileceği yönündeki kanaatimi gerekçelendirmek için sarf edilecek. Bununla birlikte, arada yaşanan geniş ölçekli kitlesel mobilizasyonların bir anda parlayıp giderek sönme eğilimi gösterdiğini; CHP’nin tüm harlama çabasına rağmen bu enerjinin çoğu zaman bir sonraki kabarışa ertelenmiş bir potansiyel olarak kaldığını ve bu potansiyelin kontrolü için yürütülen mücadelenin giderek CHP içi bir güç mücadelesi biçimini aldığını göz önünde bulundurmak gerektiğini (özellikle bu birinci bölümde) vurgulayacağım. Bu iki olgunun (anayasal dönüşümün mevcut düzen içinde gerçekleştirilmesinin zorluğu ile birikmiş toplumsal usanç ve enerji üzerindeki kontrol mücadelesinin CHP içi rekabeti şekillendirmesinin) aslında birbirini koşullayan diyalektik bir bütün oluşturduğunu da satır aralarında sürekli geçecek…

Sonuçta tuhaf günleri devirdiğimizi kabul etmemiz gerekiyor. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim 2024 tarihinde Meclis açılışı sırasında DEM milletvekillerinin elini sıkmasıyla kamusal alanda görünürlük kazanan “süreç”, Türkiye’nin yakın, orta ve hatta uzun dönem beklentilerini belirleyecek, vatandaş(lık) dizaynını yeniden şekillendirecek, ülkenin kendinde gördüğü ve zaman zaman sınadığı potansiyellerini artırma ya da tersinden muhafaza etme yönündeki girişimlerini tanımlayacak, uluslararası çatışmalardaki konumunu ve bu konumun gereği üstlenmesi gereken/beklenen sorumluluğu çerçeveleyecek bir nitelik taşıyor. Dahası, seneidevriyyesinde bu kez AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın aynı jesti tekrarlamasıyla birlikte, artık bütünüyle “kamusal meşruiyet” kazanmış olan (daha doğru bir ifadeyle kazanmış olması beklenen, ama bir türlü kazanamayan) sürecin dondurulmasının ya da geriye döndürülmesinin maliyetleri de hızla artıyor.

Bu durum, yani ekonomik sürgit darboğaza ilaveten Kürt meselesinin çözümüne dair siyasal alanın toplam maliyeti taşıma kapasitesinin giderek azalması, normal şartlarda devlet için artık sürdürülmesi manasız bir yük anlamına geliyor. Ne var ki iktidar, bu yükün yarattığı baskıyı yalnızca süreci sündürerek ve kendi vazgeçilmezliğine güvenerek değil, aynı zamanda başka bir cephede taarruzu yoğunlaştırarak dengelemeye çalışıyor: Muhalefetin bastırılması ve toplumun haysiyetinin sistematik biçimde aşındırılması. Bu taktiğin nasıl bir tahribata yol açtığını ise bölgesel çatışmalarda açıkça gördük. Özellikle de İsrail’in İran’a yönelik saldırıları sırasında, İran toplumunun kendi rejiminin kayıplarına sevinir hâle gelmesine varan sinik çözülüşü, bunun en çarpıcı örneğini oluşturuyordu.

Başka bir mesele de şu: CHP üzerinde kurulan yargısal (artık aynı anlama geldiğinden siyasal da diyebiliriz) baskının hem sürdürülmesinin hem de geri çekilmesinin kendi içinde yüksek ve giderek artan maliyetleri bulunduğunu da ayrıca unutmamalıyız. Üstelik bu iki maliyetin aynı anda ve aynı aktörler tarafından yönetilebilmesi mümkün değil; tam bir “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumu. Dolayısıyla tercih, ister istemez ülke ve toplum açısından daha hayırlı olan yönde yapılmak zorunda. Bu nedenle tüm bu pazarlık ortamında (İmralı’ya gittim gitmedim; şunu serbest bıraktım, bunu bırakmadım) kaçınılmaz olan, CHP üzerindeki baskının maliyetinin üstlenilmesi ve siyasal alanın bu baskıdan geri çekilerek rahatlatılmasıdır; zira hem çözüm sürecini ilerletmeye çalışmak hem de CHP’yi baskı altında tutmak birbirini yapısal olarak tüketen, sürdürülemez bir denge yaratmaktadır.

Dahası, ülkenin muradının artık yalnızca ve mecburen kendi sınırları içinde değil, sınırlarının ötesindeki gelişmelerle de şekillendiğini dikkate aldığımızda, “iç cephenin tahkimi” iktidarı elinde tutanların bazı ciddi feragatalarda bulunmasını kaçınılmaz kılıyor. Bu olmadan ne toplumsal birliğin tamiri mümkün ne de dış politikadaki iddiaların içeride gerçek bir karşılık bulması olasıdır. Kısacası devlet kapısının gerçekten açılması, bugüne dek talihi dışlanmış birçok toplumsal aktörün devletlû özne olarak yeniden tanınmasını gerektiriyor.

Aslında bunun karar vericiler nezdinde sezilmediğini söylemek de güç. Özgür Özel’in Ekim 2024 grup toplantısında dile getirdiği “El yükseltiyorum Devlet Bey. Ben de Kürtlere bir devlet vadediyorum” çıkışı bunun muhalefetteki yansımasıydı. Temmuz 2025’te Devlet Bahçeli’nin belli ki bazı rapor çıktılarını vülgarize, hatta daha çok karikatürize ederek dile getirdiği “Cumhurbaşkanı yardımcılarından birinin Alevi, diğerinin de Kürt olabileceği değerlendirilmiştir” ifadesi ise bu sezginin iktidar blokunda da dolaşıma girdiğini gösteriyordu. Bu bağlamda Erdoğan’ın kötü mü kötü yazılmış “bir Türk, bir Kürt, bir Arap” metnini okumak zorunda kalması belki bu çerçevede değerlendirilebilir; fakat daha çok vasat bir Anadolu takımının kendi yarı sahasında temposuz top çevirmesine benziyordu bu piyes.

Bu noktada “kamusal görünüm ve meşruiyet” meselesi üzerine bir not düşelim. Bu, çıkar odaklarının, siyasi elitlerin, birbirleriyle çatışma ve uzlaşma diyalektiği içinde bulunan ulusal ve uluslararası güvenlik bürokrasilerinin kısa ve orta dönem projeksiyonlarının, dahası çeşitli sermaye grupları arasındaki beklenti farklarının belli bir zaman aralığındaki bileşkesinin gün yüzüne çıkarılması demek değil sadece; aynı zamanda bunun sağından solundan çekiştirilmesine izin verilmesi, yani toplumsal rıza üretimi alanında verilecek mücadelenin buna koşut bir şekilde sürdürülmesi demek. Kısacası “kamusal görünüm” sağlamak, bu mücadeleye bilfiil alan açmak, ona olur vermek, demektir.[2]

Rıza üretim kapasitesinin kendini gerçekleştirdiği başlıca iki kanal bulunur. İlki, çoktandır unutulmuş görünen, ne var ki üzerinde düşünülmesi elzem olan o eski muammayı, tarihte bireyin rolü tartışmasını içerir ve öncü kadrolarda vücut bulur. İkinci alan –ilkiyle de ilişkili– hemen yukarıda sıraladığım o büyük cangılın içindeki debisi yüksek biricik nehri tarifler: Etrafı az da olsa daha açık görebildiğin, içme suyunu temin ettiğin, kimi zaman kapılıp gittiğin, o yüzden ihtiyatla akışına uyum sağladığın kaynakları belirsiz, siyaset deryasına dökülen ah ve kahır dolu bir nehir…

Bugün AKP iktidarının rıza üretme kapasitesindeki bariz düşüş, biraz heves biraz korkuyla dillendiriliyor. Tarafgir olanlar içinde dahi nehre kapılıp boğulma endişesiyle yutkunanlar, sesini kısıp bekleyenler az değil. Bunun karşısında Hannah Arendt’in otorite ve güç ilişkisi üzerine yazdıklarını hevesle anımsatanlar bulunuyor. Rıza üretemeyen gücün otorite olma vasfını da kısa sürede yitireceğine duyulan iyicil bir inançla dile gelen aşırı-yorum. Kapasite daralmasının zor-gücüyle telafi edilmesinin sınırları olsa da bu kapasitenin yeniden arttırılamayacağını kim söylüyor? Dahası “rıza” tıpkı hayat (ve siyaset) gibi (ne de yapay bir ayrım bu!) boşluk tanımaz. Rızayı ele geçirme, onu kendi lehine yoğurma girişiminde bulunan aktörlerin en avantajlısı olan Cumhuriyet Halk Partisi, gösterdiği cesaretle (ve elbette basiretle) orantılı biçimde yakın dönemin olası tüm büyük toplumsal dönüşümlerin taşıyıcı öğelerinden biri hâle gerçekten gelebilir. Ne var ki CHP, kendini “umudun partisi” hâline döndüremezse, o zaman bambaşka tehlikelerden dem vurmamız gerekir. Bunların başında, kendini sokakta usul usul gösteren, yönsüz-ulusçu-eril-reaksiyonların kitle tabanındaki genişleme geliyor. Bir önceki yazıda “toplumda bir anda yayılan bozkurt sevdasını, MHP’nin manipüle etme çabasının ötesinde, kentli, seküler (daha doğrusu İslamcı-olmayan), tabandan gelen yeni nesil bir ulusçuluğun işareti olarak görmeliyiz. Biriken bu alâmetlere daha fazla dikkat edilmeli,” uyarısında bulunmuştum.[3] Doğrusu bu amorf kitle, başıboş bırakıldığı takdirde beklenenden (yoksa umulandan mı demeliyim?) büyük zararlara yol açabilir. Fakat kontrol edilebilir, ülküsü tariflenir, yönü ve ritmi çerçevelenebilirse, birazdan değineceğim yeniden-sürekli-inşâ süreci içinde Kürt gençliği ile birlikte yeni toplumsal dönüşümün omurgasını oluşturan bir dayanak hâline gelebilir.

O hâlde, en azından bu kırılma noktasının kontrol edilebilmesi için bile, “muradın” ne olduğunun net bir biçimde tarif edilmesine ihtiyaç var. Çünkü bugün Türkiye’de toplumsal muhalefetin “yetti artık” duygusu etrafında zaman zaman kabaran tepkisi ile bu tepkinin mevcut durumda kurumsal temsil imkânını elinde bulunduran Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki güvensiz ilişkinin seyri, ülkenin yakın geleceğini belirleyecek temel dinamiği oluşturuyor. Üstelik bu temsil ilişkisinin, siyasetin ani yön değişikliklerine açık doğası gereği, hesapsız bir hızla başka aktörlerle –hatta radikal-sol ve sağ sektörlerle– doldurulabileceğini de göz ardı edemeyiz. Tam da bu nedenle CHP’nin toplumsal muhalefetle kuracağı bağın niteliği kader tayin edici bir önem taşıyor. Ne var ki devlet, CHP’yi baskı altında tutarak yalnızca bu ilişkiyi zehirlemekle kalmıyor; aynı zamanda kendi hegemonya yenilenme kapasitesini de giderek daraltıyor. Devlet hiç olmadığı kadar daha fazla insanın devleti olmaktan çıkıyor. Milyonlarca zihin, ülkeden koparılıyor… Kürt coğrafyası gibi bütün Türkiye coğrafyası da –tehlikeye işaret maksadıyla mübalağa ediyorum– şimdiki zamanın uğultusunda kaybolmuş; bedeni burada, aklı çoktan başka yere savrulmuş fragmante bireylerin ve “devletsiz halklar”ın zoraki bir aradalığının kurumsal kabuğuna dönüşmüş durumda.

Erdoğan’ın ne yapmaya çalıştığı aslında açık: Kendini, bugünün siyasal momenti içinde, aslî kurucu iktidar konumuna yerleştirmeye uğraşıyor. Bu girişimin, kimi yorumcularca “devletin kendisi hâline gelme” arzusu olarak okunduğunu; kimilerince ise devletle belli bir uzlaşı içinde yürütülen daha temkinli bir kurucu hamle olarak değerlendirildiğini biliyoruz. Ancak iki yorumun ortaklaştığı nokta şu: Kürt toplumsallığının belli oranlarda içerilmesiyle genişleyecek bir kitle tabanı, Erdoğan’a ömrünün sonuna dek sürecek bir başkanlığı armağan edebilir ve/veya halefini seçme imtiyazını verebilir.

Bilindiği gibi kurucu iktidar, Türkçe hukuk yazınında aslî ve talî olarak ikiye ayrılır. Aslî kurucu iktidar, yeni bir anayasa yapan; talî kurucu iktidar ise var olan anayasayı değiştiren, ne var ki yine de onun sınırları içinde hareket eden güçtür. Dolayısıyla talî konumda olan bir iktidarın kendini güvende hissetmesi, gerçek toplumsal ilişkileri yeniden bağlayıcı bir metinle (yani yeni bir anayasa ile) dondurmasına bağlıdır. Erdoğan’ın arzusu tam da budur. Fakat bu arzu, kendi niyetlendiği biçimiyle gerçekleşse bile, ortaya çıkan rejimin tarihin en kısa ömürlü düzenlerinden biri olma ihtimali yüksektir.

Bunun nedeni basittir: Parti ile dar çıkar kliklerinin ve bunlarla özdeşleştirilmiş devlet aygıtının bir ve aynı şey olarak sunulması, Türkiye’nin mevcut sosyo-kültürel bölünmesinde ve uluslararası kapitalizmin yeniden yapılanma koşulları içinde tüm siyasi ve siyaset dışı aktörlerin manevra kabiliyetini neredeyse sıfırlar. Başka bir ifadeyle, devlet ile klikler arasındaki bu eşitleme, Türkiye’nin tanımlı bir yön doğrultusunda tutarlı hareket kapasitesini imkânsıza indirger. Bunu ister Yanis Varoufakis’in tartışmalı “tekno-feodalizm” kavramıyla, ister Kai Lindemann’ın daha yerli yerine oturan “çetelerin siyaseti” tasviriyle açıklayalım; mevcut istisna-hukuku rejimleri içindeki Türkiye, var olan sermaye ve toplum yapısıyla savrulmaya mahkûm bir aparat görünümünden çıkamayacaktır. Bu nedenle Türkiye’de, bir süredir geçici bir ortaklıkla yan yana duran iki olağanüstü hâl rejiminin (devletin olağanüstülüğü ile mafyatik sermaye birikiminin her tür regülasyonu dışlayan istisna talebi) çıkarlarının ani bir biçimde ayrışma eşiğine yaklaştığını söylemek abartı olmayacaktır. Çünkü devletin olağanüstülüğü ile mafyatik sermaye siyaseti arasındaki etkileşim, ancak devletin çözülmesi pahasına sürdürülebilir. Bir noktadan sonra kopuşun bana kaçınılmaz görünmesi tam da bu yüzden…

Demek ki devletin olağanüstülüğü yeni bir “yeni-olağan”ın yaratılması için kullanılmalı ve bunun toplumsal temsili hızla yeniden bina edilmelidir. (AKP’nin, MHP desteğiyle bile olsa bunu becerebilme, taşıyabilme kapasitesini çoktan yitirdiğini sanırım herkes görüyor, söylüyor. Olağanüstü hâlin refleks kabiliyetindeki dönemsel genişleme ise çoktan söndü, sadece dar-grup çıkarlarının anlık beklentileri için bir baskı ve kanunsuzluk maşası olarak çalışıyor.) Başka bir şekilde söylersek: Devletin olağanüstülüğü, yeni bir toplumsal-siyasal denge inşa edilemediğinde yalnızca çözülme üretir; fakat doğru kullanıldığında yeni bir hegemonik blok kurmanın tek imkânıdır. Bu, Gramsci’nin kriz anlarını yeni bir hegemonik düzenin kurucu eşiği olarak okuyan yaklaşımıyla da uyumludur. Dileyenler için devletin asla yekpare bir bütün olmadığını; farklı sınıf fraksiyonlarının, çıkar kliklerinin ve siyasal stratejilerin çatıştığı geçici bir ilişkiler alanı olduğunu vurgulayan Poulantzas’ın yaklaşımını da yardıma çağırabilirim: Sonuçta devletin, tüm fraksiyonlara eşit davranmasa da bir noktada oyunun kurallarının yeniden sabitlenmesi gerekir. Çünkü devletin bütünlüğü çözüldüğünde (evet, bir kurucu güç için alan açılır) velakin bu alanın tarihsel-toplumsal bir öncüsü yoksa ve şartlar olgunlaşmamışsa ortaya çıkacak olan şey, topyekûn çözülüşten ya da bir kukladan başka bir şey olmayacaktır. Özetle devletin olağanüstülüğü, çatlakların kritik eşiğe ulaştığı bu anlarda yeni bir toplumsal temsil biçimi kurulamadığı takdirde devletin kendisini çözen bir çöküş rejimine dönüşür.

Aslında içinde bulunduğumuz bu siyasal atmosferde Cumhuriyet Halk Partisi’nin eli, kendisinin düşündüğünden daha güçlü olabilir; zira CHP, Türkiye’nin ekonomik olarak taşıyıcı unsurlarını oluşturan geniş bir toplumsal tabana ve bu tabanın dağınık lakin yön arayan gençliğinin potansiyel hareket kabiliyetine yaslanabilecek az sayıdaki siyasal özneden biridir. Ne kadar daralmış olursa olsun diğerkâm sosyalist kadroları yardıma çağrıbilecek iki odaktan biridir. Cumhuriyet’in “kurtarıcı kadroları”nı (sanki yekparelermiş gibi) sahiplenmiş bir parti olarak, tarihsel hafızasında taşıdığı kurucu niteliği bambaşka bir bağlamda da olsa yeniden üstlenme imkânına sahiptir. Kürtlerin bir bölümünün AKP iktidarı aracılığıyla devlete temas eden yeni bir kanala sahip olması nasıl belirli bir “devletleşme” (devlet tarafından temellük edilme) tecrübesi yarattıysa, Alevilerin hatırı sayılır bir kesimi de CHP üzerinden benzer bir temas hattı aramaktadır. Bunun nedeni basittir: CHP’nin laiklik yorumu, seküler yurttaşlığı Sünni–muhafazakâr normlarla çatıştırmadan kurma iddiası sayesinde, Alevi toplumsallığının devlete yönelik tarihsel temkinini azaltabilecek bir siyasal alan açmaktadır. Bu, belli ki önümüzdeki dönem için ayrıca çok önemli bir avantajdır. Dahası CHP, bünyesinde tuttuğu ya da kendisiyle temas etmekten imtina etmeyen seküler-milliyetçi toplumsal tabanı, Atatürk imgesini çoğu zaman Batı-tipi tüketim alışkanlıklarına ve bir yaşam tarzına indirgeyen orta sınıf kesimlerin beklentileriyle buluşturabilir ve ilginç bir şekilde güncel, biraz seyreltilmiş ve illaki yerelleştirilmiş sol değerler etrafında bunları mobilize edebilir tek partidir. Tüm bunlar ve daha fazlası doğru bir siyasal yön ve dil bulunabildiği takdirde, umulmadık ölçüde geniş bir mobilizasyon imkânı sunar.

Ne var ki bütün bunlar, ortada duran program sorunu çözülmeden ele alınamaz. Bunu CHP kongresinde kabul edilen metne dönük bir yergi olarak değil, bir kavrayış farkı olarak ifade ediyorum: Programdan kastım, yazıya dökülmüş maddeler toplamı değildir. Program, mevcut durumun soğukkanlı bir tahlilini; gidilecek yolun hem siyasal hem kurumsal açıdan tarifini; bu tarifi taşıyacak kurumsal inşa iradesinin açıkça ilanını kapsayan bir beyanı anlatır. Bu noktada Tanıl Bora’nın “kurumkırım”[4] diye adlandırdığı süreci tersine çevirecek, ama bunu yaparken toplumsal tabanı genişletecek kapsayıcı bir yeniden-kurumsallaşma-toplumsallaşma siyasetine ihtiyaç olduğunu satır aralarında aslında sürekli vurguladım. Sonuçta bugün Türkiye’nin ihtiyacı yalnızca hükümetin el değiştirmesine değil; uzun sürecek, katman katman genişleyerek ilerleyecek bir sürekli-inşa hareketine işaret ediyor.

Peki bu sürekli-inşa, bir öncü (açık seçik, uzlaşı hâlinde bir kadro) olmadan gerçekleştirilebilir mi? Yeni anayasayı kim vücuda getirecek, cisimleştirecek, toplumla buluşturacak, bunun sahiden hiçbir önemi yok mu? Bu ve ilişkili konulara yazının ikinci kısmında yanıt arayacağım.


[1] Orhun, Oktay (23 Ağustos 2024). "Değişim: CHP ve Türkiye", Birikim, çevrimiçi yayın: https://bit.ly/Birikim-2024

[2] Bu noktada –benzerlerinde olduğu gibi– sürecin başından beri kaçak güreşen, mızıkçılık yapmaya meyilli, gelişmeleri kendisinin dışında konumlandırarak yalnzıca sonuçlar üzerine ahkam kesen, hüküm veren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aslında “büyük devir siyasetçisi” olmadığını yine (ve yeniden) söyleyebiliriz. Yıllar yıllar önce, 2015 yılında “Seçimle Birlikte: Türkiye’de Rejimin Seyri ve Geleceği” başlıklı yazımda AKP için dile getirdiklerimi ayrıca anımsatmak istiyorum. Bu alıntı Erdoğan’ın parti aparatının, böyle durumlardaki davranış kalıplarını açık ettiği için bana hâlâ anlamlı geliyor: “En başından beri AKP özelinde neoliberal iktisadın politik yansıması, bir ricat demokrasisiydi: Dönemsel politik çıkarları için ‘hak’ veren, kapitalizmin neoliberal ekonomik yeniden yapılanmasının çıkarları doğrultusunda ilk fırsatta bu hakkı geri almaya çalışan riyakâr bir söylemden ibaret olan bu demokrasi, sürekli ve kitlesel mücadeleler karşısında korkak ve saldırgan bir rejimin örtüsü olarak kendini var ediyordu.” Orhun, Oktay (9 Haziran 2015). “Seçimle Birlikte: Türkiye'de Rejimin Seyri ve Geleceği”, Birikim, çevrimiçi yayın: https://birikimdergisi.com/guncel/1218/secimle-birlikte-turkiye-de-rejimin-seyri-ve-gelecegi

[3] Orhun, Oktay (23 Ağustos 2024). "Değişim: CHP ve Türkiye", Birikim, çevrimiçi yayın: https://birikimdergisi.com/guncel/11833/degisim-chp-ve-turkiye

[4] Bora, Tanıl (15 Kasım 2023). "Kurumkırım", Birikim, çevrimiçi yayın: https://birikimdergisi.com/guncel/11833/degisim-chp-ve-turkiye