Hayvan Haklarında Etik Tutarlılık
Can Başkent’le Birikim Güncel üzerinden sürdürdüğümüz hayvan hakları ve vejetaryenizm/veganizm konulu tartışmaya daha fazla arayı açmadan kaldığımız yerden devam etmek istedim. Başkent tartışmanın son yazısında[1] hiçbirimizin vejetaryen/vegan doğmadığı olgusundan hareketle çelişkilere karşı daha hoşgörülü, topyekûncu olmayan bir tutum öneriyor. Ve fakat aynı mantıkla hiçbirimiz solcu, feminist, çevreci vs. olarak da doğmuyoruz. Dolayısıyla, Başkent’in veganizm için yaptığı “hepimiz öyle ya da böyle ‘değişmişiz’” tespiti sadece vejetaryenizm/veganizme özgü bir durum değil, neredeyse bizi biz yapan her türlü aidiyet için geçerli bir durum. Didaktik olmaktan kaçınmak, tevazu, vb. geneli itibarıyla arzulanır nitelikler ama vegan doğmadığımızdan yola çıkarak etoburluğun daha ayrıcalıklı bir tolerans hak ettiğini söylemek zor.

Vejetaryen/vegan kibrine gelince; Başkent’in aksine benim naçizane gözlemim, bu gruptaki bireylerin ofanstan çok defansta oldukları, beslenme tercihlerini hep savunma durumunda kaldıkları. Söz konusu şakada (“Birinin vegan olduğunu nasıl anlarsınız? - On dakika bekleyin, o size söyleyecektir!”) veganlığın hemen ifşa olmasının sebebi veganın bu aidiyeti kibirle reklam etmesinden ziyade çoğunlukla yemek/içmek odaklı olan sosyalleşme durumlarında hayvansal gıdaları tüketmemenin derhal göze batan ve gerekçelendirilmesi beklenen bir tercih olmasındandır. Öte yandan, kuşkusuz vejetaryenliği/veganlığı bir marjinallik ya da elitizm göstereni olarak başkalarının gözüne sokmaya çalışanlar da yok değil. Ve fakat çok daha sıklıkla karşılaşılan durum hayvansal gıdaları tüketmeme tercihini o tercihi yadırgayan çoğunluğa “mazur” gösterme çabası.

Gelelim etik tutarlılık hususuna. Başkent, hayvanların kendi haklarını savunma eyleyiciliğinden yoksun olması kaynaklı mağduriyetten hareketle bizi daha pragmatist bir mikro siyasete, daha kucaklayıcı ittifaklara açık olmaya davet ediyor. Zira hayvanların uğradığı akıl almaz zulüm düşünüldüğünde bu tür müttefiklere, yeterince tutarlı olmadıkları sebebiyle (örneğin, et tükettikleri halde Adalar’daki faytonlara karşı eyleme katıldıkları için) burun kıvırma lüksümüz yok.

Yanlış anlaşılma ihtimaline karşın belirtmek isterim ki zaten ben de etik tutarlılıktan ödün verilmemesini savunuyor değilim. Bunun imkânsızlığını, beyhudeliğini önceki yazılarda teslim etmiştim. Ne var ki pirüpak bir etik tutarlılığın imkânsızlığı insanları çelişkileriyle yüzleştirmenin her daim yanlış bir yaklaşım olduğu anlamına gelmiyor. Hayvan haklarına dair toplumsal duyarlılığı artırmanın yollarından önemli bir tanesi, hayvanların bir altkümesine sevgi, şefkat duyan insanları o sevgi, şefkatin sınırlarının keyfiyetini sorgulamaya zorlamak. Evet, bu yüzleşme çoğu zaman bir sonuç almayabilir. Hatta kimi zaman geri dahi tepebilir; çelişkileriyle yüzleştirilen insan kendini bildi bileli doğal saydığı beslenme alışkanlıklarından vazgeçmemekle kalmayıp o alışkanlıkları eleştiren “ahlâkçılara” karşı etobur kimliğini daha da sahiplenebilir. Şakalara bir örnek de etobur kimliğini sahiplenenlerden verelim: “Vejetaryen Kızılderililerin kötü avcılara verdiği addır.”

Ve fakat insanları vejetaryenizme/veganizme kazandırma mücadelesini bu tür yüzleştirmeler olmaksızın sürdürmek mümkün değil. Pedagojik olmak önemli, tabii ki ama insanları soğutma kaygısıyla yüzleştirmelerden kaçınmak hayvan haklarına yarardan çok zarar getirmez mi?



Bu yazı vesilesiyle hayvan haklarına dair Türkiye için emsal teşkil etmesini umduğum Kanada’dan bir gelişmeye değinmek isterim. Ontario eyaletinin İnsan Hakları Komisyonu vatandaşların kamu hizmetlerine ya da barınma ve iş imkânlarına erişiminde ırk, yaş, cinsiyet, cinsel yönelim ve inanç odaklı ayrımcılığa uğramalarını önleyici düzenlemeleri yapan bir kurum. Bu Komisyon 2011’de “inanç” kapsamına giren hakların, dinî özgürlüklerin yanı sıra seküler değerleri de kapsayacak şekilde geniş tanımlanıp tanımlanamayacağını tartışmaya açtı. Süreç içerisinde Hayvanlara Adalet Temsilcileri hayvan haklarına saygının da yasal açıdan bir inanç muamelesi görmesi gerektiğine yetkilileri ikna ettiler.[2] Bu sadece sembolik bir başarı değil; yeni düzenlemenin getirdiği somut kazanımlara örnekler şöyle:

o Hastanede kalan vejetaryen/vegan hastalara diyetlerine uygun yemek verilmesi
o Denek hayvanlarını canlı canlı kesmeyi reddeden biyoloji öğrencilerine muafiyet sağlanması
o İşverenlerin, içinde kürk, deri gibi hayvan ürünleri barındıran üniformaları çalışanlara dayatamaması

Yeni düzenleme yukarıdaki ve benzeri haklarının ihlal edildiğini düşünen Ontario eyaleti vatandaşlarına hak aramak için yasal bir yolun önünü açıyor. Darısı Türkiye’nin başına.



Bu yazıyı yazarken onu okuyacak olanlar arasından Türkiye’de ve dünyanın geri kalanında bunca mesele varken hayvan haklarına dair dertlenmek, yazmak düpedüz abesle iştigal diye düşünenler çıkar mı diye aklımdan geçmedi değil. Zira birkaç sene öncesine kadar ben de onlardan biriydim. Ve fakat son zamanlarda iyice ayırdına vardım ki hayvan haklarına dair yazmak, çizmek, örgütlenmek, vs. önemli —hem bu mesele aciliyetinden hiçbir şey yitirmediği ve hatta her geçen gün daha vahim bir hal aldığı için hem de hayvanlara reva gördüğümüz muamele de insanların birbirine ettiklerinin bir yansıması olduğu için. Zira “Ben hayvan mıyım?” diye isyan eden insanın yakarışında iç içe geçmiş iki haksızlık saklı.
[1] Tartışmanın ilk “raund”unun linklerine o yazıdaki dipnotlardan ulaşılabilir.

[2] http://www.huffingtonpost.ca/camille-labchuk/veganism-ontario-human-right_b_8950052.html