Evvelinde şununla başlayalım. Her türlü karşıtlıkta/savunuda olduğu gibi, veganlıkta da savaş karşıtlığında da mukaddimemiz, hareketimiz sayesinde doğacak sonuçlar değil, bizi bu harekete meylettiren sebeplerimizdir. Yani Tezcan’ın belirttiği gibi “Hayvan özgürlüğü veya tahakküm karşıtı olmak teorik bir gerekçe, veganlık ise pratik bir sonuçtur.”[2]Aynı saikla savaş karşıtlığının da tahakküm karşıtlığından türediğini bilmek hareket noktamız olacak.
İhtiyaç?
“Devlet neden terörle mücadele ediyor?” ile “neden et yememiz gerekiyor?” sorularının cevap ortaklığı tüm sömürü ilişkilerimizi “ben”in refahında temize çeken, lüksümüzü “ihtiyaç” üzerinden “gereklilik” güzellemesiyle şevklendiren, milli değerlerimizle etiğimiz arasındaki boşlukları iktidarla dolduran gizli çıkmazlarımızdır.
Devlet, esasında kendi varlığını idame ettirebilmek için yarattığı “milli değerlerin” tehlikede olduğu iddiasıyla kendine bir savunma görevi atfeder. Protein ihtiyacı mevzusunda da ancak hayvansal gıdadan karşılanabileceği malumatıyla donanmış bir protein ihtiyacı ve bu ihtiyacın hayvan katliamına icazeti söz konusudur. Bu nedenle protein ihtiyacında asıl sorunumuz bu ihtiyacın sebzelerden karşılanıp karşılanamayacağı değil; protein ihtiyacımızın tüm güç ilişkilerimizi işletmesine beis görmeyen iktidar sevdamız, konfor seviciliğimiz, sömürü tertibi bağımlılığımızla ilişkimiz olmalıdır. Asıl sorumuz Nizam’ın yazısında sorduğu gibi “Velev ki sağlığımız bozuluyor, o zaman yine de hayvan katliamına ve sömürüsüne karşı çıkmayacak mıyız? Sağlık denilen şey bir bedenin varlığının her şeye rağmen ve diğer her şeyden daha üstün tutularak kendini yaşatması demek midir?[3] olmalıdır. Savaşa uyarlayıp tekrar soralım: Velev ki devletin “milli ve manevi değerleri” tehlikede, o zaman insan katliamına karşı çıkmayacak mıyız? Devletin bekası denilen şey bir devletin varlığının her şeye rağmen ve diğer her şeyden üstün tutularak kendini yaşatması demek midir?
Mantık Ortaklığı
İktidar ve sömürgeci mantıkta sömürülen şey, olduğu şeyden başka bir şeye dönüşmeden, fakat sınırları ve kapsamı iktidarca belirlenebilecek bir şey haline getirilerek işlenir. Deleuze’ün “denetim toplumu” için verdiği otoyol göstergesinden yola çıkacak olursak[4], otoyollarda herkes gitmek istediği yere gitmekte özgürdür. Oysa otoyolun biçimi, kuralları daha sürücüler yola çıkmadan sabitlenir. İstediğimiz yere gitmekte özgür bırakılırız. Fakat yolu kurulmuş tüm kurallarıyla takip etmek zorunda bırakılırız. Yani özgürlüğümüz ile bu özgürlüğe uygulanan tahakküm arasındaki sınırlar muğlaklaşmıştır. Bu sınırlar, istediğinizi yapma özgürlüğü ile kapitalizmin hükümranlığına zarar verecek edim arasında, iktidarın keyfiyetine göre kurulur. Dolayısıyla, moda olunca deri yerine plastik bir bot giymenizde, ihtiyacınız olmadığında dahi vegan marketlerden bol bol alışverişte bulunmanızda veya bir vatandaş olarak her istediğinizi yapmanızda bir sakınca yoktur. Özgürlük talebiniz iktisadi, siyasi, kültürel tahakkümün sınırlarını zorlayıncaya dek...
Diğer bir örnek de sömürülmek istenen şeyin tanımlanma farklılığının sömürü meşruiyetine yaptığı katkıya dair. Barca[5] ve Aydın[6] makalelerinde, devletlerin kendi halklarına yönelttikleri savaşlara “savaş” yerine “terörle mücadele” demeyi yeğlediklerini belirtir. Nitekim “savaş” başı ve sonu olan bir şey iken, “mücadele” uzun erimli olması sebebiyle iktidara daha geniş bir alan sağlar. Tüketim zincirimiz de et tüketiminde “kuzu bacağı” yerine “kuzu budu” demeyi, “at çekici” yerine “fayton” tanımını uygun görür. Zira bu ifadeleme ile eylemin “meşru” olduğunun ve egemen bir birey/devlet tarafından öldürmenin/yemenin/tecavüz etmenin vb. “naiflikle/kurallarına uygun” gerçekleştiğinin altı çizilip temize çekilmiş konumlar netleştirilir. Bu konumlandırmanın “nesne” üzerindeki sonucu kapitalist ve modernist bir akıldan türer: Karşısında olunan şeyi kutuplu bir ikili seçenekler minvalinde netleştirmek. Savaşılanlar “kötü”, savaşan devlet “iyi”dir; savaşta öldürülenlerin skoru sivil-asker muhasebesi üzerinden tutulur; etoburlukta da yenilen şey canlıları sevilen (kedi, köpek)-sömürülebilecek olan (inek, kuzu) olarak ikiye ayırıp iktidarına coşkunlukla müsaade verir.
Sömürüde Nesne
E. Canetti’nin belirttiği gibi savaşta insanlar “kitleleştirerek” öldürülür. Son zamanlarda çokça tekerrür edilen anlatımla belirtelim. Kitleleştiğiniz oranda görünmezleşiriz. Balıkların da, böceklerin de, toplu katliamlarda ölenlerin de sömürü hiyerarşisinin en yukarısında olmalarının sebeplerinden biri budur. Ölüler, kitleleştikçe “etkisiz hale getirilen” “leş”lere dönüşür. “Leş”, savaş dilinde insanı hayvanlaştırararak değersizleştirmektir. Hayvan kategorisine aldığınız şeye işkence etmeniz, gömmemeniz, bir insanın ölüsüne yaptığınız hukuksuz eylemler kadar “insanlık dışı” değildir zira.
İnsan merkezciliğini erillikle evlendirmiş savaş aklının nesnesi üzerindeki bir diğer edimi de savaş mantığının, savaş karşıtı izleyiciler tarafından “akıl ve ahlâkdışı” ilan edilmesidir. Savaştaki katliam akıldışıdır, kadınlara/sokak köpeklerine tecavüz edenler sapıktır, mezbahalarda hunharca koyun kesenler canidir. Bu şiddet dolu eylemler bizim asla dönüşemeyeceğimiz kadar, topluma mündemiç olmayacak kadar dışımızdadır. Oysa savaşın da tecavüzün de uygulayıcısından ve uygulandığı toplumdan kuvvet alan bir aklı, gücü ve ahlâkı vardır. Özetleyerek soralım: Hayvanlardan fayda sağlanmasındaki etik dışılıkta, hunharlıkta hiç mi payımız yok?
Bitirirken
Güç ve bu güçten türeyen şiddetimiz artık gizlenemez ölçütlerde. Doğada aslanın ceylanı, arenada devletin insanı “yiyor” olmasındaki suç ortaklığımız ancak bugünün politikasında açık edilebilir. Marketlerimizden masalarımıza sadece hayvan sömürüsüyle değil, bin bir sömürüyle gelen hayvanlardan nemalanmamız bir gereklilik mi gerçekten? Söylenegeldiği üzere insanın, her türlü sömürü durumunu meşrulaştırırken yaslandığı kadar kötülüğe eğilimi var mı? Gülnur Elçik buradaki eğilimin kimyasını şöyle tespit ediyor:
“Bu durumda İddiamız; Doğadan ürettikleriyle doğal olmayan birikim, yatırım gibi yollara başvuran insanın bu ‘fiktif metaların’ üretimi için insan doğasının iyiliğe olan eğiliminden daha fazla ‘kötülüğe olan eğilimini’ seçtiğidir. Bu geçiş süreci insan doğasının da bu çıkar süreçlerine göre değerlendirilmesi sonucunu doğurmuştur. İnsan kötü bir Eylem için bile iyilikle güdülenir. ‘Yaşasın kötülük, yaşasın şiddet’ nidalarıyla değil; ‘adalet için insan öldürmek!’”[7]
Geri kalanını biz ekleyelim: Protein için hayvan öldürmek yahut devletin derdine deva için terörist öldürmek.
Gelin siz bu yazıyı birçok veganlık yazısına verilen cevaplarda olduğu gibi “bunlar da abartıyor, ne alakası var”a bulaşmadan ve fakat yine de her daim tetikte durarak okuyun. Hasan Ali Toptaş diyor ya “İnsanların aynı şeylere baka baka artık kör olduklarını düşünürüm bazen,”[8] diye. Ben de bu sefer tüm sömürü ilişkilerinin birbiriyle bağlantısını açık etmek adına gözümüze ve gördüğümüze kuşkuyla bakmamızı öneriyorum ve soruyorum. Kendimize karşı yeterince içten miyiz?
[1] Veganlık, bizatihi hayvandan (et, süt, deri, ipek vb.) yahut hayvan emeğinden (fayton, bal yapımı vb.) faydalanılmasına icazet veren tüm iktidar, yetke ve sömürü ilişkilerinin karşısında yer almayı ve/veya aynı zamanda hayvanları özgürlüğe götürecek eylem biçimlerini savunur.
[2] Tezcan, Güray. “Veganların Tüketim Kültürü İle İmtihanı”, 12 Ocak 2014, (Çevirimiçi). http://www.evrensel.net/haber/76163/veganlarin-tuketim-kulturu-ile-imtihani
[3] Nizam, “Türler Arası Eşitlik İçin, Duygulanım Ortaklığı ve Vegan Hareket”, 4 Haziran 2014, (Çevirimiçi). http://www.dunyaninyerlileri.com/322/
[4] Başaran, Barış. Gilles Deleuze'de Toplum ve Denetim, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2005.
[5] Barca, Emre. “Terör, Savaş ve Egemenlik”, Birikim Güncel, 1 Nisan 2012, (Çevirimiçi). http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/610/teror-savas-ve-egemenlik#.VuVnGYx97Nx
[6] Akkoç, Derviş Aydın. “Savaş mı?”, Birikim Haftalık, 21 Şubat 2016, (Çevirimiçi). http://www.birikimdergisi.com/haftalik/7530/savas-mi#.VuVlOIx97Nw
[7] Elçik, Gülnur. “Savaşın Mayası mı Zehiri Mi?”, Ekoloji Dergisi, sayı 6, Yaz 2007, s.51-52.
[8] Toptaş, Hasan Ali. Kayıp Hayaller Kitabı, İstanbul, Doğan Kitap, 2006.