8 milyonluk nüfusuyla küçük bir Orta Amerika ülkesi olan Honduras, çevre ve insan hakları savunuculuğunun önündeki güçlükleri apaçık göstermesi bakımından dünyaya önemli bir örnek sunuyor. Amerika Birleşik Devletleri’ne olan coğrafi yakınlığı ve modern dünyanın ilk sömürge ülkelerinden biri olarak Batı “uygarlığıyla” kurduğu yakın ilişki, Honduraslıların Batı jeokültürünü tanımasını, bu çerçevede de çevre ve insan haklarına aşinalığını beraberinde getirdi. Bununla birlikte “az gelişmiş” dünyanın bir parçası olarak, hak taleplerinin maliyetini başka ülkelere yükleme yeteneği olmayan Honduras hükümetleriyse, karşılayamadığı talepleri, şiddetin en ilkel örneklerini sergileyerek bastırma yolunu seçti. Bu nedenle insan hakları hareketlerinin oldukça yaygın olduğu ülke, bir yandan da hak savunucularına yönelik cinayet ve tehditler açısından dünyanın en tehlikeli bölgelerinden biri olarak biliniyor.
Nitekim mart başında, dünyaca tanınan bir çevre ve insan hakları savunucusu olan Berta Cáceres, evine giren kişilerin silahlı saldırısı sonucu hayatını kaybetti. Cáceres, Honduras nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan yerli halklardan Lenca topluluğuna mensuptu. 2013’te Lenca topraklarında ve bu halk tarafından kutsal kabul edilen Gualcarque Nehri üzerinde yapılacak devasa bir baraj projesinin inşaatı başlayınca, Cáceres öncülüğünde örgütlenen Lenca halkı büyük bir direniş başlatmıştı. Ancak muhatapları, Honduras’ın darbe yönetiminin ve Dünya Bankası’nın desteğini almış, Honduras şirketi Desarrollos Energéticos S.A.’yı kendisine ortak edinmiş, Çin menşeli ulusaşırı bir şirket olan Sinohydro’ydu. Dolayısıyla Türkiye’den de tanıdık olduğumuz gibi, inşaatı engellemek isteyen yerli halk, karşısında ilgili şirketlerin güvenlik görevlilerinin yanı sıra Honduras polisi ve askerini buldu. Pek çok insanın yaralandığı, gözaltına alındığı ve bir kişinin de asker kurşunuyla hayatını kaybettiği protestolar sürerken, Berta Cáceres de defalarca tutuklanmış ve tehditlere maruz kalmıştı. Nihayet 3 Mart’ta evine giren kimliği belirsiz kişilerce öldürüldü. Hükümetse olayın hemen ardından bunun, bir hırsızlık vakası olduğunu açıklayarak olayın örtbas edileceğinin ilk işaretini verdi.
Buna karşılık yerli halkların haklarıyla ilgilenen BM Özel Raportörü Victoria Tauli-Corpuz ve insan hakları savunucularının durumuyla ilgilenen BM Özel Raportörü Michel Forst, çok fazla tehdit aldığı için Amerikalılar Arası İnsan Hakları Komisyonu’nun, Honduras hükümetini Cáceres’in korunması yönünde tedbir almaya davet ettiğini, ancak hükümetin bunu yerine getirmediğini hatırlattı.
Berta Cáceres’in, hayatına mal olan mücadelesi, insan hakları savunucuları açısından umut verici ve cesaret kırıcı olma özelliğini aynı anda taşıyor. Ama bütün bunlar bir yana, hak savunuculuğunun yeniden düşünülmesi için çıkarılacak derslerle dolu.
II. Dünya Savaşı sonrasında yeniden düzenlenen devletlerarası sistemin bir parçası olarak insan hakları, Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’nin yayımlandığı 1948’de vücuda geldi. Bu çerçevede, dünya sisteminden kaynaklanan eşitsizliklerle, bu eşitsizliklere karşı geliştirilen hak talepleri arasındaki dengeyi kurma ve bu yolla eşitsizlikçi yapısına rağmen sistem için gereken rızayı elde etme işlevini görüyor. İnsan hakları, haksızlığa uğradığını düşünen sıradan insanlara, bu hissi gidermek için başvurabilecekleri bir merci (BM, Avrupa Konseyi, ulusal anayasa mahkemeleri vb.) olduğu güvencesini vermekte. Böylelikle eşitsizliğin kaynağında duran ayrıcalıklı kesimlerin (küresel şirketler), sıradan insanlar açısından kabul edilebilir olmayan faaliyetleri, bir aracı/hakem rolündeki devletler ve devletlerarası örgütler sayesinde kontrol altında tutulur görünebiliyor ve sıradan insanlar açısından kabul edilebilirlik eşiğine çekilebiliyor.
Berta Cáceres’in mücadelesi, hem BM’nin hem de Amerikalılar Arası İnsan Hakları Konseyi’nin desteğini almıştı. Ancak BM özel raportörlerinin değerli çabaları ve hak mücadelelerini şüphesiz gönülden desteklemeleri, hatta belki kendilerini insan haklarının gerçekleştirilmesine adamış olmaları, tam da faaliyetlerini devletlerarası sistem mantığıyla çalışan bir kurumun çatısı altında yürüttükleri için amacına ulaşamıyor. Üstelik sıradan insanlar için bir başvuru merci olduğu yanılgısını da pekiştiriyor. Bu nedenle çıkarılacak derslerden ilki, hak savunuculuğunun devletlerarası örgütler nezdinde yapılmasının etkilerinin sorgulanması gerektiği.
Aynı şekilde insan hakları aktivistleri ve hak temelli sivil toplum kuruluşları açısından, BM uzmanlık örgütleri ve Avrupa Birliği gibi kurumlardan alınan desteğin, yapılan çalışmayı “kurumsallık/profesyonellik” statüsüne taşıdığı ve bir prestij göstergesi olduğu ortada. Hakları devletlere karşı savunmak için gereken mali kaynağın da yine AB, BM ve ulusal hükümetlerde aranması ve bu kurumlara proje sunma yarışına girilmesi yaygın bir uygulama haline geldi.
Üstelik aynı alanda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları bu proje yarışında birbirini küçümseyen rekabetçi bir tutum sergilemekte. Projelerin kabul edilmesi teknik bir iş haline gelmiş durumda. “Farkındalık yaratmak”, “sürdürülebilirlik sağlamak”, “entegre etmek” ifadeleri, anlamı unutulan proje kalıpları haline geldi. Hepsinden öte, insan haklarının eğitime şartlanmasıyla, haksızlıkların nedeni hakların bilinmemesine indirgeniyor.
İnsan hakları savunuculuğu, karşılaşılan haksızlıklara karşı insani bir refleksle sarılınan bir çıkış yolu olarak önümüzde durmakta. Ancak bu yola girmeden önce, kendilerine karşı savunduğumuz hakları neden devletlerin elimize tutuşturduğu ve işe yaramadığı defalarca kanıtlanmış olan araçlarla savunmaya çalıştığımızı, en azından Berta Cáceres için kendimize sormamız gerekiyor.