Modern Zaman Vahiyleri İçin Prolegomena

Panama belgeleri, tıpkı çağımızın diğer bütün büyük vahiyleri, medya skandalları, insanları bir müddet üzerlerine düşünmeye iten sosyopolitik felaketleri gibi, her şeyden çok belki de Heidegger’in vahiy (Offenbarung) ve ortaya-çıkabilirlik (Offenbarkeit) arasında yaptığı ayrımı, ikisi arasındaki geçişlilikleri, hangisinin hangisini öncelediğini ya da mümkün kıldığını, kronoloji ve ontoloji arasında bir çıkmazı düşünmeyi mecbur bırakıyor. Hıristiyan vahisine inanmasa dahi Heidegger gibi bir düşünür kutsal olandan yeni vahiylerin gelebilme ihtimalini neredeyse bir din adamı kadar ciddiye alıyordu, ancak hiç şüphesiz onun vahiylerini bir Tanrı değil, şairler gönderecekti. Böylece, ortaya-çıkabilirliğin her zaman vahyi öncelediği, onun gerçekleşebilmesi için gerekli koşulları hazırladığı ve mümkün kıldığından, zaten orada-olması gerektiğinden bahsedilebiliyordu; ortaya-çıkabilirliğin ifade ettiği tarihselliği düşünmenin mecburiyetiydi. Geleneksel din tarihçileri ise tersi bir şekilde, ancak şüphesiz tamamen ayrı bir bağlam içerisinde, vahyinin önceliğine işaret ederler; bir vahyinin ortaya-çıkabilirliğinden bahsedebilmek adına önce vahyinin meydana gelişini göz önünde bulundurmak gerekir. Dolayısıyla, şeytani bir ikilik olduğu söylenebilecek Offenbarung ve Offenbarkeit arasındaki ayrımlar ve bir o kadar da geçişlilikler hakkında konuşmak düzenlenebilir kronolojik bir sıralamadan ziyade inancın nasıl mümkün kılındığına ilişkin bir soruşturmayı da gerekli kılar.

Bir olay ya da toplumsal deneyim olarak inancı, dizlerimin üstüne çöküp bir anda dua etmeye başlamamı imkânlı hale getiren bir vahiyden ya da bir vahyinin ortaya-çıkabilme ihtimallerinden ziyade, aynı anda iki tarafa doğru çekilme deneyimidir. Burada bir müzakere mevzubahistir. Asla tükenmeyecek iki gücün hesaplanamazlığı arasında sıkışıp kalmak; ortaya-çıkabilirlik bir ilk bakışta hesaplanabilir bir surete sahipmiş gibi görünebilir fakat vahiy, öngörülemezdir. Bir dağın başında da vuku bulabilir, bir şairde de, sızdırılan birkaç belgede de. Vahiy, yalnızca bir ortaya-çıkabilirlik alanının, bir ihtimaller silsilesinin ya da imkânlar dünyasının içerisine düşüvermekle kalmaz; fakat bu alanı ya da dünyayı bizatihi yaratır da. Her olay kendi olabilirlik koşullarını, farklılaşma çizgilerini, ortaya-çıkabilirlik imkânlarını kendi meydana koyar. Hatta olayın ortaya çıkarttığı tam olarak budur: kendi ortaya-çıkabilirlikleri, kendi imkânlılık alanı –Mallermé, “Hiçbir şey meydana gelmeyecektir, meydandan başka” (“Rien n’aura eu lieu que le lieu”) diye yazmıştı Coup de dés’nin sonlarına doğru. Vahiy gibi bir olay bu yüzden Tanrı’yı ortaya çıkarmaz; Tanrı’nın ortaya-çıkabilirliğini ortaya çıkartır. O halde, vahiy/olay ve ortaya-çıkabilirlik arasındaki ilişki Heidegger’in ya da din tarihçilerinin düşünmeye çalıştığının aksine kalın çizgilerle çizilmiş bir ayrımla belirlenen bir öncüllük/ardıllık ilişkisi olmaktan uzaktadır. Daha ziyade, bir çıkmaz, bir aproia etrafından dönüp durur bu ikisi ve bundan dolayı, söz konusu olan öncülü olma ya da arkasından gelmenin aksine, tekrarlanabilirliktir (itérabilité); farkta temellenen ve farklılaşmalara, başkalaşımlara doğru yol alan bir tekrar hareketidir: Vahiy, her şeyden öte, bir tekrar, bir alıntıdır; Mesih, metinlerinde bağlam-dışından alıntılar yapan bir yazardır ve tıpkı her yazar gibi, özgün değildir.

O halde, Heidegger’in vahiy ve ortaya-çıkabilirlik arasında gittiği ayrımın yalnızca bir olayın ertesinde tartışma konusu haline gelebildiğinden bahsedilebilir; eğer, olayın öngörülemezliğini, hesaplanamazlığını bir imkân ya da yeni bir imkânlılık alanının yaratımı dahilinde bırakmak ve dogmatik bir inancın peşinden sürüklenmek istemiyorsak yapılması gereken bu ayrımı bütünüyle reddetmek değil kuşkusuz, ancak ona ikincil bir konum atfetmektir. Adlandırmak gerekirse “Mesihçilik olmadan Mesihçi bir gücü” imkânlı kılan kavrayışının izini sürmektir bu ya da “dinsiz bir dinin” –Mesihçilik (messianisme) ve Mesihçi güç (messianique) arasındaki ayrım herhalde vahiy ve ortaya-çıkabilirlik arasındaki kadar kıvrımlarla bezelidir. Tarihsel Mesihler ve onlara olan inanç ve bağlılık, öngörülemeyen bir geleceği hesaplamaya, planlamaya, örgütlemeye bir atıfta bulunurken Mesihçi gücün imlediği hiçbir zaman ona atfettiğimiz anlam ufuklarınca kavranamayacak, önceden görülemeyecek ya da kestirilemeyecek bir geleceğe açıklıktır. Blanchot’nun Felaket Yazını’nda sözünü ettiği Mesihçilik bir örneği olarak kabul edilebilir bunun: Roma’nın kapıları önünde cüzamlılar ve dilencilerle beraber oturmaktadır Mesih ve onu tanıyan biri geçerken sorar: “Ne zaman geleceksin?”[1] Sorunun kastettiği Mesih’in mevcudiyeti ile gelişi arasında kökten bir ayrımın olduğudur; ontik hesaplamalarla kestirilemez Mesih’in varlığı: geçmiş ve gelecek gibi verili zamansal kategoriler aracılığıyla kararlaştırılamaz. Yahudiler için her saniye Mesih’in doğrudan girebileceği bir kapıydı. Mesih’in gelişi kanlı canlı yakalanabilseydi, tarihsel zaman içerisinde konumlandırılabilseydi, sözgelimi bir video kamerayla kaydedilebilseydi bu gerçekten bir felaket olurdu; çünkü Mesihçi gücün böyle bir kavranışı umudun, arzunun, vaadin, beklentinin, kısacası geleceğin açık yapısının kapatılması anlamına gelir.[2] Zamanının çivisini çıkartır Mesihçi güç; yeni bir zamansallık düzlemini, yeni bir ortaya-çıkabilirlik alanını tanıtır: Bir adalet vaadiyle çıkagelir, bu yasal düzenlemeler ekonomisinin asla kapsayamayacağı imkânsız bir adalettir; ancak adaletin bu imkânsızlığı tam da Mesihçi gücün bir imkânınıdır.

Vardığımız noktada, günümüzün vahiyleri herhangi bir ortaya-çıkartma ediminden aciz gibidirler. Gerçekten de, Slavoj Zizek’in de vurguladığı üzere[3], Panama belgelerinde ya da WikiLeaks’in ortaya döktüğü sayısız belgede ya da Snowden’ın, Manning’in ifşa ettiklerinde hayret etmeyi gerektiren bir nüvenin dahi bulunduğundan bahsetmek oldukça güçtür. Belki de asıl hayret etmeyi gerektiren insanların bu denli şaşkınlığıdır. Bu belgeler, zaten hepimizin gayet iyi bildiği şeyleri detaylarla yükümlendirirler yalnızca ve bu açıdan bilhassa, neredeyse pornografik bir nitelik taşırlar. Gündelik hayatta yüksek sesle söylenemeyen huzur kaçırıcı vakaların olabildiğince detaylandırılmasıdırlar. Yeni bir imkânlılıklar dünyası tanıtmanın, düşünceyi mümkün kılan, neyin düşünülebileceği neyin düşünülemeyeceğini belirleyen koordinasyonların eşiğinde bir başkalaşım meydana gelmesinin uzağında kalır gibidirler. Ancak bu demek değildir ki toplumsal hayattaki hareketlenmeler dinlerin geleneksel tarihini izlemek mecburiyetinde olsun; Panama belgelerinin medyaya sıklıkla “vahiy” olarak anılmasının önemi yalnızca bu belgelerin yaratabileceği değişim potansiyeli ile birlikte düşünülebilir. Bir olay yalnızca meydana geldikten sonra ona inanmayı sürdürenler sayesinde yarattığı etkinlik alanını koruyabilir; olay, tıpkı bir bağış ya da hediye söz konusuyken olduğu gibi, hiçbir zaman olay olarak bilinemez ya da addedilemez. Böyle bir olayınsa kendisi değil, ancak imkânları ya da ortaya-çıkabilirlikleri üzerine düşünmek gerekir; bir öteki olarak geleceğin bütün açıklığını/ortaya-çıkabilirliğini olumlamaya çalışmak. Belki o zaman kapitalizmin bitmek bilmeyen çöküşlerinden, ne kadar bozuk bir makine olduğundan değil - farklı tarihsel dönemlerde kapitalizm üzerine yazan neredeyse her büyük düşünür, onun ya nihai aşamasında ya da çökmekte olduğunu yazmıştır-, çökme imkânlarından ve bu imkânlar arasından tezahür edebilecek bir etkinlik alanından, bir tekillikler evreninden, bir adalet vaadinden bahsedilebilir.
[1] Maurice Blanchot, L’Ecriture du désastre, Paris: Gallimard, 1980, s. 214.

[2] John Caputo, Deconstruction in a Nutshell: A Conversation with Jacques Derrida, New York: Fordham University Press, 1997, s. 163.

[3] Slavoj Zizek, “Explaining the Panama Papers or why does a dog lick himself?” http://europe.newsweek.com/panama-papers-dogs-themselves-north-korea-vladimir-putin-444791?utm_source=social&utm_medium=twitter&utm_campaign=%2Fpanama-papers-dogs-themselves-north-korea-vladimir-putin-444791%3Frx%3Deu (Erişim Tarihi: 12 Nisan 2016).