İspanya İç Savaşı’na Giden Yol

İspanya bundan seksen yıl önce uzun ve kanlı bir iç savaşa çekildi. 17 Temmuz günü Melillaʼda, İspanya’nın Kuzey Afrika sömürgesi olan Fas’ın bu liman şehrinde başlayan askerî darbe ertesi gün yarımadaya sıçradı. Ülkenin Madrid, Barcelona, Valencia gibi başlıca kentlerinde darbe püskürtülürken, üçte birlik kesiminde amacına ulaştı ve bunun sonucunda İspanya tarihe ilk büyük uluslararası iç savaş ve II. Dünya Savaşı’nın provası olarak geçecek bir iç savaşa sahne oldu.

Darbe zahiri açıdan bizdeki 27 Mayıs’a benziyordu, ordunun kurmay kademesinin önemli bir kesimi darbeye katılmamıştı, Fas’ta alt kademe subaylar öne çıkmıştı ve ordunun radyodaki bildirisinde “kardeşlik, özgürlük ve eşitlik” gibi popülist öğeler yok değildi. Fakat bu veriler tek başına hiçbir anlam taşımıyordu, özellikle de son birkaç ayda ve dahası beş yılda yaşanan gelişmeler dikkate alındığında.

Gerçekten de, neden Avrupa’da II. Dünya Savaşı öncesi son provanın alındığı ülke İspanya olmuştu? İspanya İç Savaşı tarihçiliğinde buna verilen cevaplardan biri Akdenizlilik ya da İspanyol kanının ateşliliği olmuştur. En ünlü ifadesini çığır açıcı tarihçilerden Gerald Brenanʼda (2009) bulan bu yaklaşım, İspanyolların ulusal karakterinde sıradışı bir şeyler keşfetmenin peşine düşmüş; İspanyolların bireyciliklerine fazla düşkün olmaları, ateşli mizaçları gibi etkenlere atıfta bulunarak tarihi toplumsal niteliğinden uzaklaştırmıştır. Oysa burada da indirgemecilikten uzaklaşıp olgusal verilerle beslenen bir teorik yaklaşım zorunludur, zira aksi takdirde, örneğin on dokuzuncu yüzyıla kadar Avrupa kıtasını kasıp kavuran köylü isyanlarından (jacqueire) neden İspanya’nın etkilenmediğini açıklamak zorlaşır. İspanya tarihindeki bilinen tek genel köylü ayaklanması on beşinci yüzyılda yaşanmış ve Katalonya’yla sınırlı kalmıştı (bkz. Malefakis, 1970: 135). Oysa 1936’da ve aslında son yirmi yıldır İspanya’da sular durulmuyor, kan gövdeyi götürüyordu.

Her şeyden önce, İspanya uluslararası gelişmelerden vareste değildi. Kapitalizmin sıçramalı gelişim kaydettiği son birkaç yüzyılda Avrupa’nın dışarlıklısı durumuna düşen İspanya’nın kaderi yine de Avrupa’ya ve onun çağdaş mücadelelerine sıkı sıkıya bağlıydı. 1848 devrimleri İspanya’yı teğet geçmiş olsa da, devrimlerden çıkarılan dersleri İspanya’nın egemenleri de hayata geçirmiş ve epey göstermelik olmakla beraber bir parlamenter ya da anayasal sistem kurmuşlardı. Yasa çıkarma, hatta başbakanı atama ya da azletme yetkisi kralın uhdesindeydi, genel oy hakkı yoktu, seçim aldatmacaları had safhadaydı ve liberaller ile muhafazakârlar cacique adı verilen kır kodamanlarının kontrolünde ülkeyi münavebeli olarak yönetiyorlardı; ama liberal bir anayasa ilan edilmiş, bir meclis (Cortes) açılmış, kâğıt üzerinde ifade ve örgütlenme özgürlüğü tanınmıştı. Bu kısmi tavizlerle İspanya toplumsal patlamaların önüne geçme derdindeydi, ama caciquismo tam tersi sonuca yol açacaktı.

İspanya’da siyasal sistemin uzun yıllar caciquismo adlı aldatmacaya dayanmış olması hem toplumsal yaşamı hem de siyasi yelpazenin tamamını etkiledi. Sadece solcular değil, sağcılar da parlamenter mücadeleden ve demokratik yollarla yönetimi ele geçirme düşüncesinden uzaklaşmıştı. Aleni seçim hilelerinin düzmece bir meclisle birleştirildiği ortamda, örneğin ülkenin en önemli toplumsal güçlerinden biri olan anarşistlerin ilkesel olarak anti-parlamentarizme ve “siyaset üstü” tutuma sarılmaları daha kolay olmuş, bu ilkesel tutumun en uygun olduğu toprak olarak görülmüştü. Tipik bir reformist parti oluşturan sosyalistlerinse, parlamentarizmden birçok kez uzaklaşmalarında yine bu nesnellik belirleyici etkendi. Diğer yandan, farklı nedenlerle olmakla birlikte sağcıların içinde de parlamento karşıtları vardı. Esasen monarşistler parlamentoyu reddediyor, parlamento cumhuriyetin yasama meclisi olduğunda tanrının elçisi olan kralın yönetme hakkına tecavüz olarak lanetleniyordu. Örneğin Karlosçular için “nihai siyasi başarı, en azından teoride, Karlosçu monarşinin tüm aygıtını yeniden kurmaktı ve takdire şayan yegâne siyasi kazanım bu apokaliptik vizyonu daha da yaklaştıran kazanımlardı. Bunun dışında her şey, öyle ya da böyle başarısızlıktı” (Blinkhorn, 2008: 130).

Siyasi sistemi çok farklı kesimlerden hoşnutsuzlar yaratan İspanya’nın ekonomik durumu da içler acısıydı. İspanya ilk kapitalistleşmiş ülkelerden biri ve büyük bir denizaşırı imparatorluğun mirasçısı olarak emperyalist rekabette geri kalmıştı. Bir zamanların “Yenilmez Armadası”nın yirminci yüzyıl dönemecinde ABD karşısında yaşadığı, yüz binlerce insanın hayatına mal olan ağır yenilgiler ülke içinde “Felaket” adı verilen bir toplumsal ve kültürel krizi tetiklemişti. İspanya; Filipinler, Küba ve Porto Riko gibi son deniz aşırı sömürgelerini de kaybettiği gibi, deyim yerindeyse, iç sömürgelerinin de iştahını kabartmıştı.

İspanya o dönemki Çarlık Rusya’sı gibi bir milletler hapishanesi olmasa da, çok çeşitli milliyetlerin eşitsiz temelde bir arada yaşadığı bir ülkeydi. Birbirinden farklı en az beş dilin konuşulduğu bu ülke, sınırları içinde Katalan, Bask, Galiçyalı gibi farklı milliyetler barındırıyordu. Fakat İspanya’da ulusal sorunun/sorunların tezahür etme biçimi atipikti: Ulusal soruna ekonomik geri kalmışlık eşlik etmiyordu; bilakis, başı çeken iki milliyet, Katalanlar ve Basklılar ülkenin sınai ve ticari merkezini oluşturuyordu. Bu açıdan, merkezî Madrid hükümetinin karşısına ayrı devlet dayatmasıyla değil, ekonomik kayrılma talebiyle çıkıyorlardı (bkz. Aydar, 2014 ve 2015). Fakat bir süre sonra, özellikle de Katalonya’da ulusal önderlik burjuva-uzlaşmacı önderliklerin mutlak kontrolünden çıktı ve devrimci örgütlere geçti.

İşçi hareketindeki heterojenlik bakımından da İspanya Avrupa’nın genelinden farklılık gösteriyordu; harekete tek bir akım değil, iki, hatta 1930’ların ortalarından itibaren üç farklı siyasi akım damga vurmuştu: Anarşistler (CNT ve CNT-FAI), sosyalistler (PSOE ve UGT) ve Stalinistler (PCE). İspanya, anarşistlerin tarihleri boyunca ülke çapında kitleselliğe ulaştığı tek örnekti. 1910’da kurulan CNT (Ulusal Emek Konfederasyonu) sendikasında kısa sürede gücü ele geçirmiş, 1917 sonrası azalan nüfuzunuysa FAI adında gizli bir örgüt kurarak telafi etmeye çalışmışlardı. Anarşizm yekpare değildi. Bireyci kanadının gelişiminde Nietzsche gibi isimlerin de etkisi çok olmasına karşın, İtalyan faşizminin yükselişiyle Nietzsche gözden düşmüş (Ealham, 1996: 147) ve ağır basan kanat anarko-sendikalizm olmuştu. En güçlü oldukları yer de Katalan başkenti Barcelona’ydı. Barcelona sadece anarşistlerin “bireysel terör” eylemleri nedeniyle değil; silahlı otoyol soygunları, dükkân, banka, postane soygunları vb. ile de Katalanların Chicago’su unvanını almıştı (Ealham, 1995: 133).

Sosyalistler (PSOE) ise başkent Madrid’de ve Asturias madencileri arasındaki örgütlülüğüyle sivriliyordu, fakat İç Savaş’a gelene kadarki sürede ülkenin en kitlesel partisi olma unvanını kimseye kaptırmadılar. Sosyalistlerin elinin altında güçlü bir sendika vardı: UGT (Genel İşçi Sendikası). Sendikanın başında bir süre sonra sosyalistlerin sol kanadını temsil edecek olan, ama uzun yıllar tipik bir sendika bürokratı olan Largo Caballero vardı. İkinci Enternasyonal’in kuruluşundan hemen önce resmî partiyi kuran sosyalistlere uzunca bir süre Avrupa’daki muadilleri gibi bir kitleselleşme yaşamak nasip olmamıştı. Bu temelde iyice sivrilen oportünizm eğilimi, sosyalistleri 1909 yılında burjuva cumhuriyetçilerle ittifak kararı almaya itmişti. Nitekim ilkesiz, çabuk başarı arayışı semeresini vermiş ve üye sayısı on yıl içinde iki kat artmıştı. Sonrasında da PSOE’nin önünde kapılar ardı ardına açılacaktı: İkinci Cumhuriyet’in (1931-1936) ilk çalışma bakanlığını da yapacak olan Caballero işe hafiften başlamış ve Primo de Rivera’nın Bonapartist diktatörlüğünde müşavirlik görevi üstlenmişti.

Primo de Rivera’nın askerî diktatörlüğü (1923-1930) İspanya’da askerin siyasete topyekûn müdahalesi bakımından bir ilk ve dolayısıyla da 1936’nın habercisiydi. 1917 Rusya Devrimi İspanya’yı da hareketlendirmiş, grev ve direnişlerden ordu içinde sendikalaşmaya, toprak işgallerinden lokavtlara ve paralel meclislere, silahlı eylemlerden paramiliter çetelerin proto-faşist eylemlerine kadar geniş bir yelpazede eylemler gerçekleştirilmişti. Dolayısıyla Primo de Rivera hem ulusal hem de uluslararası anlamda olağanüstü bir dönemde yönetime el koymuştu. Ülke içindeki dengelere baktığımızda, savaş sonrası yoğun mücadelelerin ardından işçi sınıfı ve köylülük yorulmuş, atalet ihtiyacı kendisini güçlü bir şekilde hissettirmişti. Yaşanan yenilgilerin ardından işçi ve emekçilerin bir soluklanma evresinden geçmeden yeniden mücadeleye atılacak dermanı bulması zordu. Üstelik uluslararası konjonktür de benzer bir durumdaydı. 1917 Rusya Devrimi sonrası yükselen ve tüm Avrupa'yı sarsan devrimci dalga geri çekilmiş, İspanya'dakinden daha ağır yenilgiler yaşanmıştı. Dolayısıyla İspanya proletaryası da bu genel ricattan etkilenmişti.

Öte yandan, ezilenler durmuşken, aynısı toplumun egemenleri için de geçerliydi. Batı Avrupa demokrasilerindeki tipik kurumları yerleştirmeye çalışmak işçi ve köylülerin patlamalı eylemleri ve “uçuk” talepleri dikkate alındığında, düzenin sınırları dışına taşacak bir mücadelenin önünü açmak anlamına geliyordu. Bu açıdan, siyasi hareket kabiliyeti sınırlanmış olan burjuvazi de durmuştu. Bir kurtarıcının işe el atması için şartlar uygundu.

“Kurtarıcı”nın miadı, ezilenlerin mücadelesini savuşturana kadardı. Kılıç hükümeti toplumdaki hoşnutsuzların sayısını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Rahatsızlık toplumun geniş kesimlerinden destek alan bir cumhuriyet rejiminin İspanya tarihinde ikinci kez kurulmasıyla sonuçlandı. Kral Alfonso’nun feragat edip yurtdışına gitmesinin ardından cumhuriyetçiler, sosyalistler ve radikaller bir koalisyon hükümeti kurdular.

Fakat cumhuriyet bir çözüm olmaktan ziyade, toplumdaki uzlaşmazlığın ve çelişkilerin daha da gün yüzüne çıkmasını sağlayan bir foya işlevi gördü. Sağcılar zaten monarşist-korporatist bir rejim kurmak istiyorlardı ve cumhuriyete kerhen rıza göstermişlerdi; “ilinekçi” kanatları da “felaketçi” kanatları da er geç cumhuriyetin altını oymak istiyordu Fakat sol da cumhuriyetten umduğunu bulamadı. Kitleler cumhuriyete büyük bir coşkuyla hüsnü kabul gösterdiğinden, “siyasi rejimin biçiminin önemi yoktur” ilkelerini bir kenara bırakan anarşistler, kısa süre sonra, devrimci terör eylemleri ve ardı ardına gelen azınlık ayaklanmalarıyla rejimi hedef alıyordu. Sosyalistler hükümette geçirdikleri iki yılda reformlarla sosyalizme giden yoldaki fazlalıkları temizleme hedeflerine ulaşamayınca, Avrupa’nın genelindeki altüst oluşun da etkisiyle diğer uca savrulup burjuva partileriyle her türlü ittifakı reddetme çizgisine gelmiş, üstelik partinin içinde “Bolşevikleşme” yanlısı gençlik hareketi ortaya çıkmıştı. Komintern’de üvey evlat muamelesi gördüğünden İkinci Cumhuriyet’e hazırlıksız ve kafası karışık yakalanan resmî komünistler (PCE) ise Stalin’in Hitler Almanya’sına karşı yeni stratejisi uyarınca “Halk Cephesi” stratejisine geçiyordu; fakat tüm ılımlı görünme telaşına karşın, İspanya’nın egemenlerinin kafasındaki düzenle bunun bir alakası yoktu.

Cumhuriyete geçişin ve demokratik dönüşümün başarısız olması, hiç kuşkusuz, siyasetçilerin kişisel yanılgılarından kaynaklanmıyordu. 1930 İspanya’sında burjuva sınırlar dahilinde demokratik bir dönüşüm beklemek hayaldi, zira cumhuriyetçilerin sınıfsal tabanıyla monarşistlerinki aynıydı. Girift bir ilişki ağı içinde banka sermayesi üzerinden toprak sahipleri ile kentlerdeki burjuvazi birleşmişti. Dahası birçok malik kentlerde de yatırımcı haline gelmişti. Bu nedenle 1931’de cumhuriyetin ilanı da deva olmadı; işçiler ve ezilenler açısından görece daha demokratik bir işleyişin önünü açmadı. Bunun yerine işçi devleti dendiğinde geri duran, ama burjuva devlete ortak olmaya teşne sosyalistleri hükümetin parçası yaptı. Onlar da “Görev görevdir,” diyerek işçilere saldırmayı tercih ettiler! Ortada bir cumhuriyet vardı, ama işçi mahallelerine topçu kuvvetleriyle giren bir cumhuriyetti bu. Bu nedenle cumhuriyete tepkiler yükselmiş, ülkeyi bir grev dalgası sarmıştı. Nitekim daha cumhuriyetin kuruluşundan üç yıl sonra sağcı cumhuriyetçiler ile aşırı sağcı CEDA (Özerk Sağcı İspanyol Konfederasyonu) partisinin başı çektiği dönemde, zaten önemsiz görülebilecek tarım reformu[1] hadım edilmiş, kralcılar yüksek makamlara doluşmuş ve işçi sınıfına yoğun saldırılar düzenlenmişti. Burjuvazi demokratik dönüşümü tamamlamaktan acizdi.

Bu bağlamda, ilk prova, madencileriyle ünlü Asturias’ta alındı. 1933 güzündeki seçimlerden sağ galip çıkınca solun “bienio negro” (iki kara yıl) adını vereceği dönem başladı. Cumhuriyete ve demokrasiye bağlılıklarının takiye olduğunu gizlemeyen (!) CEDA sandıktan birinci çıkmış olmasına karşın, faşizan temayüllerinden ötürü gösterilen tepki sonucu sağa savrulan Radikallerin kurduğu azınlık hükümetine dışarıdan destek vermeyi kabul etmişti. Sağ hükümet bu iki yıl içinde çeşitli takviyeler ve değişikliklerle ayakta kalabildi, fakat “bienio negro”nun özü netti: 1933’te kurulan hükümet cumhuriyetin zaten sınırlı olan kazanımlarını (kısmi toprak reformu dahil) iki yılda tersine çevirdi, emekçilerin koşulları kötüleşti, baskılar ve yasaklar artırıldı ve ülkeyi parlamento dışı mücadeleye hazırladı.

Fakat işçi sınıfı da bu sırada boş durmamıştı. Belki cumhuriyetin ilanı işçilerin doğrudan müdahalesinin bir sonucu değildi, ama bu süreçle birlikte geniş kesimler mücadeleye çekilmişti. İspanya'da iktidar uzun zamandır kapitalist bloğunun elindeydi ve ortada çözülmeden kalmış pek çok demokratik sorun (kilise, krallık, toprak sorunu, ulusal sorun, genel ve eşit oy hakkı, kadınlara yönelik ayrımcılık vs.) vardı; bunlardan birinin (cumhuriyet) çözümü için başlatılan ve yukarıdan reform şeklinde çözülmeye çalışılan süreç, tıpanın ağzını açmış ve içeride ne varsa dışarı boşaltmıştı.

4 Ekim 1934’te CEDA’nın meclisteki en büyük parti olarak bizatihi hükümete katılma kararı alması bardağı taşıran son damla oldu. Avrupa’daki sol hareket Almanya ve Avusturya’da faşizmin yükselişinden, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde de faşistlerin boy veriyor olmasından fevkalade rahatsızdı ve eski sekter politikaların sürdürülebilirliği yoktu. Bu farkındalık İspanya’da geçici de olsa birliğe ve faşizme karşı ayaklanmaya vardı. Çeşitli işçi örgütleri Alianza Obrera Antifascista (Anti-faşist İşçi İttifakı) adı altında bir araya geldi ve ülkenin çeşitli yerlerindeki irili ufaklı mücadeleler Asturias’ta silahlı ayaklanmayla taçlanınca, Asturias Komünü kuruldu.

Ayaklanmaya 30 bine yakın silahlı işçi katıldı (Beevor, 2006: 31). Stalinistlerin ve anarşistlerin de son anda dahil oldukları ayaklanma iki hafta sürdü. Asturias Komünü tam anlamıyla İç Savaş’ın bir provasıydı: Sol örgütler Asturias yerelinde tüm doğruları ve yanlışlarıyla muvakkat bir birlik oluşturmuşken, düzen güçleri de isyanı bastırmak için ordunun ve özelde de -iki sene sonra tekrarlanacağı üzere- General Francisco Franco’nun kapısını çaldı; 1936-1937’nin rüşeym halindeki iktidar organları olan komiteler ilk kez Asturias’ta ortaya çıkarken ve 40 bin işçi bir Kızıl Ordu kurup kırk yaşın altındaki tüm işçileri burjuvaziye karşı silah başına çağırırken, yine tıpkı İç Savaş’ta olduğu gibi sömürge Fas’tan “Mağripli Muhammedci” askerler “İspanyol milliyetçiliği” ve “Hıristiyan medeniyetinin” bekası adına katliama çağrılmıştı.

Geriye dönüşlü okumanın verdiği rahatlıkla, Asturias’ı iplerin kesinkes koptuğu uğrak olarak işaretleyebiliriz. Demokrasiye güvenin zaten diplerde seyrettiği ülkede, iki kanat da, hem sağ hem de sol, artık erken davrananın istediğini alacağına kanaat getirmişti. Aynı teyakkuz hali birlik düşüncesini de tetiklemiş ve hem sağ hem de sol, 1936 Şubat seçimlerinde kendi “cephe”lerini oluşturmuştu.

Solda birliğin adı Komintern’den mülhem “Halk Cephesi”ydi. Avrupa’da faşizmin güçleniyor olmasının verdiği korkuyla “sosyal-faşist” söylemindeki aşırı sol tutumu bir kenara bırakan Stalin bu kez başka bir uca savrulmuştu. Öncesinde diğer işçi örgütleriyle geçici birliktelikleri veya platformları bile bu kesimleri burjuvazinin uşağı olarak gördüğü için reddeden Stalin, şimdi yalnızca diğer işçi örgütleriyle değil, burjuva sol, hatta sağ (Haywood Hunt, 2002: 47-48) partileriyle de ittifaka cevaz vermişti. Lenin dönemi Komintern’inde benimsenen “birleşik cephe” ya da “birleşik işçi cephesi” stratejisi gitmiş, yerine burjuva partileriyle işbirliğinin önünü açan “Halk Cephesi” gelmişti.[2] En önemlisi, Asturias’ta hapse atılan 30 bin devrimcinin salıverilmesi talebi geleneksel olarak “boykotçu” olan anarşistler de dahil olmak üzere ideolojik çekinceleri olan farklı grupları birleştirmişti.

Sağ ise CEDA önderi Gil Robles’in verdiği adla “ulusal karşıdevrim cephesi”ni oluşturmuş ve Şubat 1936 seçimlerinde sağı bu şemsiye altında toplamıştı; sadece sabık diktatör Primo de Rivera’nın oğlu José Antonio önderliğindeki Falange teklifi kabul etmeyip seçimlere tek başına girecek ama oy oranı yüzde biri bile bulmayacaktı.

Seçimleri fevkalade eşitsiz şartlarda kampanya yürüten sol ufak bir farkla kazandı, fakat yürürlükteki seçim sistemi uyarınca vekillerin dörtte üçüne yakınını alarak hükümeti kurdu. Sosyalistlerin ve Stalinistlerin ideolojik-pragmatik gerekçelerle hükümete katılmaması da paranoyanın önüne geçememiş ve “Yahudi-Mason-Bolşevik Komplosu” uyarınca İspanya’nın Sovyetleştirilmesine girişildiğini düşünen sağcılar darbe hazırlıklarına başlamıştı.

Gerçekten de sağcıları haklı gösterecek gelişmeler yok değildi. Sandıkların açıldığı gün yaşananlar İspanya’da mücadelenin sokağa taşındığını gösteriyordu. İşçiler Halk Cephesi ittifakının hükümeti kurma hakkını kazanmasıyla birlikte kararnameleri beklemeden zindanları parçalayarak devrimci tutsakları kurtarmışlardı; kırsalda toprak işgalleri başlamış ve Stanley G. Payne’in aktardığı rakamlara göre, İç Savaş başladığında yaklaşık 1 milyon hektar toprak fiilen işgal edilmişti ki, toplam toprak mülkiyetinin yüzde 2,5 kadarı, ekilebilir toprakların ise yüzde 5ʼi demekti bu (2006: 262). Fakat diğer yandan sol örgütler hem karşılıklı olarak hem de örgüt içi çatışmalarla silaha sarılacak kadar anlamsız bir didişme içinde aymazlık sergiliyorlardı; hepsi de söylemde “devrim”den bahsediyor, fakat ne askerî ne de siyasi açıdan bir hazırlık yapıyordu, bilakis örneğin Stalin’in emrindeki PCE sınıf işbirliğini haklı göstermek adına nihai amacın hâlâ burjuva devrimini tamamlamak olduğunu savunuyordu ve sonraki üç yıl boyunca da bu çizgisini sürdürecekti.

Sağdaysa ilginç gelişmeler yaşanıyordu. Devrimci dönemlerin alameti farikasıdır: Olağan dönemlerin ihtiyaçlarına uygun partiler ve siyasetçiler kullanışlılığını yitirmeye başlar ve yeni alternatiflere yönelim ortaya çıkar; diğer şartlar uygunsa, devrimci partilerin varlığı eski partileri yeni bir çizgiye iter, ama daha önemlisi devrimci örgütlerin tam antitezi (faşist örgütlenmeler) de zuhur eder. İspanya’da İç Savaş’ın hemen öncesi bunun örnekleriyle dolup taşıyordu. Gil Robles partisinin işlevsizleşmesi bağlamında, İç Savaş’a doğru kendi üyelerinin “çözüm yolu olarak şiddeti savunan diğer [sağ] partilere, özellikle de Falange Española’ya yardım ettiğini” teyit eder. Nitekim bir Falange lideri de CEDA'dan katılımın “neredeyse akın akın” olduğunu belirtir (akt. Bolloten, 1991: 16).[3] 

Fakat İspanya’da bu süreç, sağ cenahta çeşitli nedenlerle yarım kaldı. İspanya’daki sivil faşist güçler (faşist kitle hareketi) İtalya ve Almanya örneklerinin aksine hiçbir zaman vurucu bir kitleselliğe sahip olmadı. Öyle ki faşizmdeki mutlak, sorgulanmaz otorite öğesi bile hep eksikti. Franco gibi silik bir figürün İspanyol faşizmiyle anılması bu eksikliğin bir sonucudur. Primo de Rivera diktatörlüğü döneminde tohumları atılan İspanyol faşizminin kurucusu, öncesinde sosyalistken, sonradan Mussolini’den etkilenerek saf değiştiren Giménez Caballero’ydu. Bunun dışında Ledesma ve Redondo’nun başı çektiği, Nazilerden etkilenen JONS örgütü vardı. Sınıf savaşını ve ulusların kaderlerini kendilerinin tayin hakkını reddeden ama programına birkaç popülist söylemi sıkıştırmaktan (örneğin Valladolid’de 300 kişilik bir sendika kurmuşlardı) geri durmayan JONS ile diğer faşist kanadın arası bozuktu. Fakat bunların hepsinden çok ön plana çıkan isim, sabık diktatör Primo de Rivera’nın oğlu José Antonio de Rivera’nın kurduğu Falange olmuştu. José Antonio Falange’yi kurduktan bir yıl sonra, 1934’te güçlerini JONS ile birleştirmişti. Fakat bu adım hiçbir şekilde faşistlerin işçi ve emekçiler arasındaki yalıtılmışlığı sorununu çözmeye yetmemişti; faşistlerin esas çekirdeğini elit üniversite öğrencileri oluşturuyordu.

İtalya ve Almanya’nın aksine İspanya bütün merkezkaç eğilimlerine karşın birliğini on beşinci yüzyılda kurmuştu ve güçlü (yer yer Asyatik) bir devlet geleneğine sahipti. İspanyol faşizminin kendine özgü (“klasik olmayan”) nitelikler kazanmasında bu devlet geleneği kritik bir rol oynadı. Her şeyden önce, devlet, kendisi dışında ve kendisinden daha zalim ve saldırgan bir gücün varlığına olumlu yaklaşmadı ve faşist güçleri esasen kendi içinden çıkardı. Keza uluslararası sermaye de, Hitler ve Mussolini gibi kontrolden çıkan örneklerin ardından İspanya’da desteğini kasten “düşük profilli” bir generale vermişti (bkz. Romero Salvadó, 2005: 70 ve Moradiellos, 2002: 103).

Sol ise “beşinci kol”u daha baştan kendi saflarına buyur ederek İç Savaş’a yürüyordu. Devrimci hareket kendi içinde birliği sağlayamadığı gibi, burjuva cumhuriyetçilerle de anlaşılması zor bir ittifak kurmuştu. Mesele “ittifakın gittiği yere kadar gitmesi” değildi. Hükümeti kendi elleriyle azınlıktaki cumhuriyetçilere bırakan devrimci sol, darbenin bağıra bağıra geldiği beş ayı hükümetin seyrettiği gibi seyretmişti (bkz. Preston, 2007: 95 ve Esenwein ve Shubert, 1995: 74). Devrimci solun güven aşıladığı cumhuriyetçiler darbeyi de aynı pervasızlıkla karşılamış, Başbakan Casares Quiroga darbecilerle dolaylı, halefi José Giral dolaysız yollardan anlaşmaya çalışmıştı.

Meseleye salt askerî yönden bakıldığında bile cumhuriyetçilere güvenmemek gerektiği savaşın ilk günü anlaşılmıştı. Hükümetin işçileri silahsızlandırmama konusundaki tutumu anlık bir refleks değil, Halk Cephesi’nin seçim zaferinden bu yana süregelen bir siyasi tavrın sonucuydu. Cumhuriyetçi sol, sokaktaki devrimci soldan en az darbeden korktuğu kadar korkuyordu. Cumhuriyetçilerin kendi siyasi projelerini gerçekleştirmek için ittifak yapabilecekleri tek kesim devrimci soldu, ama onun kitleselliği karşısında masada kullanabileceği tek koz ise devlet otoritesinin ifadesi olarak silahlı kuvvetlerdi. Özellikle de devrimci hareketin silahlandığı koşullarda burjuva cumhuriyetçilerinin bu sınıfsal refleksi göstermekten başka bir seçeneği yoktu. Cumhuriyetçilerin simge ismi Cumhurbaşkanı Manuel Azaña[4] ve diğerleri darbe planlarını bilmelerine karşın tam da bu yüzden temmuz öncesinde harekete geçip darbeyi harekete geçmeden bastırmamıştı. Sağla dengelenmeyen terazinin kendilerini de götüreceğini düşünen cumhuriyetçiler, devrimci solla baş başa kalmamak adına darbeden önce ve darbe sırasında barikatın ortasında durmayı tercih etmişti. Bu duruş ne onları ne de müttefiklerini kurtaracaktı; faşizm, uzlaşmacı da olsa burjuva muhalefete bile tahammülsüzlüğün adıydı ve önce üç yıllık iç savaş, ardından yıllar süren diktatörlükle yaşayarak öğreneceklerdi.

Kaynakça

Aydar, Ferit Burak. 2014. “Katalan Referandumu, El Clásico’nun Akıbeti ve Kürt Sorunu”, 10 Kasım 2014, bianet, http://bianet.org/biamag/siyaset/159827-katalan-referandumu-el-clasico-nun-akibeti-ve-kurt-sorunu (Erişim tarihi: 25 Mayıs 2016)

–––––––––. 2015. “Baskıya Giderken Düşen Çözüm Süreci ve Bask Tarihinden Bir Kesit”, 9 Mayıs 2015, bianet, http://bianet.org/biamag/siyaset/164402-baskiya-giderken-dusen-cozum-sureci-ve-bask-tarihinden-bir-kesit (Erişim tarihi: 25 Mayıs 2016)

Blinkhorn, Martin. 2008. Carlism and Crisis in Spain, 1931-1939. Cambridge University Press.

Bolloten, Burnett. 1991. The Spanish Civil War: Revolution and Counterrevolution, Stanley G. Payne’in önsözüyle, University of North Carolina Press.

Brenan, Gerald. 2009. The Spanish Labyrinth: An Account of the Social and Political Background of the Spanish Civil War, Cambridge University Press.

Carr, E. H. 2010a. Komintern ve İspanya İç Savaşı, çev. Ali Selman, İstanbul: İletişim Yayınları.  

–––––––––. 2010b. Komintern’in Alacakaranlığı, 1930-1935, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul: İletişim Yayınları.

Ealham, Chris. 1995. “Anarchism and Illegality in Barcelona, 1931-7”, Contemporary European History, cilt 4, sayı 2, Temmuz 1995, s. 133-151. 

–––––––––. 1996. “‘From the Summit to the Abyss’: The Contradictions of Individualism and Collectivism in Spanish Anarchism”, The Republic Besieged. Civil War in Spain, 1936-1939 içinde, haz. Paul Preston ve Ann. L. MacKenzie, Edinburg University Press, s. 135-162.

Esenwein, George ve Shubert, Adrian. 1995. Spain at War: The Spanish Civil War in Context, 1931-1939, Longman Group United Kingdom.

Haywood Hunt, H. 2002. “The French Radicals, Spain and the emergence of appeasement”, The French and Spanish Popular Fronts: Comparative Perspectives içinde, haz. Martin S. Alexander ve Helen Graham, Cambridge University Press, s. 38-49.

Malefakis, Edward E. 1970. Agrarian Reform and Peasant Revolution in Spain. Origins of the Civil War, New Haven ve Londra: Yale University Press.

Moradiellos, Enrique. 2002. “The Allies and the Spanish Civil War”, Spain and the Great Powers in the Twentieth Century içinde, haz. Sebastian Balfour ve Paul Preston. Londra ve New York: Routledge, s. 96-126.

Payne, Stanley G. 2006. The Collapse of the Spanish Republic, 1933-1936, New Haven ve Londra: Yale University Press.

Preston, Paul. 2007. The Spanish Civil War. Reaction, Revolution, and Revenge, W. W. Norton & Company.

Romero Salvadó, Francisco J. 2005. The Spanish Civil War. Origins, Course and Outcomes, Palgrave Macmillan.

Thomas, Hugh. 1961. The Spanish Civil War, New York: Harper.



[1] Emperyalizm çağında burjuvazinin toprak sorununu çöz(e)meyeceğinin bir diğer kanıtı olarak İspanya’yı gösterebiliriz. Toprak reformu yalnızca küçük bir bölgeyle sınırlı kalmış, örneğin sorunun çok yakıcı olduğu Galiçya’ya veya Kastilya’nın pek çok yöresine uğramamıştı. (Thomas, 1961: 51). Solun geneliyse bugün de pek revaçta olan bir söylemden medet umuyordu: “Her ülkenin şartları farklı, ülke gerçeklerini dikkate almak lazım.” Oysa tarım sorununun çözümünü dışarıdan modelleri ithal ederek değil, İspanya’nın kendi gerçekliğine göre halletmek gerektiği iddiası demagojiden ibaretti, zira ne cumhuriyetçiler ne sosyalistler ne de Stalinistler İspanya’nın özgül şartlarına bakıyorlardı. Sözgelimi İspanya’da toprak sorununun demokratik (burjuva sınırlar içinde) çözümü için köylülerin içinde güçlü köklere sahip olan bir demokrat ya da radikal parti olmadan bu sorunun çözümü nasıl mümkün olabilirdi? Ancak devletin başına geçen inayet sahibi yöneticilerle ya da kendi hedeflerini erteleyen devrimcilerin görüşlerinden kısmasıyla! İkisi de sonuç vermedi, zira toprak sahibi-sanayici bloğu kendisi için daha uygun sömürü koşulları değil, “anlık başarı” derdindeydi ve en ufak bir reforma bile tepki gösteriyordu.

[2] Bu dönüşümün izini harikulade bir şekilde süren iki değerli çalışma için bkz. E. H. Carr, (2010a) ve (2010b). Meselenin basit bir “taban genişletme” hamlesi değil, deyim yerindeyse, sınıfsal “eksen kayması” olduğunu en iyi anlatan anekdotlardan biri olarak, Carr “Halk Cephesi”nin İspanya’yla birlikte iki kalesinden biri olan Fransa’da Komünist Parti’nin çağrı metninde “‘burjuvazi’ sözcüğünün kullanılmaması ve yerine ‘orta sınıflar’ teriminin kullanılması”na dikkat çeker (2010a: 238d).

[3] Darbeciler siyasetçilerin işlevsizleşmesinin ne kadar önemli olduğunu gayet iyi bilirler. Genel seçmenin siyasete olan güveninin sarsılması ve darbelere mesafeli yaklaşsa bile, “başka da çare yoktu” diyecek kıvama gelmesi genel olarak darbelere toplumsal zemin yaratmak için yapılan bir tür halkla ilişkiler çalışması olmuştur. Türkiye’de 1990’larda siyasetçilerin “Plastip Şov”lara varana kadar rahat eleştirilebiliyor olmasının gerisinde, bugünkünden çok daha demokratik bir ortamın var olması ya da o dönemin ekran yüzlerinin daha cesur olmasından ziyade, Batı’daki Bonapartist diktatörlüğün sürdürülmesi adına askerin ön açması ve siyasetçileri itibarsızlaştırma amacı da bir etkendi. 

[4] Önderlik etmek için seçilen Azaña önderlik edilmeye muhtaçtı. Savaş sonrası bir mektubunda, gerçekçilik kisvesi altında şöyle der: “Herkes biliyor ki, Eylül 1936’dan itibaren uzlaşmacı bir çözüm adına etkide bulunmak için mümkün olan her yolu denedim, çünkü düşmanı dize getirme fikri bir hayaldi” (Bolloten, 1991: 163). Gerçi iş oraya geldiyse, devrimci solun da aşağı kalır yanı yoktu. Savaşın ikinci yarısına damga vuracak olan Başbakan Juan Negrín güya bir sosyalist olmasına karşın, "sadece tek bir ulus var: İspanya. Milliyetçi kampanyaların [ulusal hareketler] bizi parçalanmaya götürmesine izin vermektense, Almanlardan ve İtalyanlardan kurtulmasından başka bir şart koşmadan dizginleri tümüyle Franco’nun eline veririm," diyecek kadar şovenizm batağına saplanmıştı (akt. Núñez Seixas, 2005: 63).