Calvo Sotelo ismi bugün siyaset bilimciler ya da genel olarak uzmanlar nezdinde bile çok bir anlam ifade etmiyor. Oysa Francisco Franco, İspanya tarihinin azımsanmayacak bir bölümüne egemen olmuş olması bakımından hemen herkesin nazarında (olumlu ya da olumsuz) ciddi bir yer işgal ediyor. Karşı olgusal tarih anlayışına kayma pahasına şunu söylemek mümkün: Eğer 1936 Temmuz’unda İspanya İç Savaşı’nı başlatan ve General Franco’yla anılacak olan darbenin mimarları bir hafta önce harekete geçmiş olsalardı, ki geçmeyi düşünmüyor da değillerdi, Franco’yu değil Sotelo’yu tanıyor olma ihtimalimiz bir hayli yüksek olurdu.
Yine de Calvo Sotelo darbe ve iç savaş dinamiğinde önemli bir yer oynadı, ama dirisiyle değil, ölüsüyle! Sotelo darbeyi önceleyen süreçte faşist sağın en popüler ismi olarak temayüz etmişti. 1920’lerde bakanlık yapmış, İkinci Cumhuriyet’in (1931-1936) ilk yıllarında darbecilik peşinde koşunca sürgüne gönderilmiş; fakat “bienio negro” (“iki kara yıl”) adı verilen sağ hükümet döneminde (1933 sonu-1935 sonu) afla geri döndükten sonra mecliste demagogluğuyla sivrilip darbe tellallığı yaparak dostun da düşmanın da ilgisine mazhar olmuştu. Sotelo üç faşist partiden en güçsüzü olan monarşist Alfonsocuların (İspanya Yeniden Doğuş Partisi, kısaca Renovación) en önemli simasıydı. Meclisteki provokatif tutumları, ülkenin genelini bir darbenin farz olduğuna ikna etmek için kürsüden mahirane istifade edişi, tüm bunlar Sotelo’yu bir numara olarak sivriltiyordu, özellikle de esas faşist parti olan Falange’nin lideri José Antonio Primo de Rivera’nın hapse atılması sonucu manevra kabiliyetinin azalmasının ardından.
İşte o Calvo Sotelo darbeden birkaç gün önce, 13 Temmuz 1936’da sosyalistlere bağlı bir polis amiri ve eşlik eden milisler tarafından, önceki gün öldürülen yoldaşlarının intikamını almak amacıyla güpegündüz kaçırılıp öldürüldü. Ertesi gün bir kabristan civarında bulunan delik deşik olmuş bedeni darbenin nihai ve hatta asli itkisi oldu, en azından halkın tasavvurunda ve Francocu tarihyazımında.
Aslında İspanya’da darbenin yalnızca bir son itkiye ihtiyacı vardı ve Cotelo suikastı bu açıdan olumsal bir hadiseydi. Suikast gerçekleşmeden çok önce darbe planları yapılmış, generalleri görev yerlerine taşıyacak uçaklar çoktan havalanmıştı (Beevor, 2006: 51). Bu suikast olsa olsa, ülkedeki sorunları silahtan başka bir yolla çözmenin mümkün olmadığına dair son mütereddit unsurları ikna edip saf tutturmaya yaramıştı.
Ne var ki darbenin ne sivil ne de askerî ayağı iyi örülmüştü. Ordudaki 9 bin kadar subayın neredeyse dörtte üçü darbeden yana olsa da, 17 generalin sadece 4'ü darbeyi destekliyordu. Romero Salvadó’nun aktardığına göre, İspanya sınırları içinde orduda aktif görevde olan tümgenerallerden sadece biri (General Cabanellas) ayaklanmaya destek vermişti (2005: 95). Çok az pilotu uçma deneyimine sahip hava kuvvetleri hükümetin yanında saf tutmuştu; deniz kuvvetleri noktasında da gerçek bir üstünlüğe sahipti hükümet (Durgan, 2007: 32). Ayrıca kullanılabilen silahların en az yarısı hükümetin elindeydi (Vilar, 2007: 60). Darbecilerin ordudaki esas gücü, Franco komutasındaki Afrika ordusunun “muharebeye hazır tek kuvvet olan 45 bin kişi”yle darbecilerin emrinde olmasıydı (Durgan, 2007: 32-33). Ayrıca faşistler Afrika Ordusu haricinde polis kuvvetlerinden de 30 bin kişi devşirmişti (Esenwein ve Shubert, 1995: 117). Sivil ayağına baktığımızdaysa, çok önemli mali destek ve bağlantılar sunan Alfonsocular haricinde darbenin örgütlenmesinde sivillerin doğrudan rolü yoktu. Falange darbede tüm güçlerini seferber etmezken (Ruiz, 2015: 54), Karlosçuların belli bir kanadını ikna etmek için bin bir zahmet gerekmişti (bkz. Blinkhorn, 2008: 4-5. Bölüm).
Darbe amaçlandığı gibi tüm ülkede kontrolü ele geçiremeyince, hemen savaş için hazırlıklara girişildi. 24 Temmuz akşamı Franco’nun temsilcileri destek için Almanya’ya yol aldı. Hitler ilk baştaki tereddütlerine rağmen kısa süreli ikna turlarının ardından müdahil olma kararı aldı. Kararındaki temel etken yeni dünya savaşı öncesi Fransa’yı zayıflatmak ve İtalya’yla yakınlaşmaktı (bkz. Viñas ve Seidel, 2002: 207). İspanya önemli bir pirit kaynağı olarak Alman savaş sanayisi için de hayati yer tutuyordu. İç Savaş’ta Almanya'nın İspanya'ya ihracatı iki kattan fazla artarken ve ithalatı önemli ilerleme kaydederken, İngiltere'nin ihracatı düştü (van der Esch, 1951: 13).[1] İtalya ise, öncelikle, yıllardır iktidarda olmanın yol açtığı yıpranmayı dışarıda bir zaferle tazmin etme derdindeydi. Her halükârda, yardım kararı sadece İspanyol faşistlerine can simidi olmadı, o zamana dek araları limoni olan Hitler ile Mussolini’nin yakınlaşıp şer ittifakı kurmalarını da sağladı. Dahası Almanya ve İtalya'nın yardımları sadece ama sadece Franco’ya ulaştırma kararı Franco’nun da yükselişinde kilit rol oynayacak ve İç Savaş sonrası şer üçgeni kurulacaktı.
Halk Cephesi tarafındaysa darbe mevcut dengeleri altüst etmişti. Sadece bir günde üç hükümet değişikliği yaşandı. Başbakan Quiroga’dan boşalan göreve sabık Radikal Barrios geçti. Darbecilerle telefon trafiği sonuçsuz kalınca bu kez yerine sol cumhuriyetçi Giral geldi. Sol partiler hâlâ iktidar perhizindeydi: Çok farklı ideolojik-pragmatik saiklere sahip olmakla beraber, sadece ilkesel açıdan devlet karşıtı olan anarşistler değil, sosyalistler, Stalinistler ve muhalif komünistler (POUM) de burjuva hükümetten kesinkes uzak durma taraftarıydı. Bu yüzden antifaşist cephedeki hükümet salt burjuva partilerinden oluşuyordu.
Ne var ki saf cumhuriyetçi hükümet antifaşist topraklarda iktidarın tek sahibi değildi. Marx’ın unutulmaz tabiriyle, karşıdevrimin kamçısı devrimi tetiklemiş ve inisiyatif alarak faşist darbeyi püskürten işçi ve köylüler çeşitli komiteler aracılığıyla ekonomik ve siyasi iktidara ortak olmuşlardı. İspanya’nın elde kalan kısmında bile ikili iktidar vardı ve her ikili iktidar gibi bu da geçici bir denge durumunu ifade ediyordu. Ne çare ki, 1917 Rusya’sının aksine, 1936-1937 İspanya’sında bu denge soldan değil, sağdan çözülecekti.
Ülkede savaş sürmesine karşın, Antifaşist Komiteler, Barikatlar Federasyonu, Denetim Devriyeleri gibi onlarca farklı ada sahip komiteler hemen birkaç gün içinde hayatı günlük seyrine döndürmüşlerdi. Tek fark, “günlük yaşam”ın idamesinin artık devrimci temellerde sağlanıyor olmasıydı. Fabrikalarda “işçi denetimi” kurulmuş, köylerde toprak işgalleri komünlerle taçlanmıştı. Bu noktada, anarşistler (CNT-FAI) bilhassa sivriliyordu.
İspanya Devrimi’nde anarşistler ilk defa teorilerini uygulama fırsatı buldular, hem de nasıl! İşçi sınıfının önemli bir çoğunluğunu arkalarına almış ve istediklerini gerçekleştirme günü gelip çatmıştı. Özgürlük komünleri birkaç taneyle sınırlı değildi; kendi verdikleri rakamlara göre, Aragon’da 400, Levante’de 900, Kastilya’da 300, Katalonya’da 40 kolektif kurulmuştu. Bölgelere gelince, Katalonya’da sanayi ve ulaşımın tamamı, Levante’de ise sanayinin % 70’i kolektifleştirilmişti. Bu deneyimler nüfusun üçte birlik bir kesimini içine çekmişti. Ama siyasete, devlet iktidarına, yani kapitalist düzenin özüne bulaşmadan kurulacak komünizmin sonuçları hayal edildiği gibi olmadı. Önce Barcelona’da burjuva Generalitat’a iktidarı teslim eden anarşistler, birkaç ay sonra da merkezî hükümete katılma kararı aldılar. Anarşistlerin adı konmamış siyasi partisi FAI, anarşistlerin devrimi dizginleyip hükümete katılmalarına Enternasyonal toplantısında şu izahı getiriyordu: “Hükümeti alaşağı edemeyiz, çünkü Madrid ve Barcelona'daki hükümetleri alaşağı ettiğimiz anda tüm dünya Burgos [Franco] hükümetini tanıyacaktır. […] Hükümetsiz anarşist bir İspanya’ya bütün Avrupalı güçler karşı çıkacaktır” (Gómez Casas, 1986: 201).
Burada can alıcı soru şudur: Devrim başka türlü nasıl mümkün olabilirdi ki? Kapitalizmi deviren bir hükümeti kapitalistlerin hemen tanıması mı bekleniyordu? Bu bakımdan, anarşistler karşı çıktıkları ve kapıştıkları Stalinistlerle aynı yanılsamayla malullerdi: Batılı demokrat devletlerin faşizme karşı işbirliğine ikna edilebileceğine, başka bir deyişle faşizm ile kapitalizmin toplumsal-ekonomik temelinin ayrı olduğuna inanıyorlardı.
Bu vehmin bir parçası olarak, faşist olmayan kapitalist devletlerle çeşitli yollardan uzlaşma arayışına girildi. Sözgelimi Asturias sanayisinde yabancı sermaye yatırımı çok olduğundan, özellikle de sosyalistler kolektifleştirmeleri resmiyete dökmekten geri durdular. Aynısı Barcelona’daki İngiliz fabrikaları için de geçerliydi; İngiliz konsolosluğuyla anarşistlerin desteğinde yapılan anlaşma uyarınca doksana yakın İngiliz fabrikasına dokunulmamıştı.
Aynı ılımlı görünme telaşının parçası olarak, komiteler birer ikişer ihya edilen burjuva devlet aygıtına bağlandı; tasfiye süreci birkaç ayda tamamlanmamış olsa da, 1937’ye gelindiğinde devrimin kolu kanadı kırılmıştı. Aynısı milisler için de geçerliydi. Önemli tarihçilerden Beevor’ın yerinde tespitiyle: "Bir askerî mekanizma ya daha iyi bir mekanizmayla ya da düzensiz savaşımla alt edilebilir. Milis ikisinin ortasıydı ve tutunamazdı" (2006: 206).[2] Fakat o dönemde bu tespiti az çok yapanların vardığı sonuç burjuva orduya geri dönüş oldu. Anarşistler zaten geçmişten bu yana demokratik örgütlenmenin disiplin ve otoriteyle bağdaşmaz olduğunu düşünüyorlardı. Sol sosyalistler ve POUM da bu yanlışa çanak tutunca Stalinistlerin önü açılmıştı: Halk Ordusu adı altında anti-demokratik bir yapılanma kurdular ve silah sevkiyatını ellerinde tutuyor olmanın verdiği güçle kısa sürede savaşın idaresini ellerine aldılar. Üstelik güçleri orduyla da sınırlı kalmamıştı.
İspanya Avrupa'da SSCB'yi en geç tanıyan ülkelerden biriydi. Haziran 1933'te cumhuriyetçi hükümet SSCB'yi tanımış olsa da, diplomatik temsilci düzeyinde ilişki darbe sonrasına kalmıştı (Graham, 2005: 40). 1930’ların ortalarından itibaren Stalin’in politikalarındaki esas belirleyici etken Hitler faşizminin gazabından kurtulmaktı. Bu sebeple İngiltere ve Fransa’daki kapitalist hükümetler “barış dostları” diye nitelendirilir olmuş, aynı stratejinin parçası olarak “Halk Cephesi” adı altında burjuva partileriyle koalisyonlara girişilmişti. Bu deneyin en başarılı olduğu yer de İspanya’ydı. Stalin’in emrindeki PCE “barış dostları”nı ürkütmemek adına Ekim 1936’ya kadar tamamen, ekimden sonra da kısmen iktidardan uzak durmaya çalışmış olsa da, Halk Cephesi topraklarında esas güç 1937’den itibaren anarşistler ya da sosyalistler değil, Stalinistlerdi.
Bu noktada, sosyalistlere de bir paragraf ayırmadan geçmek olmaz. Ülkenin en güçlü siyasi partisi PSOE (İspanya Sosyalist İşçi Partisi) idi. Sosyalistlerin kontrolündeki UGT sendikası ile İç Savaş’ın arefesinde bir çiftbaşlılık ortaya çıkmış, ilk başta kazanan kerameti kendinden menkul “İspanyol Lenin” olmuştu: Largo Caballero. Yetmişine merdiven dayamış bu emektar sosyalist, bir benzerini Venezuela’da Hugo Chàvez örneğinde göreceğimiz gibi, Marksist klasikleri (Marx, Engels, Lenin ve Troçkiʼyi) geç keşfetmiş ve dediğine göre, bu andan itibaren Marksist olmuştu. Caballero artık “proletarya diktatörlüğü” diyor, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’i reddediyor, devrim istiyordu. Fakat Caballero’nun bunu nasıl yapacağına dair bir planı olmadığı gibi, yıllarca tipik bir reformist-konformist parti olan PSOE kadroları da devrimci dönüşüme hazır değildi. İç Savaş’ın hemen başında partinin en dinamik kesimi olan gençlik örgütü Stalinist PCE tarafından yutulmuş, böylece Caballero eylülde tüm devrimci sol partilerin katıldığı koalisyon hükümetini kurarken daha baştan dayanaksız kalmıştı.
İlk Caballero hükümeti altı sosyalist, üç cumhuriyetçi, iki Stalinist ve birer de Katalan ve Bask temsilcisinden oluşuyordu. Ertesi ay da anarşistler katılınca çok küçük bir grup teşkil eden Troçkistler (“Bolşevik-Leninistler”) hariç tüm devrimci hareket burjuva hükümet çatısı altında birleşmiş oluyordu.
Caballero hükümeti, o dönemki burjuva kaygıların aksine, İspanya Devrimi’nin Kerenski’si olmadı; bilakis, “İspanyol Lenin” iktidarda geçirdiği yaklaşık dokuz ayda devrimi soğurma görevini gördü. Bir yandan devrimci gelişmelerin önü tıkanırken, diğer yandan cephede yenilgiler ardı ardına geliyor, hükümet kaybedilen şehirler sonrası başkentlere akın eden nüfusu barındırma ya da açlık, ısınma gibi yakıcı sorunların altında eziliyordu.
Kırılma noktası Mayıs 1937’de yaşandı. İspanya Devrimi’nde başı çeken gruplar bir yıla kalmadan kanlı bıçaklı hale gelmişti. Özellikle de Stalinistler, SSCB yardımlarının verdiği güvenle mütemadiyen bastırıyorlardı. PCE demokratik siyaset diye derdi olmayan her örgüt gibi istihbarat, ordu ve polis aygıtında orantısız yoğunlukta bir örgütlenmeye girişmişti (Graham, 2002: 375); buna kontrolü altındaki hapishaneleri de eklemek lazım. Caballero’ya ve anarşist kendiliğindenciliğe yeterince taviz verdiklerini düşünüyorlardı. Kontrol kesinkes ele alınmalıydı ve bugün saikleri hâlâ tartışmalı olan bir olay fitili ateşledi. Ağırlığını CNT’nin oluşturduğu bir komite devrimin başından bu yana Barcelona’daki Telefon İdaresi’ni elinde tutuyor, hükümetin tüm telefon görüşmelerini dinliyor, hatta “yönlendiriyordu”. Nihayetinde, Stalinistlerin Katalonya’daki partisi PSUC’un ağır toplarından, polis komiseri Rodriguez Salas ve üç kamyon asker 3 Mayıs 1937’de Telefon İdaresi’ni bastı. Merkezin emriyle mi harekete geçildiği yoksa durumdan vazife çıkaran yerelin inisiyatif mi aldığı bugün hâlâ tartışmalı olsa da, Komintern’in strateji ve taktiklerine uygun bir hamleydi.
Fakat karşıdevrimci baskına devrimci işçilerden karşılık geldi ve kısa süre sonra çatışma tüm kente yayıldı, barikatlar kuruldu, Barcelona’nın önemli bir kısmında kontrol devrimci işçilerin eline geçti. Fakat CNT-FAI tabanındaki ciddi katılıma karşın, yönetici elit geri durma kararı almıştı. CNT Ulusal Komitesi Manifestosu’nda (ne yazık ki övünerek) ifade edildiği şekliyle, “CNT daha ilk andan itibaren sokaktaki kavgayı sonlandırmaya çalıştı” (1988). Polis megafonuyla taraflara sulh çağrısı yapma aklıevveliğini gösteren bu kez bir anarşist önderdi: García Oliver. CNT-FAI gibi POUM da kısa bir süre sonra geri adım atınca, küçük gruplar oluşturan anarşist Durruti’nin Dostları ve Troçkist "Bolşevik-Leninistler"in direnişi yetersiz kaldı. Devrim bine yakın ölü, bin beş yüzden fazla yaralı bırakarak nihai yenilgisini almıştı. Mayıs ayaklanmasından sonra, işçi devriminin yenilgisinin yanı sıra, Katalonya’nın özerkliği ve Caballero’nun başbakanlığı da düştü.
Caballero safdışı bırakıldıktan sonra, Sovyet bürokrasisinin açıktan destek verdiği sosyalist Negrin başa geçti. Stalin'in onayıyla emperyalist müttefiklerine dinî özgürlüklerin ve özel mülkiyetin garanti altına alınacağını, kolektifleştirmelerin durdurulacağını beyan etti. Ayrıca güçlü devlet ihtiyacını karşılayacak bir adım olarak İspanya'nın sömürgelere sahip olma hakkı bulunduğu da laf arasında belirtilmişti. Diğer yandan, devrimci mevziler bir bir kaybedilmeye başlamıştı. Önce Bilbao düştü, sonra Santander, ekim sonundaysa Asturias.
Stalin 1938 yazından itibaren daha da ileri giderek askerî yardımları yavaşlatmaya başladı ve en sonunda musluğu tamamen kapadı. Muazzam bir dış yardım alan faşist güçlere karşı tek önemli tedarikçisi SSCB olan devrimci güçler askerî açıdan dibe vurdular. Esasen bu nedenden ötürü, faşizme direnişin son bir yılının beyhude bir savaş olduğu düşüncesi yazında genel kabul görmüştür.
Ne var ki İspanya İç Savaşı'nın silah ve mühimmat eksikliğinden ötürü kaybedildiğini söylemek, çokbelirlenimli bir hadise olan iç savaşı askerî-teknolojik meselelere indirgemek olur. Her savaş cephede olduğu kadar cephe gerisinde de gerçekleşir. İspanya'da cephede olmayan işçiler "cephelere silah" sloganıyla silahsızlandırılmış, örneğin öncü konumundaki anarşistler de buna alet olmuştu. Sonrasında tepeden tırnağa modern silahlarla donatılmış hükümete (ve tabii Stalin’e) bağlı Ulusal Muhafız askerleri cephede değil, sokaklarda devriye gezip işçi avına çıkmıştı. Sovyetler Birliği’nin devrimcilere ihaneti bununla da sınırlı kalmamıştı. Direnişin en önemli kalesi olan Katalonya’ya faşistler girdikten sonra sığınma talep eden İspanyol devrimcilerine ilk önce mülteci kabul edilmeyeceği söylenecek, sonra da gülünç bir para yardımında bulunularak işçi sınıfının bu kahramanları kendi kaderlerine terk edileceklerdi.
İspanya İç Savaşı uluslararası burjuvazi ile işçi sınıfı arasında verilen bir kavgaydı. Burjuva devletlerin somut çıkarları için farklı taktikler uygulamaları, sahip oldukları stratejiyi unutmaya yol açmamalıdır. İngiltere ve Fransa hem güçsüzlüklerinden hem de Franco’nun kazanıp kazanmayacağından emin olmadıklarından, barikatın faşist tarafındaki burjuva iktidarı değil, diğer tarafındaki "demokrat" burjuva iktidarı desteklemişlerdi. Ama taşlar yerine oturunca, bu durum değişmişti. 27 Şubat 1939’da İngiltere ve Fransa hükümetleri Franco İspanya’sını tanıdıklarını açıkladılar! Nisan ayı başında da bu rezalete ABD eşlik etti. Hiçbir devletin derdi demokrasi değildi, İç Savaş demokrasi güçleri ile faşizm arasında değil, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında verilmişti. Demokrat geçinen emperyalist ülkeler savaş sırasında da İspanyol faşizmini barışın teminatı, İspanya’nın azametine uygun bir yönetim olarak nitelendirmekten geri durmayacaklardı.
İspanya Devrimi 1917’de başlayıp Almanya, Macaristan, Çin gibi sayısız uğrağı olan bir devrimler dizisinin son halkası olduğundan, yeni devrimleri tetiklemedi. Ama dünya işçi sınıfında müthiş bir coşku yarattı ve tüm canlı kuvvetleri kendisine çekti. İspanya Devrimi ulusal sınırların, kimliklerin ve milliyetçi politikaların işçi sınıfını bölmekte ne kadar aciz olduğunu gösterdi. Bu temelde tıpkı Paris Komünü’nde olduğu gibi dünyanın dört bir tarafından enternasyonalistleri enternasyonalist bir proleter ordusunun saflarında sınıf savaşı için bir araya topladı. İspanya Devrimi kendi derdini tasasını bırakıp, Nâzım’ın sözleriyle, "emret ki ölelim" diyenlerin mücadelesiydi.
Kaynakça
Beevor, Antony. 2006. The Battle for Spain. The Spanish Civil War 1936-1939, Penguin Books.
Blinkhorn, Martin. 2008. Carlism and Crisis in Spain, 1931-1939. Cambridge University Press.
Durgan, Andy. 2007. The Spanish Civil War, Palgrave Macmillan.
van der Esch, P.A.M., 1951. Prelude to War: The International Repercussions of the Spanish Civil War, Martinus Nijhoff.
Esenwein, George ve Shubert, Adrian. 1995. Spain at War: The Spanish Civil War in Context, 1931-1939, Longman Group United Kingdom.
Graham, Helen. 2002. The Spanish Republic at War, 1936-1939, Cambridge University Press.
–––––––––. 2005. Spanish Civil War. A Very Short Introduction, Oxford University Press.
Gómez Casas, Juan. 1986. Anarchist Organisation. The History of the F.A.I., Black Rose Books.
Harvey, Charles E. 1978. “Politics and Pyrites during the Spanish Civil War”, The Economic History Review, New Series, cilt 31, sayı 1 (Şubat 1978), s. 89-104.
“Manifesto of the National Committee of the CNT regarding the May Days in Barcelona”. 1938. <https://www.marxists.org/history/etol/document/spain/spain07j.htm> Erişim Tarihi: 10 Ekim 2013.
Romero Salvadó, Francisco J. 2005. The Spanish Civil War. Origins, Course and Outcomes, Palgrave Macmillan.
Ruiz, Julius. 2015. The “Red Terror” and the Spanish Civil War. Revolutionary Violence in Madrid, Cambridge University Press.
Vilar, Pierre. 2007. İspanya İç Savaşı, çev. Işık Ergüden, Ankara: Dost Kitabevi.
Viñas, Angel ve Collado Seidel, Carlos. 2002. “Franco’'s Request to the Third Reich for Military Assistance”, Contemporary European History, cilt 11, sayı 2 (Mayıs 2002), s. 191-210.
[1] Fakat Charles E. Harvey (1978: 90, 103) İngiltere'nin politikasının düşünüldüğünden daha esnek olduğunu, özellikle de madenlerdeki (pirit) çıkarlarını korumak amacıyla faşistlerle giderek daha sıkı ilişki kurduğunu, Almanya'nın ise önemli miktarda maden nakletmiş olmasına karşın, istediği hedefi tutturamadığını savunur.
[2] Birçok yazar, faşistlerin askerî-teknik gücünün üstünlüğü karşısında salt geleneksel savaş yöntemleriyle yetinip alternatiflerden biri olarak gerilla savaşına başvurmanın tümden reddedilmesini de emperyalist güçleri (“demokrasi kampını”) devrimci bir mücadele yürütmediklerine ikna etme gayretkeşliğine yorar.