İcraatın İçinden: Yahşibey Tasarım Çalışmaları

Bugüne kadar yürüttüğü kırk atölyede, 450’nin üzerinde öğrenciyle odağında rekabetin ve paranın olmadığı” tasarım çalışmaları gerçekleştiren Emre Senan Tasarım Vakfı, Yahşibey Tasarım Çalışmaları, geçtiğimiz ay Studio X’te açtığı “10 Yılın Hesabı” adlı sergiyle onuncu yılını kutladı. Atölyeler, İzmir’in Dikili ilçesinde bulunan Yahşibey Köyü’nde, Mimar Nevzat Sayın’ın tasarladığı proje evinde reklamsız, sponsorsuz ve ücretsiz gerçekleşiyor. Amacı, “evrensel tasarım kültürü birikimine alçakgönüllü bir katkı” sunmak olan atölyelerde grafik tasarımdan mimarlığa, endüstri ürünleri tasarımından modaya, gastronomiden şehirciliğe birçok disiplinde tasarım çalışmaları düzenleniyor.

Atölyelerin kendine ait bir yazı tipi, lipsos balığının yerel türü olan Adabeyi’nden esinlenerek tasarlanmış son derece ilginç bir logosu ve iki kitabı bulunuyor. Kitaplardan ikincisi; İkinci 20, vakfın bugüne kadar gerçekleştirdiği yirmi çalışmanın yorumlanarak aktarıldığı bir ortak çalışma. Gerçekleştirilen projelerin tamamına Yahşibey Tasarım Çalışmaları web sayfasından erişebilirsiniz.

Yahşibey Atölyelerinin kurucusu, birçok sivil toplum örgütünün grafik çalışmalarının arkasındaki gönüllü destek, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi emekli öğretim görevlisi,  tasarımcı, çizgi filmci ve sanatçı Emre Senan’la Yahşibey Tasarım Atölyelerini konuştuk.

"Büyük Çocuklar Okulu"

https://vimeo.com/217676533

Elif Gül Tirben: Yahşibey’e nasıl yerleştiniz? Kafanızda, burada bir tasarım vakfı kurma fikri var mıydı yerleşirken?

Emre Senan: Hayır. Benim Yahşibey ile tanışmam çok ilginçtir. Yakınından geçerken kazara gördüm. Sonra da orada küçücük bir dam aldım. İlk beş dakikada, yani köye girdiğimden beş dakika sonra cebimdeki parayı kapora olarak vermiştim. Böyle, tam ilk görüşte aşk meselesi.

EGT: İlk görüşte aşk mı? Orası baya tepede kalıyor ve biraz da çorak sanki.                             

ES: Yani âşık olacağınız insanı kendiniz seçmiyorsunuz, böyle kamyon çarpar gibi bir şey oluyor. Bu da öyle oldu.

EGT: Peki burada bir vakıf kurma fikri nasıl oluştu?

ES: Ben ve eşim Prof. Ayşegül İzer üniversitedeki tasarım eğitimi başka türlü nasıl olur diye düşündüğümüz sırada, arkadaşım mimar Nevzat Sayın’ın her sene bir grup stajyerle yaptığı yaz çalışmalarından birini köyde yaptık. O zaman daha ne vakıf var, ne vakıf binası. Öğrencilere evlerimizi açtık. On beş, yirmi gün köyde kaldılar. Biraz sefil ama müthiş bir çalışma oldu. Sonra bir kez de benzer bir çalışmayı çeşitli mimarlar, konuşmacılar davet ederek yaptık. O da gayet iyi oldu. O sırada ben ciddi bir biçimde tasarım eğitiminde başka türlü ne yapılabilirin arayışı içindeydim.

EGT: Nasıl bir hayaliniz vardı?

ES: Çok somut bir hayalim yoktu ama okulun dışında, klasik tasarım eğitiminin dışında daha yoğun ve işin merkezine rekabeti koymayan bir çalışma vardı aklımda.

EGT: Tasarım dünyasında çok mu fazla rekabet var?

ES: Tasarım dünyasında tabii ki rekabet vardır. Rekabet üstüne kuruludur aslında. Sadece o da değil, tasarım eğitimi de iyi rekabetçiler yetiştirmek için vardır. Bu, bu dünyanın gerçeği muhtemelen ama biz burada öğrencinin yaşamında küçük bir parantez açıyoruz. İşin içinde rekabet olmadan da bu iş yapılabilir mi diye bakıyoruz. Yahşibey’de yapmaya çalıştığımız şey birazcık da o.

EGT: Birkaç yaz önce Yahşibey’deki atölyelerden birinin sonundaki bir sunumu izlemiştim. Özellikle sunum yapma deneyimi olmayanlar, toplum önünde konuşmak istemeyenler dikkatimi çekmişti. Eğitim sisteminden kaynaklanan, insanların bedenlerine sirayet etmiş özgüven problemi, o kadar baskının altında ezilmiş olmaktan dolayı yaşanan “duruş bozuklukları” gözüme çarpmıştı. Bunları aşmakta en azından bir adım atıldığını görmek umut vericiydi.

ES: Bu problemleri büyük ölçüde çözmesek bile, öğrencinin bu durumun farkına varmasını sağlıyoruz. İşin kötüsü, öğrenci bunun farkına varmazsa, bunu içselleştirmezse, bunu bir sorun olarak önüne koymazsa çok büyük sıkıntı çeker. Biz bunun üstüne gidiyoruz. Mesele öğrencinin girdiği an ile çıktığı an arasında pozitif bir fark yaratmak.

EGT: Öğrencileri nasıl seçiyorsunuz?

ES: İyi öğrencileri seçiyoruz oraya. Vasat öğrenci gelemez Yahşibey’e. O bizim çözeceğimiz bir problem değil. Biz iyi öğrenciyi daha iyi bir öğrenci haline getirmeye çalışıyoruz.

EGT: Nedir iyi öğrenci?

ES: Mesleğiyle bir problemi, bir takıntısı olan öğrenci iyi bir öğrencidir benim için. Üretken olması, soru sorması, çalışkan olması, dil biliyor olması önemli. Bütün bunların farkında olması ve burada olmayı talep ediyor olması önemli. İştahtan bahsediyorum. Çok iyi bir portfolyosunun olması lazım.

EGT: Atölyeye katılanların bir günü nasıl geçiyor?

ES: Çok yoğun geçiyor. Çünkü orada sadece çözmekle mükellef oldukları, önlerine koydukları tasarım problemiyle hemhal olmuyorlar. Proje lideriyle beraber oradaki o on beş günlük hayatın bütününden sorumlular. Yemek, içmek, temizlik, dinlenmek, eğlenmek, çalışmak, çalıştığını sonuçlandırmak, sunmak, binayı aldığı gibi bırakmak. Orada bir arada yaşamak bir tasarım problemi. O kadar zor bir şey ki bu.

EGT: Yani böyle denize gidip yüzmeler filan yok.

ES: Hayır, hiç öyle bir şey yok. Görebileceğiniz en yoğun ve meşakkatli zamanları geçiriyorlar orada.

EGT: Kolektif bir yaşam var gibi gözüküyor Yahşibey’de.

ES: On beş gün süre ile öyle. Ama geçen sene bir panelde de söylediğim gibi burası bir komün değil. Bir kere komün on beş günlük olmaz. İkincisi, evet, bütün bu işi birlikte yapıyorlar, her sıkıntıyı paylaşıyorlar, aralarındaki bütün ilişkiyi karşılıklı saygı üstüne kuruyorlar, çünkü saygı olmazsa öyle bir yerde yaşayamazlar. O kolektif içinde bireyi yüceltmeye çalışıyoruz.

EGT: Dünyadan izole, insanın kafasını tasarım problemine gömdüğü bir zaman diliminden ziyade insanı hayata hazırlamaya yönelik bir çalışma mı bu?

ES: İzolasyon da var. Mesela çok gerekmedikçe internet kullanmıyoruz, Google’a başvurmuyoruz.

EGT: Kapatıyor musunuz algıları azıcık, sosyal medyayı özellikle?

ES: Sosyal medya bir algı malgı bilmem nesi değil. Çoğu zaman bir gürültü. Birazcık o gürültüyü kesiyoruz. Her araştırma Google ile yapılmak zorunda değil. Kullanıyorlar tabii,  kişisel haberleşme var. İnternet yasak diye bir şey yok. Ama bunu hep beraber orada birlikte kararlaştırıyoruz. “Arkadaşlar, biraz onsuz olabileceğini görün bu işin,” diyoruz. Zaten oluyor da. Çok rahat ediliyor.

EGT: Sizin bu parasızlık meselesini de konuşalım. Sponsor almıyorsunuz. Parasız yürüyor burada işler.

ES: Şimdi vakıf parasız. Ben parasızım. Öğrenciler zaten tanımları gereği parasız. Proje liderlerimizi hiç para vermeden çağırıyoruz. Kendi paranı kendin harca, bin uçağa gel diyoruz. Dolayısıyla gönüllülük meselesi var burada. Gönüllü olmayan Yahşibey’e gelemiyor. Bir öğrenci buraya geldiği zaman yol parasını hesaplamazsak şayet, on beş günde yüz elli, iki yüz TL para harcıyor. Bu da işte ortak yiyecek içecek masrafı, eğlence masrafı.

EGT: Yurtdışından öğrenciler geliyor mu?

ES: Tabii. Gelen öğrencilerimizin üçte biri yurtdışından.

EGT: Sponsor kabul etmemenizin bir sebebi var mı?

ES: E tabii. Herhangi bir sponsorluk ilişkisi parasal bir ilişkidir.

EGT: Para konuşmuyoruz diyorsunuz Yahşibey’de.

ES: Sponsor almayınca bu meseleyi konuşmamış oluyorsunuz. Çok basit bir çözüm aslında. On senedir de hiçbir yerden sponsorluk almadan bunu başardık. İlla da bize katkıda bulunmak isteyen varsa, bize aynî bir yardım yapabilir. Yani gelip iki tane masa hediye edebilir, bilgisayar hediye edebilir, o zaman başımızın üzerinde yeri var. Para vermek istiyorsa, makbuz karşılığında bağışta da bulunabilir ama kimsenin peşinden de gitmedik. Bugüne kadar vakfın aldığı tek bağış bu kitapların satışıdır. (Vakıfta gerçekleştirilen kırk atölye çalışmasının yaratıcı bir sunumundan oluşan İkinci 20 adlı kitabı gösteriyor.) Bu kitabı satın alan vakfa bağışta bulunmuş oluyor. Karşılığında bir şey almış oluyor. Sponsorluk demek karşılığı olmayan bir parayı almak demek. Biz böyle kimsenin bir sosyal sorumluluk projesinin bir parçası falan da olmak istemiyoruz. O tür ilişkilere girmek istemiyoruz. O tür ilişkilerin hepsinin tuhaf bir alışverişinin olduğunu ben kişisel hayatımdan biliyorum. Bu hayatta her şey sponsorsuz yapılabilir mi? Onu bilmem. Ama biz yapabiliyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz.

EGT: Buraya yerleştiğinizden beri köyle ilişkileriniz nasıl?

ES: Şahane.

EGT: Nasıl karşılandı köyde tasarım çalışmaları?

ES: Önce biraz yadırganmış olabilir. Ama köye hiçbir rahatsızlık vermediğimizi gördüler. Gerçekten çok özen gösteriyoruz o konuda. Gürültü patırtı yapmıyoruz örneğin, ortalığı batırmıyoruz. Tam tersine köye bir şey katmaya çalışıyoruz. Bizim çoğu atölye çalışmalarımızın on beş gününün en az bir veya yarım günü köyde arazide bir iş yapmakla geçer. Hiçbir şey yapamıyorsak, bir konumuz yoksa köyü temizliyoruz, sokakları dolaşıp çöp topluyoruz.

EGT: Atölyelerin sonunda köye ve katılmak isteyen herkes açık bir sunum gerçekleştiriyor ortaya çıkan tasarım ürünüyle ilgili. Bu sunumlara katılım nasıl köyden?

ES: O sırada ayaktalarsa ve başka bir işleri yoksa mutlaka gelirler. Bütün sunumlarımız köylü dostlarımızla, yerel insanlarla doludur. Katılırlar tartışmalara.

EGT: Atölyeler süresince köyle ilgili işler ürettiniz mi?

ES: Çok. Özellikle mimarlık çalışmalarının çoğu köy veya çevresiyle ilgili çalışmalar.

EGT: Birkaç örnek verebilir misiniz?

ES: Bir tanesi, Cornell’den gelen mimarlık profesörü Werner Göhner’in atölyesi. Onun atölyesinde dört köy ele alındı. Öğrenciler bu köylerde birer hafta misafir oldular. Bu köyle ilgili bir envanter çıkarttılar. Daha çok pencerelerin ve kapıların üstünden yaptılar bunu. Sonra her bir grup bu dört köye, teşekkür anlamında bir müdahalede bulundu. Köyün birinde, gölgesi olan bir dut ağacının altında oturma alanı yaptılar, hâlâ duruyor ve kullanılıyor. Bir köyde ilkokul öğrencileriyle bir araya gelip resim sergisi açtılar. Trafiğin özellikle hafta sonları kötü aktığı bir köyde, eksik olan trafik işaretlemelerini yaptılar. Onun da izleri hâlâ duruyor. Yine böyle bir şehircilik ve grafik tasarımı atölyesi oldu. Onda da bütün Dikili köyleri gezildi ve bir görsel envanter çıkartıldı. O kitap haline geldi. Birinde, atölye sırasında Ramazan’dı. Akşam top atılıyor, ezan okunuyor ve oruç açılıyor, hepsi Danimarka ve başka ülkelerden yabancı öğrenciler bunları öğrendiler. İmamla konuştular, ondan ezanın sözlerini aldılar. Türkçeye ve İngilizceye çevirttiler, tam ezan ve top atılma ânında iki bloğun arasına gerdikleri bir perdeye, top atışı ve ezanla senkronize bir biçimde, ezanın altyazısı gibi, köyden görülebilecek şekilde İngilizce ve Türkçe sözleri yansıttılar. Müthiş bir etkinlikti o.

EGT: Yahşibey Tasarım Atölyelerinin kendi fontu da var. Nasıl ortaya çıktı bu font?

ES: Fontun adı Yahşi Dot. Benim Türkçedeki bazı harflerin tasarımına dair çok şikâyetlerim var. Ş, ç gibi; alttaki o çengeller falan... Ayşegül’le birlikte Saraybosna’ya gidişimizde orada, o bölgenin halklarının kullandığı Kiril alfabesini gördüğüm zaman, niye biz buna yakın bir şey yapmıyoruz diye düşündüm. Orada yaptıkları şey, birtakım harflerin noktalarını yukarıda kullanmak. Sonra buraya geldik. Özge (Güven) ile birlikte çalışıyorduk o zaman. Ona fikrimi anlattım ve bu fontu tasarlamaya giriştik. Üstüne gittik bu noktaları yukarı alma meselesinin. Hem yukarı aldık hem büyüttük. Bununla ilgili başka bir şey söyleyeyim. Bu sene ilk yapacağımız atölye (temmuzda), kırk birinci atölyemiz, bir yazı tasarımı atölyesi olacak ve yeni Yahşi Dot’lar tasarlayacağız.

EGT: Biraz da, Yahşibey’de bugüne kadar gerçekleştirilen kırk atölye çalışmasının yer aldığı İkinci 20 adlı kitaptan bahsedebilir misiniz?

"40. Yahşibey Tasarım Çalışması"

https://vimeo.com/259138539

ES: Bu kitabın şöyle bir ilginç tarafı var. Atölyenin ilk kitabını biz Özge Güven ile birlikte yapmıştık. Dolayısıyla iki tasarımcının ürünüdür. Bu kitabı da kırkıncı atölye çalışmasında yaptık öğrencilerle birlikte. On iki öğrenci geldi. On üçüncü öğrencimiz bir bebekti. Öğrencilerimizden bir tanesi bebeği ile birlikte geldi oraya ve biz on beş gün içinde bu gördüğün 672 sayfalık kitabı çıkardık ortaya. Kitabı yaparken var olan workshopların, atölyelerin sunumlarını buraya olduğu gibi koymadık. Her grup, o atölyeyi ele alan grup oturup yorumladı ve kendi yorumunu koydu. Dolayısıyla internetteki o atölyenin sunumuyla kitaptaki sunumu arasında çok ciddi bir fark göreceksin. Aynı şeyi anlatıyorlar ama farklı şekillerde anlatıyorlar. O açıdan çok ilginç bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Bir tür doğaçlama aslında bu kitap. On beş gün boyunca bir yere kapandık ve hep beraber bir doğaçlama yaptık. Sonu bir felaket de olabilirdi ama o kadroyla bir felaket çıkmazdı ortaya.

EGT: Yahşibey Tasarım Çalışmaları’nın şahane de bir logosu var. Logoyu nasıl tasarladınız? Anlamı nedir logonun?

ES: Orada bir tane balık görüyorsun. O balık o bölgenin endemik bir türü denilebilir.                 Aslında işte bizim bildiğimiz lipsos ve iskorpitin amcaoğlu diyelim. Orada Adabeyi derler ona.

EGT: Böyle biraz sanki tarih öncesi bir çağdan kalma bir şeye dönüşmüş gibi mi, yoksa kendisi de mi öyle?

 ES: Kendisi de öyle. Zaten dikenli bir balıktır ve dikenleri zehirli bir balıktır.

EGT: Yenen bir tür mü?

ES: Ooo şahanedir! Fakat çok ekonomik değeri olan bir balık değildir. Tonlarca avlanmaz. Her ağdan bir iki tane çıkar. Ama Adabeyi derler orada ona. İsmin ve balığın çok güzel olması ilgimizi çekti. Biz oralarda yaşamaya başladıktan sonra, projemize bir işaret ararken, denizle, o bölgeyle ilişkisini o balık türüyle kurduk.

EGT: Teşekkür etmek istediğiniz, katkılarından bahsetmek istediğiniz kişiler var mı?               

ES: Üç kişiye teşekkür edeyim. Yoksa bu teşekkür listesi çok uzar. Birincisi, hiç gıkını çıkarmadan bu deli projede benimle birlikte hareket eden Ayşegül İzer’e... İkincisi Nevzat Sayın’a; bu projeye birçok açıdan çok ciddi destek verdiği için. Üçüncüsü de Yılmaz Usta’ya; bizim bu işi yaptığımız binayı yapıp gözünü, elini üstünden esirgemediği, hâlâ bizimle beraber olduğu için.