Tabiat ve Eleştiri: Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu’ndan İlhamla

Şehrimizde iyisini bulmak zor, hem mensubu olduğum sınıfın erişimine açık değil zaten: Yaşadığım daire, ziyaret ettiğim eşin dostunkiler gibi, kötü tasarlanmış ve inşa edilmiş bir apartmanda; kitap yığınları, baskı resimler, fotoğraflar marifetiyle meskenleşebiliyor ancak. Partnerim gittiğimiz her sayfiyeden Orta Anadolu’ya taşıdığı kayrağa, çakıla bayılıyor. Suntaya, karoya boğulmuş mutfakta, banyoda, sabunların altında, onbinlerce senelik varoluşlarının bu evresinde hiç beklemedikleri bir sürgüne katlanmak zorunda kalan bahtsızlar gibi duruyorlar. Salondaki nebâtat da sürgün, ama daha şanslı: Burada doğmuş pencere önü çiçekleri çoğu. Sesimi çıkarmıyorum ya, tabiat parçalarını bu berbat yapıların içine de dışına da yakıştıramıyorum, derken işler çığırından çıkıyor: Bu aralar taş, toprak, ot, yaprak her yerde. Şehir hayatımızın zeminine ferah feza yayılmış halde değil; imaj olarak, gösteri olarak, hatırlatma ve nostalji unsuru olarak, kültür turizminin beklenmedik yerlere sürülmüş yeni gözdeleri olarak, galerilerde, sanat alanlarında, bienal pavyonlarında. Sebep?

Akademiden iki hatıra: Neredeyse yirmi sene olmuş, Design and Emotion cemaatinin bilmemkaçıncı konferansına bir bildiri yazdık. Nesnelerin biçimsel niteliklerini bölüp parçalayıp duygularla eşleştirdikleri hem psikolojist hem biyolojist hem doğalcı, yani maalesef bilimsi envanterlerini eleştirirken, ürün fiyatının yarattığı “duygulardan” hiç bahsetmemelerine değinirken epey eğlendiydik.[1] Hınzır bildirimizin kabul edilmesine şaştık; kısa çöpü çektim, onca yolu teptim, Hong Kong Politeknik’e vardım da ne göreyim: Menfî sözümüz, son gün son oturumun son bildirisi olarak, “Branding” başlığı altına, labirentin nihayetindeki en sote sınıfa yerleştirilmiş; aynı saatte en iyi bildiri ödülünün takdim edileceği kapanış töreni de var. Birkaç sene sonra, akademinin kör masatına sürte sürte keskinleşmişim, yerli ve milli bir konferansta bu kez münferit bir eylemdeyim. Tasarıma atfedilen yaratıcılık, sürdürülebilirlik ve sair parıltılı ama muğlak sıfatın emek ve tabiat sömürüsünü görünmez kılma işlevine dair, alanın muktedirlerinin canını sıkan laflar filan. Namlı profesörle ne zaman karşılaşsak çekişirdik ya, o gün hoca epey gergin, neredeyse tehditkâr. Bir önceki karşılaşmamızda o ev sahibiyken “Ben senden daha Marksistim!” demişti de gülüşmüştük; bu kez çok gerçekçi, ciddi, isabetli: “Daha ne kadar ısrar edeceksin bu ‘akademinin yaramaz çocuğu’ tavrında? Konferanslarda sevilir böyle sansasyonel şeyler ama kariyerini gözeteceksen, eleştiriden vazgeç, üretken[2] bir projeye dahil ol.”

Tasarımda[3] eleştirinin makûs talihiyle tabiatınki nasıl da benziyor birbirine: Ana akımın kıyısına siyaseten doğruculuk kadrosundan cebren dahil edilmiş bir bezeme unsuru, aşındırıcı veçhesi budanmış bir besleme, akademinin ve sermayenin aşikâr çürümeye, kokuşmaya önlem olarak arada bir vurdurduğu cıvık aşı, seyyar günah çıkarma kabini.[4] Netflix dizilerinde müesses nizama toplumsal yıkıcılıklarından arındırılarak eklenmiş queer karakterlerin verdiği teselliyi burada da bulabilir miyiz? Tabiatın ve eleştirinin güncel tasarım kuramında ve pratiğindeki mevcudiyetini asla terk edilmemesi gereken cephelerde küçük ve sembolik bir terakki olarak mı okunmalı, yoksa ehlileştirmeyle, temellükle mühürlü zımnî bir bozgun olarak mı? Safları sıklaştıralım mı, yoksa tamam mıyız artık, dağılalım mı?

Mimarlığın, tasarımın, sanatın döke saça üretilip tüketildiği, tartışıldığı aydınlık taşra şehrimizin mutena parkurunda aylak aylak yürüyoruz. Tipik park, işte: Çıplak toprak aşırı sınırlandırılmış, belediyenin favori bitkileri rahatsız edici bir düzenle ekilmiş, bakılmış. Sıcak asfalt üzerine ızgara basılarak arnavutlaştırılmış zemine, sağlığını yitirmiş bahtsız çocukların boy boy fotoğrafını bağış tetikleyicisi niyetine kullanan meşhur sivil toplum kuruluşunun rengarenk kocaman logosu şablonla boyanmış, beş metrede bir. Slogan da eksik değil: “Sevgi, iyilik, umut.” Herhangi bir başka oluşumun, inisiyatifin, örgütün alamayacağı izni her nasılsa koparmışlar belediyeden, diğerlerinin kaçak göçek yazılamaları biteviye silinedururken. Apaçık iktisadî bir kurumun iyi niyeti nasıl sorgulanamaz hâle gelmiş ki? Avelina Lésper[5] aynı soruyu güncel sanat için soruyor, güncel mimariye de taşırabileceğimiz bir vurguyla. Dünyanın derdine dert katan sermayenin fonlarla semiren uslu uzantılarına dönmüş sivil toplum kuruluşlarının, çağdaş sanatın, kavramsal mimarlığın iyi niyetinden şüphe duymak günah mı?

Kendi küçük, ama sanki temsil gücü büyük bir vaka: Geçen yaz, tahammülfersa bir sayfiyeye dönüşmüş memleketimde, bir rakı sofrasında iki arkadaşımı tanıştırıyorum. Orada yaşayan, turizmle, müteahhitlikle uğraşıyor; kendi evini inşa etmeye niyetli diğeri de bizimkine yakın köylerden birindeki toprak yapı atölyesi için uzaklardan kalkıp gelmiş. İlgi alanları yakın, yaklaşımları epey uzak birbirine. Müteahhit agresif bir merakla önce işin ayrıntılarını, ama en çok da maliyetini soruyor, yanıtları beğenmiyor, olmazlanıyor. Sürdürülebilir bir yapıyı kendi elleriyle inşa etme arzusunu bir türlü anlayamıyor, inşa ettirdiği taş kaplama betonarme villalardan daha pahalıya mâl olacaksa ne gereği var? Hem, nasıl olacak bir çift elin marifetiyle? İnşaattan kâr etmenin yolunun emek sömürüsünden geçtiğini biliyor elbet. Beriki direniyor: Bu tür işlere girişenlerin birbirine destek olduğundan, imeceden dem vuruyor. Anlaşamıyorlar. Toprak ev tutkunu tuvalete gittiğinde, müteahhit, kendi turizmci değilmiş gibi, ikimizi bir kefeye koyuveriyor: “Siz hep böyle turistik hayaller peşindesiniz, olmaz ama, imkânsız.”

Tamam, imkânsızı isteyelim, ama gerçekçi de olalım. Bugün mimarlığın ve inşaatın ne olduğunu soruyorsak, hesap belli: Dünyadaki mevcut tüm mimari pratikleri toplayıp pratik sayısına böldüğümüzde bulacağımız aritmetik orta, durumun vehametini apaçık gösterecektir. Asla geniş uygulama alanı bulamayacak, hep marjinal kalacak iyi örnekler ne kadar erdemli, bilge, özenli de olsa[6] işbirlikçi mimarlığın günahlarını dengeleyecek kadar sevap işleyemez, ancak vitrinde kalır, bin ayıp örter.

Halbuki, toprağın tüm potansiyelleriyle kavranmasının yegâne yolu, devasa bir engelin idrakinden geçiyor: Mülkiyetin zorlu bir koşul olarak orada durduğunu, bu koşulun cümle eşyayla ilişkimizde olduğu gibi toprağa dair tasarrufumuzu da sınırladığını görmezden gelmek yaratıcı güçleri serbest bırakacak bir hamle değil, bir semptomatik aymazlık olabilir ancak. Kavrayışımız ve eylemlerimiz üzerindeki etkileri dikkatle çözümlenmedikçe, yani mülkiyet meselesi en azından teoride ve mümkünse pratikte aşılmadıkça, toprak, arazi olmaktan çıkamayacak. Bu maddi zemin müşterekleşmedikçe, ona dair cümle tasavvur, ilham ve tasarım, müellifinin, sahibinin elinde kalacak, toprak tahayyülü ve hakikatiyle aramıza aşılmaz bir çit çekecek; toprağa dair çeşitlemeler iyi niyeti şüpheli azınlık fantezileri, aklayıcılar, yahut seçkinci tesellilerin yavan turizmi olarak kalacak. Gösterisini yapıp alkışı alsın diye kısacık bir süreliğine sahneye sürülen, ama mühim karar anlarında asla fikri sorulmayan âtıl, bohem evlat: Toprak galeride, eleştiri de bienal için hazırlanmış uydu kitapların sotesinde ancak yer bulacak.[7]

Artık dağılabiliriz.


[1] Tasarıma dair kavrayışlar ve tartışmalar burada kat edemeyeceğim kadar geniş bir alana yayılıyor, ama kafayı işin ekonomi-politiğine takanlar azınlıkta. Evet, tasarlanmış nesnelerin maddi niteliklerinin insan bedenine ve zihnine etkileri dikkatle çözümlendi, çözümleniyor, çünkü müstakbel tasarımların hoş tecrübeler ve hisler yaratma yeteneğini hep artırmak lazım. Bu bitmek bilmez çabanın yan ürünlerinden biri, kullanıcının hayatını kolaylaştırmak, pürüzsüzleştirmek olabilir kimi vakada. Ama nihai amaç, ürünün üreticinin mülkiyetinden tüketicinin mülkiyetine olabildiğince hızla geçmesidir elbette; meta-para-meta akışının sürtünmesiz kılındığı bir ufka ilerlemektir. Rota böyle çizilince, meta eleştirisi, tasarım âleminde teorik bir pürüz sayılıyor olabilir: Tasarlanmış nesne, hem akademide hem de meslek söyleminde, sanki meta değilmiş ve asla meta olmayacakmış gibi, mübadelenin kirli, eşitsiz koşullarından azade, neredeyse salt estetik tecrübe olarak muhafaza edilir; meslek erbabı emek ve ürün koşullarının farkında değilmiş gibidir.  

[2] “Alanın hakim kişi, kurum ve söylemlerini olumlayan, fon getiren, suya sabuna dokunmayan, tavşan tersi” gibi terimlerle de yer değiştirebilir herhalde “üretken” kelimesi. İğdiş edilmiş bir şeyin üretken sıfatına nail oluşu, nedense, iktidara yaslanan harem ağalarını anımsatıyor bana bugün.

[3] “Tasarım” kavramını epey geniş, Benjaminci bir anlamda kullanıyorum; medeniyet ve zulüm vesikalarının alayı, hatta, zulmü medeniyete tercüme etme yöntemi: Yüksek katlardaki ortak teraslarına ağaçları rehin almış akıllı yapılar, imâli esnasında harcanan ve zehirlenen deryayı hesaba katmadan su sarfiyatını minimuma indirdiğini iddia eden bulaşık makineleri, her gün binlerce tavuğu katledip pişiren zincir lokantaların soyutlanmış tavuk imgesinden devşirdikleri logolar, binlerce millik uçuşlarla semiren karbon ayak izlerini, beyaz galerilerdeki beyaz kaidelerin üstüne, oradan buradan -ama en iyisi, lokal ve site-specific olmak için sergi mekanının yakınında bir yerden- toplanmış taşı toprağı silme dökerek örten fonlu çağdaş sanat işleri, son model dijital kameralarla çekilmiş hafriyat videoları, fotoğrafları, maddi ilişkileri ve mülkiyeti mevzu etmeden toprağın kadim bilgeliğinden dem vurabilen cümle “proje”. Örnekler sonsuzca çoğaltılabilir.

[4] İlk dipnotta değindiğim genel manzaraya ek olarak bir istisnadan ve sonradan ona eklenen bir gelenekten söz edilebilir: Endüstriyel tasarımın tarihi, ne tuhaf, endüstriyel üretimden hiç hazzetmeyen, tepkisel bir akımla başlatılır ana akım külliyatta. Arts&Crafts taifesinin belagati en kuvvetli mensupları, endüstrinin tabiatta ve toplumda yarattığı hasarın, ancak zanaatkarane üretime dönerek telafi edilebileceğini düşünen ütopyacı sosyalistlerdi. Doğal ve yerel malzemelerin kullanılmasıyla, endüstriyel mükemmelliğin hor görülmesi ve insani kusurların kucaklanmasıyla, usta-çırak örgütlenmesiyle, hatta mülksüzlük, mesleksizlik, aylaklık, özgürlük gibi fantezileriyle, belki de hiç varolmamış bir tabiat ve toplum tahayyülüne bir türlü edilemeyen hüzünlü, zorunlu bir veda gibi görünür bu akım.

Bir sonraki farkındalık dalgası için neredeyse bir asır geçmesi ve endüstri devrimi denli kuvvetli bir krizin herkesçe bellenmesi gerekecektir. Petrol krizinin tetiklediği bu dalga, ekolojik, yeşil ve nihayet sürdürülebilir sıfatlarına yatırım yapan çevreci tüketime tahvil edilecektir: Üretim koşullarında ve ilişkilerinde tabiata ve topluma dair pek az şeyi değiştiren reformun yarattığı sayısız tarz-ı hayattan biri. Nihayetinde, geldiğimiz yer belli: Raflarına plastiğe sarılmış, mürekkebe banılmış binlerce ürün dizen bakkal irileri bile kasalarında “yeşili koru” emrini veren bez çantalar satıyor nicedir. Bu sırada, başka bir ölçekte, devletler çevre sözleşmelerine imza atmaktan imtina ediyor, kazara atanlar da küstahça vazgeçiveriyor. Büyük üreticiler, yasaların kendi ülkelerinde müsaade etmediği günahları işleyecek yerler buluyor, küçük ülkelerden emisyon hacmi kiralıyor, çöplerini oralarda dönüştürtüyor.

“Sürdürülebilir kalkınma” lafındaki çelişki, dolaşıma girdiği andan itibaren kimi sivri çevrelerce tespit edildi;   “idareten”, “göstermelik” gibi tatsız sıfatlarla yerli yerine kondu; ama müşterisi bol her sektör/ürün gibi, tüketim ve iyi niyet kalkanıyla korundu. İklim krizinin gündeme girmesiyle, “ehven-i şer” kulübesinden “olmazsa olmaz” pozisyonuna yerleştiriliverdi, yeni belanın devre arasında.

[5] Çağdaş Sanatın Sahtekârlığı, Türkçesi: Emrah İmre, Tellekt, 2022

[6] Adab-ı muaşeret icabı, bir not: Bu meseleyi gündemine samimiyetle almış, pratiğini bu dert çekirdeğinin etrafına örmüş vakalara, buna bilgi ve emek yatırımı yapmış kişilere bodoslama girişmek değil derdim. Bunlar ortalamayı yükseltecek bir yekûnda birikmiyor zaten. Burada ifade etmeyi denediğim kaba yargıyı var eden soru, kariyerini bilindik sektörel vasata yaslayıp vicdanını idareten havalandıran meslek erbabına soruluyor. 

[7] Bulamadı. Bu metni 2025 Venedik Mimarlık Bienali’nin Türkiye pavyonundaki Yerebasan sergisine eşlik edecek kitap için yapılan davet vesilesiyle yazdım. Ne ki, kitabın editörü, tonunu “şahsî ve sert” bulduğunu gerekçe göstererek metni bu haliyle kitaba dahil etmeyeceğini bildirdi; ben de revizyon önerisini reddettim (30 Ocak 2025). Halbuki seçici kurul başvuranlar arasından Yerebasan projesini başka niteliklerinin yanı sıra “eleştirel düşünceyi tetikleme gücüne sahip olması nedeniyle seçtiklerini” açıklamıştı. Bkz. https://www.iksv.org/tr/haber/venedik-bienali-19-uluslararasi-mimarlik-sergisi-turkiye-pavyonu-nda-ceren-erdem-ve-bilge-kalfa-nin-kuratorlugunde-yerebasan-projesi-sergilenecek