Bir dönem ciddi mağduriyetler yaşamış birilerinin, koşullar değişip mağduriyetleri sona erdiğinde yeni mağdurlar yaratmamak için çaba göstermesini bekleriz. Bu durum, toplumlar söz konusu olduğunda da geçerli.
Ama “mağdur”un “mağrur”a dönüştüğü örnekler, pek vaka-i adiyeden sayılamayacak çoklukta. Sanıyorum, bunun en göze çarptığı örneklerden biri İsrail. Bir yanda Holokost var. Gaz odaları, toplu ölümler… Üstüne sayısız film yapıldı, belgesel çekildi, roman yazıldı, hatırat yayımlandı… Acının boyutu, bazı düşünürleri “Soykırım yazılamaz” demeye itti. Hiçbir kelime, hiçbir cümle o acıyı anlatamaz çünkü. Peki, acının bu kadar içinden geçmiş insanların şimdilerde Filistinlilere sergilediği acımasızlığı nereye koyacağız? Bu politikanın karşısında olanlar elbette var ama İsrail devletinin Filistinlilere bakışı gene de çok demokratik sayılamaz herhalde.
Dönelim Türkiye’ye. Yıllarca “iktidar olabilen ama muktedir olamayan” kesim, AKP ile bu yargıyı yıkmış oldu. Hele “ustalık” döneminde, eski yol arkadaşları da trenden indikleri veya atıldıkları için, gerçek manada hiçbir zaman “muktedir” olamamış insanlar iktidarın tek sahibi oldular. Bir ölçüde, iktidar tabana yaklaştı, “demokratikleşti”. Ama “demokratikleşme”nin niceliksel boyutu, niteliğinin fersah fersah önüne geçti.
Mesela, üniversitede başörtüsü yasağı varken buna karşı çıkan ve “serbeste serbestî” isteyen birçok demokrat, sosyalist, liberal insan artık AKP çevresinde yer almıyor. Olabilir. Yollar ayrılır. Ama bugün “yeni mağdurlar” yaratılırken, ilk önce ses vermesini beklediğimiz “dünün mağdurları” o sesi hiç vermiyor.
Üsküdar’daki sokak röportajının bir de bu bölümü var. Ülkeyi suni korkularla seksen sene oyalayan “alçak Batı”, “takke yasağı” gibi çeşitli yasaklarla birçok insanı mağdur etmişti. Bugün, AKP sayesinde şartlar değişiyor; Türkiye, zirveye ulaşmak için birçok yatırım yapıyor… Tunusbağı’nda artık bir ay bekleyen, kokuşan çöp birikintileri yok. Su kesilmiyor, bulanık akmıyor. Beş saatlik ilaç kuyruğu kalmadı. Gerekirse ambulansla gidip gelmek bile mümkün. Üstelik ücretsiz. Artık ne “takke yasağı” var ne başörtüsü sorunu.
Ama mağdurun kimi zaman yeni mağdurlar yaratmaya bilakis koşarak gittiğini de görüyoruz. Adamın, röportajın ortasında “Sen önce dişini fırçala,” diyen kadına verdiği cevap da böyle. Kadının söylediği ne kadar argüman değilse, adamın dediği de tahakkümün karşı tarafa iletilmesinden başka bir şey değil. Polisi aramakla, “aldırmakla” tehdit etmek, “vatan haini” demek, kadının 15 Temmuz’u yapanlarla aynı amaç uğruna mücadele ettiğini söylemek… Bu aşamada, “Kadının 15 Temmuz ile ilişkisini nereden biliyorsun?” diye sormaya bile gerek yok, çünkü bilmiyor. Ama bilmek umurunda değil. Bağıra çağıra bunu söylemek, aslında “buranın sahibi benim” demenin başka bir yolu, kadını korkutmak amacıyla verilmiş bir cevap. Dolayısıyla, iki söylemin de siyaset ile alakası yok. Ama bir yandan da var. Diyelim ki, adam polisi aradı ve kadını “aldılar”. Ne olacak? Daha huzurlu bir toplum mu olacağız?
Ama bütün tehditkâr sözlerine rağmen, adamın kadınla doğrudan bir derdi olduğunu düşünmüyorum. O vaveylanın kendi içinde bir zevki var: “hor görülmüş” garibin intikamı. “Ararım polisi!” Bu sözle beraber tartışmanın biteceği muhakkak. Zaten öyle oluyor, kadın arkasını dönüp gidiyor. İyi de, bu bağırış çağırıştan kendine vazife çıkaran biri, kadına herhangi bir şey yapsa, bunun sorumluluğunu kim üstlenecek? Birinin arkasından “vatan haini!” diye uluorta bağırdığınızda, ya yalan söylüyorsunuzdur ya da karşınızda gerçek bir vatan haini vardır. Vatan hainliği tescil edilmiş birine pek nazik davranılmayacağı da kesin. İyi de bunu kim tescil edecek? Nasıl edecek? Bu kıstasları koyma hakkına kim sahip?
Bu adamın kafası estiğinde avaz avaz “vatan haini!” diye bağırabilmesinin müsebbibi de politikacılar. O kadar sıklıkla telaffuz edildi ki, içi boşaldı. “Vatana ihanetin” ölçüsü, benim dediklerimi dememek, benim gibi düşünmemek oldu. Herkesin birbirini canı çektiğinde hainlikle suçladığı, dolayısıyla suçlamaların sıradanlaştığı ve kimsenin üstünde durmadığı bir toplum haline geldik.
Mağduriyetler de, özgürlükler de bir bütün aslında. İlkesel olarak bakınca, bir dönemin mağdurunun yeni mağdurlar yaratmaktan özellikle kaçınması gerektiğini iddia edebiliriz. Ama bu gerçekleşmiyor. Yeni mağduriyetler yaratmamak, özgürlüklere bir bütün olarak sahip çıkmak yerine, devletin gücünü arkasına alanın ötekine hükmetmeye çalıştığını görüyoruz.
İktidar değişiyor, mağdurlar değişiyor ama “mağduriyet” orada öylece duruyor. Buradan da sağlıklı bir toplum çıkmıyor tabii.