Bir süredir doktora programım sebebiyle Kanada’da yaşıyorum. Türkiye’den bir arkadaşım, “Nerelerdesin? Döndün mü?” diye sordu. “Nereye döndüm mü?” dedim, “Türkiye’ye mi, Kanada’ya mı?” Verdiğim cevaptan sonra bir anlık sustum kaldım. Sahi insan ne zaman bir yere artık “gitmez” de “döner”? Gurbete “gidilir” de memleket hep “döndüğümüz” yer midir? İnsan gurbete “döner” mi?
Memleket nedir, neresidir? Top koşturduğumuz sokakları, sokağın köşesinde şeker aşırdığımız bakkalı, cipslerinden çıkan tasoları biriktirip caka sattığımız okul koridorlarıyla doğup büyüdüğümüz yer midir? Yoksa annemizin, babamızın, sevdiklerimizin yaşadığı yer mi?
Suriyeli bir arkadaşım cevapladı bu soruyu benim için. “Özlemedin mi hiç Şam’ı?” dedim. “Özleyeceğim, geri döneceğim bir Şam kalmadı ki,” diye yanıtladı. “Sevdiklerimin, dostlarımın hepsi dünyanın başka kentlerine dağıldı. Kimisiyse ‘kayboldu.’ Nereye döneceğim?”
Her zaman dönecek bir yerinizin olması mıdır peki memleket? Dünyada yerini bulmak mıdır?
Kanada’da doğup büyümüş Filistin asıllı bir arkadaşıma sordum bunu, “Sen nerelisin?” dedim. “Memleket, vatan neresi senin için?” “Filistin,” dedi, hiç tereddüt etmeden. Hiç görmemiş, orada bulunmamış halbuki. Ama ne zaman Ramallah’tan bir anımı anlatsam gözleri dolar. Memleket onun için, belki de sadece haritada gösterebileceği ama aslında hiç dönemeyeceği bir yer. Yine de “bir gün mutlaka” der durur.
Öyleyse memleket, ait olmak mıdır? Bir yere ait hissetmek midir? Gitmesek de görmesek de o memleket bizim memleketimiz midir?
İran Devrimi sonrası ailesi yurtdışına göçmüş, yurtdışında doğup büyümüş bir arkadaşım yanıtladı bunu da. “Kendimi İran’a ait hissedebilmem için, İran’ın da bana ait olması gerekmez mi? Orası artık bana ait değil ki. Ben kendimi oradaki insanlara ait hissetmiyorum. Onlar da sanırım beni İranlı olarak görmüyorlardır.”
Öyle ya, bir Türk, bir Suriyeli, bir İranlı ve bir Filistinli bir araya geldiğinde, arka planda Fairuz, Watani söyler.
***
TUİK’in Eylül ayında yayımladığı Uluslararası Göç İstatistikleri, önemli bir tartışmanın fitilini ateşledi. Bu istatistikî veriye göre Türkiye’den göç eden kişi sayısı 2017 yılında, bir önceki yıla göre %42,5 arttı. Göç edenlerin yaklaşık %30’luk bir kesimini ise 20-29 yaş arası gençler oluşturuyor.
Birçok ulusal gazete “Gençler ülkeden kaçıyor” gibi manşetlerle duyurdu bu beyin göçünü. “Utanç verici bir şeydir insanın ülkesini terk etmek istemesi. Bence onursuz da bir davranış,” dedi hatta kimisi.
Gençlerin Türkiye’den neden gittikleri, önemli bir akademik araştırma konusu. Ekonomik gerekçelerle mi yoksa sosyokültürel gerekçelerle mi gittikleri, bu akademik çalışmalar sonucunda ortaya çıkacak.
Bence bu “beyin göçü” tartışmalarında esasen şaşırtıcı olan iki husus var. Birincisi, gençlerin ülkeyi terk ediyor oluşuna şaşırmamız. Genç işsizlik oranının yüzde 20’lere vardığı; son on altı yılda eğitim sisteminin tekrar tekrar değiştirildiği; daha kötüsü, gençlerin yarısından fazlasının kişisel başarılarında eğitimden ziyade kişisel ilişkilerin ve bağlantıların önemli olduğunu düşündükleri bir memleketten gidiyor olmaları şaşırtıcı mı gerçekten? Çok sevdikleri hocalarının sırf “barış” istedikleri için üniversiteden atıldığı ve mahkemelerde nahak muamelelere maruz kaldığı; tutuklu gazeteci sayısının en yüksek olduğu ülkelerden birinden gidiyor olmaları ya da? Bu gidişi bir tercihin sonucuymuş gibi görmeyi doğru bulmuyorum. Bu gençlerin, başka seçenekleri kalmadığına inandıkları için gidiyor olmaları ihtimalini neden atlıyoruz? Yurtdışına giden arkadaşlarımın önemli bir kısmından, mütemadiyen duyduğum bir ifade var: “Boğuluyormuş gibi hissediyordum.” Farklı arka planlardan bu kadar kişinin aynı ifadeyi kullanması, dikkat çekici. Birinin kendi memleketinde “boğuluyor gibi” hissetmesinin nasıl bir şey olduğunu tahayyül edebilir misiniz?
İkincisi ve bence daha şaşırtıcı olanıysa şu: Türkiye’den ayrılan gençlerden bazılarının, kısmen vicdan azabıyla, ağızlarında buruk bir tatla, hep bir gözleri arkada ayrılıyor olmaları. İnsanın gözü, “boğuluyor gibi” hissettiği, kaçıp gitmek istediği bir memleket için arkada kalır mı? O memleketi özler mi?
Bence bu hissiyatın iki gerekçesi var. Birincisi, Türkiye’den göçen bu gençler, Türkiye’ye hâlâ aidiyet besliyorlar. Her ne kadar milliyetçi-muhafazakâr-otokratik bir siyasal iktidar, ulus-ötesi bağlantıları olan orta-üst sınıfları vatan hainliğiyle eşitlese ve toplumun önemli bir kısmından bunun için destek devşirebilse de bu göçenler Türkiye’de bir şeylerin hâlâ onlara ait olduğunu düşünüyor. “Geride hiçbir şey kalmadı da değil ki,” dedi yurtdışında yaşayan bir tanıdığım bu aidiyet hissini sorduğumda, “Berkin Elvan’ın, Ali İsmail’in mezarları orada. Haksız mıyım?”
İkincisi, yaygın kanının aksine, bu gençlerin, belki uzun vadeli bir tasavvur dahi olsa, Türkiye’ye dönmeye dair hâlâ umutları var, çünkü gelecekte bir şeylerin değişeceğine inanmaya devam etmek istiyorlar. Türkiye’de kalıp bu değişimi gerçekleştirmeye güçlerinin yetmeyeceğini düşünseler bile. Çünkü siyaseti öldüren, dışa kapanmacı ve ahbap-çavuş ilişkisi üzerine bu kurulu bu düzenin, siyasal ve ekonomik olarak çöküşe mahkûm olduğu kanaatindeler. Bu umut, gurbette onların tutamacı oluyor, gerçekçi olsun ya da olmasın.
Yurtdışına göçen bu gençleri “vatana ihanet” imasıyla yaftalayan milliyetçi-muhafazakâr ideolojiye de; onları havlu atıp pes edenler ve ülkedeki siyasal mücadelelerden kaçanlar olarak algılayıp eyleyiciliklerini yok sayan yaklaşımlara da mesafeli durmalıyız. Çünkü tam da bahsettiğim aidiyet hissi, umut ve gelecek tasavvuru sebebiyle, bu göçün orta vadede Türkiye’nin demokratikleşme sürecine bir katkısının olabileceğini düşünüyorum. Bu yeni göç dalgası sayesinde, Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da muhalif diaspora daha organize ve güçlü bir dinamiğe evirilebilir. Her ne kadar son seçimlerde AKP yurtdışı oylarının %52’sini almış olsa da ya da Türk diasporasının çoğunluğu milliyetçi-muhafazakâr bir ideolojik çizgide konumlansa da bu dinamiklerin orta vadede değişebileceği ve yeni mücadele alanlarının açılabileceği fikrindeyim.
Diasporanın ideolojik evrenini, sadece kimlik temelli bir milliyetçiliğe indirgememek gerekiyor. Örneğin diaspora literatüründe Yossi Shain’in çalışmalarından öğrendiğimiz üzere, diaspora sivil topluma fon sağlanması konusunda rol oynayabilir, rejimin insan hakları ihlallerini uluslararası camiada gözler önüne serebilir. Bu ve benzeri mekanizmalarla ülkenin demokratikleşmesine ön ayak olabilir. Elbette, bu mücadele halihazırda zaten gerçekleştiriliyor. Kastettiğim şey, bu beyin göçünün bu mücadelenin dinamiklerini kuvvetlendirebileceği. Dolayısıyla bu beyin göçü dalgası ışığında, Türkiye diasporasına dair yeni akademik çalışmalar da yapılması gerekiyor.
***
Yaz tatilini Türkiye’de geçirdikten sonra Kanada’ya dönmüştüm. Biri Filistinli, biri İranlı, biri Suriyeli üç arkadaşımla buluşunca konu elbette “memleketten” açıldı. Hepsi kendince cevapladı, “Sahi memleket nedir?” diye sorduğumda. Sonra sıra bana geldi.
Memleket, müdavimliktir. Artık yerinde yeller esen, çocukken haftada bir babanızla gittiğiniz Ankara Gar Lokantası’dır. Eminönü’ndeki o balıkçıdır. İmamının kıraatini beğendiğiniz mahalle camisidir. “Şu güzelliğe bak, dünyanın hiçbir memleketinde bu güzellik yok, biliyor musun?” diyebilmektir.
Memleket, hasbihâldir. Leyla ile Mecnun küfrü savurduğunuzda, onun ne olduğunu açıklamak zorunda kalmadan, karşınızdakini gülümsetebildiğiniz yerdir.
Memleket, halden anlamaktır. Gezi Parkı’nın önünden geçerken, arkadaşınızla göz ucuyla bakışmaktır. Kelimelerle susmayı öğrendiğimiz bu zor yıllarda, susarak anlaşmayı bildiğimiz yerdir.
Memleket, hâlâ dönebilecek bir yerinizin olduğunu ummaktır.
Memleket, emektir.
Resim: Winslow Homer, "On the Trail", 1892.