Fark ve Patoloji

Osman Müftüoğlu, “Neden modern zaman hastalıkları artıyor?” başlıklı yazısında[1], zamanımızda vücudumuza giren besinlerin niteliğinin çok değiştiğini ve bu sebeple genlerimizin “şaşkın duruma” düştüğünü ifade eder. Bu durumda beden, nasıl sindireceğini bilemediği şeylerin yerli yersiz içeri girmesine tahammül gösteremez ve beklenmedik semptomlar üretir. Vücudun nasıl karşılayacağını önceden tecrübe etmediği genelleşmiş abur cubur tüketimi içinde türlü yeni hastalıklarla malûl dolaşmaya başlarız. Saatleri her geçen gün daha da şaşan öğünler yerine, gün boyu neyin işlenmişi olduğu pek anlaşılamayan yiyecek ve içecekler vücuda girip çıkar. Diyetisyenler de doğru beslenme adı altında öğün sayısını artırmayı, günde kaç bardak olduğu bir türlü karara bağlanmayan su tüketimini tembihlerler.

Vücuda giren tanımlanamaz cisimler gibi, beyine, ruha veya zihne (artık hangi şekilde tanımlanırsa) giren çıkanların da niteliği çok değişken haller almaya başlar. Nitelik ve nicelik olarak değişen ruh hastalıklarının nedenini, tinsel ekolojide bir bozulmanın yanında, hastalıklara dönük, kimi zaman hastalık hastalığı düzeyindeki ilgiyle de açıklamak mümkündür. Ev hayatı içinde yalnız geçirilen boş zamanların artması, bedenin ve ruhun belirtilerine dair bir hassasiyeti de yanında getirir. İşi gücü bırakıp kendine dönüp bakmaya başlayan beyin, ruh, tin veya zihin, kendinde türlü tuhaflıklar görmeye başlar. Yani artan ruh sorunlarının nedeni, hem kafamıza neyin girip çıktığının belirsiz olması hem de bizim her halimizi bir semptom gibi okumamız olabilir.

Mehmet Öz, Osman Müftüoğlu, Canan Karatay veya yaşam biçimi tembihleyicisi başkalarını gün boyu izleyen bir kimse, bedeni ve ruhuna çok farklı açılardan bakmaya imkân veren sayısız bilgiyle donanır. İşleri gereği gün boyunca medyada ilginç ve yeni bilgiler vermek olan bir topluluğa kulak verdikçe, bir türlü sükûnete varamaz. Her yeni bilgisini kendi üzerinde denediğinde türlü maluliyet belirtilerini ayırt eder. Bu kaygıya cevaben hemen bir hastane randevusu alır. Orada, meslekî sorumluluk gereği, hastayı en kötü olasılıkla baş başa bırakan, şeytanın avukatı bir hekimle karşılaşır çoğu zaman. Bu kederli karşılaşma hastalık hastalığını depreştirir. Klinikler arasında dolaşan, türlü tahlillere maruz kalan hasta adayı, sayısız ilaçla evine döner. Çok sürmeden medya üzerinden yüklendiği sağlık donanımıyla yeni hastalık belirtiler keşfeder ve tekrar aynı döngüye dahil olur.

Bir başka deyişle, kendi bedenine ve ruhuna dönüp dönüp bakan kimse, muhtemel hastalığının sebeplerini ve sonuçlarını biraz da kendi bilgisine borçludur. Belirtilerini bildiği ve bu belirtilere kulak kesildiği bir hastalık adı olduğu için o hastalığa yakalanmış olabilir. Bu görüngü basitçe hastalık hastalığı denilerek geçiştirilemez. Tıp dünyasındaki ilerlemeler, bedenin her parçasını ayrı bir ihtisas içine yerleştirerek, en küçük belirtide yeni bir hastalık tarifine ulaşır. “Neyim var acaba?” gibi bir soruyla gün boyu dolaşan kişinin, tafsilatıyla tasnif edilen hastalıklar tablosu içinde kendine yer bulmaması güçleşir.

Artık tam olarak neyi yiyip içtiğini bilmeyen hasta adayının ruhsal ve bedensel rahatsızlıklarının yelpazesinin genişlemesi olağan bir durumdur. Hastalık sayılarının ve nevilerinin artmasının bir başka nedeni de hastalığa ad konulmasıdır. Yani hastalıklar sözlüğünde yer aldığında artık kişinin ondan mustarip olması da kolaylaşır. Örneğin otizm konusunda çalışmalar yapan Tohum Vakfı’nın verilerine göre[2], “2006 yılında her 150 çocuktan 1’inde otizm görülürken, 2012 yılında her 88 çocuktan 1’inde otizm görülmüştür. 2018 yılında verilen son bilgiye göre de, her 59 çocuktan 1’inde otizm görülmektedir”. Yani bu cümleye göre, otizm on iki yıl içinde yaklaşık üç kat artmış görünüyor. Hastalığa neden olabilecek kalıtsal, sosyal, ekonomik gerekçeler olduğu kadar, hastalığı tanılamaya yardım eden spektrumun genişlemesi ve bu konuda yaratılmış “farkındalık”, “erken tanı” çabası da böyle bir artışla alakalı görülebilir. Hastalığı tanılamak konusunda o kadar fazla belirti tanımlanır ki, yakın zamanda herkesin otizm şüphesi altında kalması olasıdır. Yani herhangi bir var olanın spektrum içindeki yerini bulgulamak için tanılama, ayırt etme, seçim biçimleri öylesine ayrıntılanır ki, kişiye özgü farkı belirlemek ile bir patolojiyi tarif etmek anlamdaş olabilir.

Anne ve babalar da çocuklarına bu spektrumla biçim verdikleri bir gözlük içinden baktıklarında, onlardaki sapmaları, normal olmayan tarafları fark ederler. Farklı olmasını ve bu farkı ifade etmesini istedikleri çocukları bu kapsamda anlamaya çalıştıklarında, onlardaki patolojiyi de ayırt ederler. Böylece “Kendin gibi ol!” ve “Neden başkaları gibi değilsin?” tembihleri aynı anda telaffuz edilmiş olur. Bu ikiyüzlü pedagojiye maruz kalan çocuk da kendi gibi olmasını ve başkaları gibi olmamasını aynı anda suç sayarak büyümeye çalışır.

Orta sınıf yaşam biçimlerinin ne söylediğine kulak vererek şekil alan eğitim dünyası, sadece çocuktaki farkın altını çizen, diğerleriyle ortaklığını inkâr eden bir müfredat ile şekillendiğinde, kendindeki farkı gösterirken patolojik ilginin nesnesi çocuklar yaratılmasına yardımcı olur. Alerjik bir bünye geliştiren ve diğerleriyle müşterek taraflarını değil de farkını işaretleme çabasındaki bir zihin, yeryüzüyle, hayvan ve bitkilerle, başkalarıyla, akraba ve komşularla ne yapacağını bilemez. Tüm bunların ortasında patolojik bir duruş sergiler; çok içe kapanık veya dışadönük haller içinde görünür. Farkını görünür kıldıkça, otistik veya hiperaktif bir sıfat edinir. Oysa tam da anne ve babaların, eğitim kurumlarının talep ettiği gibi, farkını tecrübe ederken, kendi dünyasında gezinirken, hastalıklı bir duruş içinde görünebilir. Sözde onun büyümesine, kendini ve dünyayı tanımasına yardımcı olan söylemler, hem farklı ol hem de herkes gibi ol dediğinden, ortalıkta eğreti bir duruş sergiler.

Tohum Vakfı, bir başka bulgu daha ortaya koyar: “Yapılan bilimsel araştırmalar, otizm spektrum bozukluğunun çocuk yetiştirme özellikleriyle ya da ailenin sosyo-ekonomik özellikleriyle ilişkisi olmadığını göstermiştir. (…) Otizm spektrum bozukluğunun kalıtsal olabileceği yönünde bulgular vardır.” Yani on iki senede üç kat artan bir hastalığın tüm vebali yanlış beslenmeye, kalıtıma, dışsal unsurlara, “doğuştan gelen” meyillere yüklenmiş olur. Kuşkusuz kalıtımın veya bedene giren ve yiyecek adı verilen türlü kimyasalların etkisi önemli olsa da, çok farklı söylemlerin, pedagojilerin kavşağındaki bir çocuğun zihnine de neyin “sıhhatli” şekilde girdiğinden de şüphe etmek gerekir. Bedensel ve ruhsal bir süreklilik içinde var olamayan, süreçleri aralıksız kesintiye uğrayan bir kafanın bozulan ekolojisi hakkında da düşünmek gerekli olabilir. Bu sayede çocuğun, karmaşık bilme, duyma, duygulanma, ifade biçimlerinin yarattığı bir uğultu içinde kaldığı belki fark edilebilir. Belki de etrafında olup bitenlerden korkan bir kafa, erken yaşlardan başlayarak bu karmaşaya karşı otistik bir daire yaratıyordur. Kendisini içine kapatacağı, kimsenin ona ulaşamayacağı, tutarsız öğütlerini dillendiremeyeceği uzak bir âleme taşınmak istiyordur. Otizmdeki artış, birkaç yaşındaki bir bebeğin, ışımalarla, uğuldamalarla, tutarsız, nedensiz ve sonuçsuz bilgiler, uyarılar, öğütlerle dolu bir ortama dahil olmamak için gösterdiği direncin, kararlılığın da sonucu olabilir.



[1] Hürriyet, 23 Şubat 2009.