Graham Scambler, 30 Ağustos’ta attığı bir tweette, Bauman’ın son kitaplarından pek çoğunun uzun blog yazıları gibi kaleme alındığına, yani aklına geldiği, konuştuğu gibi yazdığına, sesli düşündüğüne (“thinking aloud”) ilişkin kanaatini paylaştı. Sosyoloji kitabı denen janrın böyle olmadığını düşünüyordu pek tabii, külliyatından halen tek satır bile Türkçeye çevrilmemiş olan Scambler, haklıydı da.
Türkiye’deki Bauman okuryazarlığı bir süredir zihnimi meşgul ediyordu; lisans yıllarımdan beri okumadığım, okumaya gerek duymadığım Bauman’ı, memleketin hem sosyalistleri hem İslâmcıları hem de ortayolcuları övmelere doyamıyordu, adına sempozyumlar düzenleyecek, kitaplar yazacak, ne yazdıysa tercüme edecek kadar ne buluyorlardı acaba? Doktora öğrencisinden intihal yaptığı açığa çıkınca “benim düzeyimde bir entelektüelin atıf kurallarına uyma zorunluluğu yoktur” diye tüy diken birinden söz ediyorum.
Bu tür durumlarda genellikle yayınevlerinin çeviri politikalarından bahis açılır, yayınevlerinin belirli gündemlerle entelektüel modalara yön verdikleri vs. söylenir. Fakat Bauman örneğinde bunu aşan bir yan var, sosyolojik söz üretmedeki dejenerasyona dair ipuçları var burada. Bu dejenerasyonun bir yanı, kanaat teknisyenliği dediğimiz durum. Scambler’ın blog yazısı olarak tarif ettiği tarzın bizdeki kökleri, Radikal2 ile başlayıp onun sol ve İslâmi muadilleriyle devam eden ve şimdilerde sanal gazete sitelerinde mukim bir yazım üslubuna dayanıyor. TV kanallarına seçmece ve taze kanaat tedarik eden kanaat teknisyeninin yan ürünü bu, yeni bir şey değil aslında. Başlarda bu yazım tarzı ile sosyolojik/sosyal bilimsel bilgi üretimi arasındaki ayrım iyi kötü belirgindi her şeye rağmen. Hatta kimi duyarlı yazarlar, yalnızca görüş ve kanaatlerini paylaştıklarını vurgulama ihtiyacı hissederlerdi. Yeni olan, bizzat bu ayrımı muğlaklaştırmaya dönük bilinçli hamlelerin varlığı; sosyal bilim alanını politik/ideolojik mücadele arenası olarak algılayan zevatın tözcü basmakalıplarını “sosyolojik gerçeklik” (“tarihsel gerçeklik”in alnı secdeye değmiş hali) diye yutturmaya çalışması.
İşte, Bauman’ın yazım tarzı bu ahaliye iyi geldi. Bauman, hatırı sayılır ölçüde birbirinin tekrarı olan (hatta “kendinden intihal yapmakla itham edildiği”) son dönem kitaplarında, uçucu izlenimlerini aklına geldiği sırayla diziyor, bu radikal izlenimlere dayalı aforizmaları üzerimize fırlatıp duruyordu. İlk başta derinlikli bir içgörüyü dile getiriyormuş etkisi yaratan ama biraz üzerine düşününce truizmlerden ibaret olduğu anlaşılan söz öbekleriydi bunlar. “Beden, tartışmasız olarak özel bir mülktür”, “Güvensiz bir dünyada, güvenlik oyunun adıdır”, “Ölüm varlığın mutlak öteki'sidir”, sosyal medyada sadece son birkaç gün içinde karşılaştığım örnekler: “Çay içen adamdan korkmayacaksın” gibi çınlamaya başlıyor bunlar bir süre sonra kulakta.
[Yayınevinin satış stratejisi olarak bu yola başvurmasını anlarım, fakat tekil şahısların sosyal medya hesaplarından durmaksızın aforizmik alıntılar paylaşmasında trajikomik bir yan var; okudukları kitapta oltayla aforizma avlamak yerine kitabın argümanını aktarsalar, hatta bir inceleme yazısı yazsalar ne güzel olur halbuki.]
Kutsal metin okuma pratiğidir bu aslında, argüman zincirlerini izlemeye alışık olmayan ama cümlelerde hikmet bulmaya teşne zihin, eline Kapital’i de verseniz sadece parça parça cümleleri algılar. Bu türden paylaşımların içerdiği söylenebilecek narsistik eğilimlere girmiyorum, benim işim değil. Beni ilgilendiren, sosyolojiyi kıymeti kendinden menkul bir hayat bilgeliğine, bir söz söyleme sanatına indirgeyen tavır. Sosyolojik söz üretmedeki dejenerasyonun ikinci ve doğrudan bağlantılı yanı burada kendisini gösteriyor. Türkiye’deki sosyal bilim alanının özerklik yoksunu, heteronom yapısını fırsat bilerek, ne kadar atanamamış şair, öykücü, denemeci varsa alana doluşmuş âdeta. Sözünü ettiğim yazı kanallarından (“derin” politik analizlerden) kişisel bloglara (sosyal dünyaya “derin” yaklaşıma) ve sosyal medyada “derinlikli” alıntı paylaşımlarına doğru ilerleyen, ilerledikçe politik olandan psikolojik olana doğru evrilen (ki pek çok durumda psikopatolojik olan politik diye, kaba haset politik kin diye yutturulmaya çalışılır) yazma tarzı, birbirini karşılıklı besleyen bir iklim yaratıyor. Güncel politik hayata ve sosyo-kültürel dünyaya tözcü masajlar yapan, bu birbirinden ayrı gibi görünen iki tipin aynı kumaştan olduğunu söylüyorum.
Bilhassa doktora öğrencisine cazip gelen bu yazım tarzı, bilimsel bilgi üretme protokolleriyle dengelenmediği durumda bir yatkınlık, bir huy haline geliyor. Geriye dönüp “hakemli” dergilerde de boy gösteriyor bu öte yandan; bunun için enstitü dergilerini şöyle bir taramanız yeterli, bu yazım tarzından başka bir şey bilmeyen adamlar ve kadınlar “hakemli” dergiler vasıtasıyla akademik titrler ediniyorlar. Argümansız izlenim bulamaçlarını sosyolojik vukuf diye lanse etmeye çalışan bu sanal âlem bar filozoflarından bazılarını, dişe dokunur ve empirik temeli kuvvetli hiçbir argümantatif eser üretmemelerine rağmen yoğun sosyal medya görünürlüğüne sahip olmalarından derhal ayırt edebilirsiniz.
Anti-pozitivist külliyatla haşır neşir olmuş bir kuşağın, olayı tamamen yanlış anlayıp saha araştırmasına yönelik öğrenilmiş bir küçümsemeyi yaymasının da etkisi var burada elbette. Araştırmacının değerden-arınık olması mümkün değilse, bu durumda araştırmanın da anlamı yoktur, öyle değil mi azizim? Bunun yerine, on yıllar boyunca hiçbir sınamaya, hiçbir yanlışlanmaya uğramaksızın aynı lakırdıları söyleyip, aynı yeknesak temrinleri eda edip durmak, ne kadar da derinlikli! Bağ kurulan figürün illa Bauman olması da gerekmiyor bu noktada, bilakis buradaki tipin entelektüel figürleri hızlıca tüketip başka isimlere geçmek karakteristik özelliği. Kolektif emekle üretilmiş, sınanabilir ve kamusal fayda sağlamaya muktedir sosyal araştırma gündemleri oluşturmak yerine sosyal dünyanın hakikatini tebliğ eden bu tip her geçen kuşakta daha da bönleşiyor öte yandan; “organik aydından nefret eder” dediydi birisi gözlerimizin içine baka baka, otuz senesi komünistlikten hapiste geçmiş, hapiste ölmüş Gramsci için. Okur için bir egzersiz, mutlaka deneyiniz: Kariyerinin ilerleyen yıllarında Bauman gibi toplum felsefecileriyle iştigal edip buradan lafızlar üreten zevatı, çok temel düzeyde sorularla bir yoklayın, sosyolojik bilgi üretme protokolleri hususunda hatırı sayılır bir cehaletle malul olduklarını hayretle fark edeceksiniz.
Blog türü yazıların özelliği, çok büyük ölçüde argümanlarla değil, duygulanım, izlenim, gözlem ve tasvirlerle ilerliyor olmasıdır. Politik bir gelişme, yeni bir kitabın yayımlanması, bir hak ihlali; herhangi bir uyaran kişide belirli bir duygulanım uyandırır, anlık çağrışımlarla birlikte imgeler sökün eder, kimi durumlarda ilk ham fikirleri başka insanlarla paylaşma arzusu oluşur ve kişi asgari eğilime sahipse bu bir yazma edimine dönüşür, tıpkı şu an okuduğunuz yazıda olduğu gibi. Bu tür yazılardan üzerine düşünülmüş argümanlar, sınanabilir şekilde formüle edilmiş varsayımlar beklememek gerekir, daha çok tek bir fikrin dağınık sunumudur bunlar, en fazla eskiz olarak iş görebilirler. Peki, Bauman’ın uzun blog yazıları hangi tek fikrin tezahürüdür?
Frederic Vandenberghe, Alman Sosyolojisinin Felsefi Tarihi’nde (Ayrıntı Yayınları, 2016), “şeyleşme a priori’si”nden bahseder; “sadece tahakküm ve şeyleşme süreçlerini algılayabilecek derecede algıyı karartan bir a priori”dir bu, metafizik bir a prioridir. Şeyleşmeyi/yabancılaşmayı sınanabilir bir hipotez olmaktan çıkararak sosyal dünyanın temel aksiyomu haline getiren bir teori, öncelikle eleştirel bir teoriden ziyade “sosyal olana dair tek-boyutlu bir teori”dir. Şeyleşmenin bilimsel olarak sınanabilir ve pratikte çürütülebilir bir hipotez olmaktan çıkarılıp ontolojikleştirilmesi, öte yandan, saha araştırmasını da yalnızca şeyleşme a priori’sini destekleyen sözümona “veri”yi toplama etkinliğine indirger. Adorno, en azından, zahmete girip bu çarpıtılmış haliyle de olsa saha çalışmaları tertip etmiş, bilimsel zevahiri kurtarmaya çalışmıştı. Bauman onu bile yapmaz. Onun uzun blog yazılarında yaptığı, şeyleşme a priori’sini destekliyor görünen uçucu gözlem ve izlenimleri gevşek bağlarla birbirine bağlamaktır. Sonuç, modern topluma ilişkin eleştirel olduğu söylenen fakat (bir özerklik a priori’siyle self-refleksif bir biçimde denetim altına alınmadığı ve dengelenmediği için) aslında eleştirel dayanaklarını tamamen yitirmiş bir yamalı bohça, tahakküme dair mazoşistçe bir sayıklama, bir söylemler yığınıdır. Adorno, “toplumun şeyleştiği bilgisi şeyleştirilmemelidir” şeklindeki kendi metodolojik ikazını unutmuştu, bir kişi de Adorno’yu okurken bu ikazı hatırlasa keşke.
Toparlarsam…
Şeyleşme a priori’si, radikal entelektüelin doxasıdır.
Bauman, Adorno for Beginners’tır, Yeni Başlayanlar İçin Adorno yani. İlla şeyleşmeye matem şiirini okumak istiyorsanız hiç değilse gerçek bir şairi, Adorno’nun kendisini okuyun.
Bu veçhile Bauman, yabancılaşma hakikatinin mazoşistçe tebliğidir, fakat aynı zamanda “sosyolojiyi sizden öğrenecek değiliz”dir de.
Bauman, amatör işidir, lisans yıllarından sonra geride bırakılması gerekir.
Bauman, sosyolojinin reçel kavanozuna gelen geçenin elini daldırmasına izin vermektir.
Ve evet, bu bir blog yazısıdır.
Gezi ve Sosyoloji’nin (Ayrıntı Yayınları, 2014) giriş epigrafı olarak kullandığımız bir Bourdieu alıntısıyla bitireyim madem:
“Sosyologlar bölünmüşlerdir, bu bir vakıadır, fakat oldukça farklı iki ilkeye göre olur bu: Kolektif mirası temellük etmiş olanlar bu miras üzerine kavgalarında dahi aynıdırlar –denildiği üzere, aynı dili konuşurlar– ve aralarında, doğrudan bu mirastan gelen problematiğin ve metodolojinin kurucu mantığı zemininde ihtilaf ederler. Fakat bu mirasçılar, bu mirastan mahrum olan ve bundan dolayı da sıklıkla medyanın [ve sosyal medyanın] talepleriyle uzlaşanlarla da başka bir tarzda ihtilaf halindedir (köşeli parantez bana ait).”