Barış Ayrıcalığı ve 10 Ekim Anıt-Ağaçları (I)


10 Ekim Ankara Katliamı davasında avukatların ve ailelerin olağanüstü dirayeti ve çabalarının sonucunda tutuklu bir sanık için TCK 77. Madde’de düzenlenen, “insanlığa karşı suç işlendi” diyen bir ek iddianame hazırlandı.

Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuran, insanlığa karşı suçun dört suç kategorisinden biri olarak yer aldığı, Türkiye’nin taraf olmadığı, Roma Statüsü’nün dibacesi “tahayyül gücünü aşan kötülüklere/zulümlere yanıt verme ihtiyacından” bahseder. İnsanın tahayyül gücünü zorlayan bir kötülükle karşılaşıldığında onu ifade edilebilir, konuşulabilir terimlerle söylemek, yani tahayyül edilemeyen kötülüğün karşılığını hukukta aramak doğal gözüküyor.[1] Ancak, 19 sanığın ceza aldığı, 16 sanığın firari olduğu Ağustos 2018’de karara bağlanan soruşturma ve dava süreci için dava avukatlarından Nuray Özdoğan “meselenin ölenlerin, yaralananların adaletinin gerçekleştirilmesi, sanıkların ceza alması olmadığını; meselenin katliamlara giden süreci ören politik yönelimlerin sonucu olan iş birliklerinin ortaya çıkmaması”[2] olduğunu söylüyordu. Bu durumda, tahayyül edilemez kötülüğün karşılığını aramanın anlamı hukukun o durumlara atfettiği tanımlarla sınırlı mıdır? 10 Ekim 2015, saat 10.04’te gerçekten var olduğu biçimiyle, hukukta kendine bir yer bulamayan bu tahayyüle sığmaz hale dair varılan hükmün, yalnızca böyle bir nedenle, “hakikat” olduğu söylenebilir mi? Yine Nuray Özdoğan’ın sözleriyle: “Katliamın ayak seslerini biz duy(a)madık, duyanlar bilenler ise hiç duymamış gibi davrandılar.”

İnsanlığa karşı suçtan iddianame düzenlendiği sıralarda, dönemin başbakanı Davutoğlu hafızaları yoklamayı salık veriyordu: “Gelin hafızanızı bir yoklayın. İleride Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman, eminim en kritik dönemlerden, birkaç aydan biri 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki dönem olarak yazılacaktır.”[3] Dört yıldır her ayın onuncu günü saat 10.04’te kayıplarını anmak için Ankara Garı’na giden ailelerin, anmaya her gidişinde polis engeliyle karşılaşanların, yargı mücadelesinde hakikat işçiliği yapanların, o günkü buluşmaya birkaç dakika geciktiği ya da birkaç metre ötede durduğu için öl(dürül)memiş olanların, gidememiş olmanın sorumluluğunu taşıyanların, anıt ısrarından vazgeçmeyenlerin, 10 Ekim’in hafızasını ilmek ilmek işleyenlerin hafızasında yokladıklarının aynı olmadığı açık.

Devlet aklının “hafızamıza” büyük ölçüde damgasını vurmuş bir süreklilik noktası var, öyle ki bütün siyasal özneleşme süreçlerimizi önüne “siyasi” sıfatı getirilen davalarda adalet arayışında, hakikat mücadelemizi ise Rancière’nin “çifte ortadan kaldırma süreci”[4] dediği: ortadan kaldırılmanın ortadan kaldırılması ve ortadan kaldırılmalarının izlerinin, kendinin adının kaybolması”na maruz bırakılmış katliamlardan hasıl bir süreklilik bu. Cumhuriyet Türkiye’si tarihinin “bilinen” can kaybı bakımından en ağır olaylarının yaşandığı, 7 Haziran’ın hemen öncesinde (5 Haziran) HDP’nin Diyarbakır mitinginde patlayan bombayla başlayan “süreçte(n) geride kalanlar” yas, unutturmama borcu, utanma ve hatırlatma sorumluluğu gibi duygular etrafında bu tahayyüle sığmaz kötülüğün tekrar tekrar dolaşıma sokulan nefret temsilleriyle, böylelikle de “yaşayanın dokunamadığı bir geçmişle” birlikte bir hayatla baş başa kaldı. Zira daha o zaman memento mori haline sıkıştırılanlara hafızasında neyi “yoklaması gerektiği” hatırlatılmıştı! Derrida, kötülüğün geldiği yer, daha kötüsünün gelme olasılığıysa, yas çalışması yapma imkânı bırakmayan bir travma olduğu konusunda uyarıyordu bizleri: “Travma ‘olup bitmiş’ bir saldırıdan ziyade, gelecek tarafından, daha kötüsünün geleceği tehdidi tarafından meydana getirilir.”[5] Nitekim, Davutoğlu’nun Van’daki mitingde “AK Parti iktidardan indirilirse buralarda terör çeteleri dolaşacak, beyaz Toroslar dolaşacak” sözleri de geçmişte olan bitenin gözlerden saklanmış izlerine dair hatırlatıcı amillerin tortularının bu süreklilikten tasfiye edilmemiş olduğunu ve işe koyulabileceğini söylüyordu.

Hafızamızı imleyen hatırlatıcılara, barış isteyen ve bunun uğrunda katledilen insanların öldürülebilir fakat yası tutulamaz görülmesine, tahayyül gücümüzü aşan kötülüklerin muhakememizi felç etmesine karşı bu “süreklilik” içerisinde barış kavramına gelecek zamanın hikayesinde(n) ayrıca bir şerh düşmeyi denemek gerek. Butler’ın hüküm süren yasaya karşı çıkmak pahasına, kardeşinin ölümünün yasını herkesin gözü önünde tutan Antigone’den yana kamusal yasın ayrımcı dağılımının muazzam önemde bir siyasal mesele olduğu teşhisinden[6] devamla bir yas sürecinin devlet ve hükümetlerce kolayca “gasp edilip” veya soğurulup iktidar stratejilerine dahil edilebilecek siyasal potansiyeline bir de “suç ortaklığını” eklemeli. “Savaşa inat barış, hemen şimdi” diyebilmek için bir araya gelen insanların katli sonrasında, “kokteyl terör” açıklaması “kimlerin yasının tutulabilir olduğu”nu tayin ediyordu. “Ulusal” ile çerçevelenen üç günlük yas ilanı ardından Konya’daki milli maç sırasında hayatını kaybedenler için yapılan “saygı duruşu” sırasında yaşananlar, insanı kırılganlığı içinde görünür kılan, onun değerini savunmamıza, o hayatlar aşağılandığında ya da hayat/can olarak değerlerine hiç̧ saygı duyulmadan içleri boşaltıldığında tepki vermemize yol açabilecek çerçeveleme[7] biçimlerinden bu süreklilikte neye işaret ediyordu?

Kırılganlık yaralanabilir, zarar görebilir, öldürülebilir olmak tüm canlıların paylaştığı ortak ve bizi birbirimize bağımlı kılan bir durum olsa da hepimizin aynı oranda kırılgan olduğunun söylenemeyeceğinin altını çiziyordu Butler. Bunun belirleyicisi olan politikalar, yani kimlerin özne sayılacağına, kimlerin yaşamlarının yaşanmaya, ölümlerinin yası tutulmaya değer görüleceğine karar veren çerçeveler bunları belirleyen normlarla ilişkili olarak belirli tanımlayıcı alanlarda ortaya çıkarlar.[8] Barış, her şeyden önce, savaşın karşıtıysa toplumsal barış talebiyle bir araya gelen insanlar için, bunu belirleyen, yani özne olarak tanınmanın sınırlarını çizen çerçevenin yargısını barış kavramı için bu süreklilik içerisinde nereye koyacağız, “çifte ortadan kaldırma süreci”nin imleyenleriyle nasıl hatırlayacağız? Toplumsal barış talebiyle bir araya gelen insanların katlinin üzerinden geçen dört yılda, muktedirin bu talebin dile getirilmesine karşılık olarak daimi cevabı olan terör söylemi işletilmeye, beraber yas tutamadıklarımızın “suç ortaklığı” da devam ediyorsa? Buna, askerî bir harekâtın “barışla” kurulan bir tamlamayla adlandırılabiliyor olmasını eklemek gerek. Öyleyse, bu çerçeveleme biçiminde barış şiddetin yalnızca daha fazla kayıp getirdiği kırılgan hayat talebini dikkate almayanların, bir adım daha ötede “kırılganlığı tanımayanların” ayrıcalığı olmalı.

Oysa barış, yalnızca savaşın karşıtı değildir, Spinozacı düsturla söyleyecek olursak: “Barış bir erdemdir, iyiliğe, güvene, adalete meyletme, bir zihinsel tutumdur.” Bu nedenle, barış diyen kayıplarımızın yasını tutabilmek, yas tutma yetimizi yeniden kazanabilmek, ne uğrunda katledildiklerini unutturmama borcumuzdan, adalet talebinden, hakikat mücadelesinden ayrı düşünülemez. Nitekim yas her zaman geri çekilme anlamına gelmeyebilir: Kayıplar karşısında yaralanabilir, kırılgan oluşumuz yas tutma görevimiz zemininde bizi ortaklaştırabilir. Öyleyse, unutturmanın/unutturanın zulmü,[9] tanıklığın yükü altında, bu süreklilikle/te nasıl yas tutacağız, yaşayacağız? “İnsanın iktidara karşı mücadelesi, hafızanın unutmaya karşı mücadelesidir”den mülhem baskıcı unutturma rejiminde bizi iyileştiren, kırılganlığımızı birlikte dönüştüren bir hafızalaştırma pratiği geliştirebilir miyiz? Kırılganlık, bize başkalarına bağımlı olduğumuzu hatırlatıyorsa, böylelikle başkalarına bağımlı olduğumuzu kabul etmek, yasın ortaklaştırıcılığında birleşmek ise yeni siyasal topluluk biçimlerine zemin oluşturabilir mi?  Tam da bu nedenle, bu süreklilikte artık hakiki bir barış talebini imkânını yaratan şey yas siyaseti oluşturabilmenin olanaklarıyla özneleşmekte aranabilir mi? Bu noktada, bu satırların yazarının da 10 Ekim’in ardından (tanıklığının yükünü, gelecek tarafından belirlenmiş olan yasını nereye koyacağını bilemeyenlerden biri olarak) “içeriden” bir özdüşünüm gerçekleştirmeye çalıştığını da eklemek gerek.

***

10 Ekim 2015’te Türkiye tarihinin en büyük katliamlarından birini yaşadı. Ardından 17 Şubat’ta Merasim Sokak ve 23 Mart’ta Güvenpark’ta yaşanan iki katliamda yüzlerce insan hayatını kaybetti, yaralandı. On Ekim Dayanışması gönüllüleri olarak, 10 Ekim Ankara Katliamı’nın 3. yılında Bellek, Yüzleşme ve İyileşme Panel’i ardından yaptığımız atölyede “10 Ekim’in ve diğer katliamların kamusal hafızasını canlı tutmaya yönelik 'gayri resmî' hafıza çalışmaları neler olabilir ve nasıl hayata geçirilebilir? Bu çalışmaların kolektif iyileşme ile hakikat ve adalet talepleriyle bağlarını nasıl güçlü kılabiliriz?” sorularıyla bir araya geldik.  Bu sorular etrafında bir araya gelişlerimiz, düzenlediğimiz etkinlikler “10 Ekim’in belleğini neler oluşturuyor?” sorusu etrafında devam etti. Her birimiz bu soruyu, 10 Ekim’in çok-katmanlı hafızasını, farklı bir veçhesinden tuttuk; kişisel yapabilirliğimiz, yeterliliğimizce üzerine düşünmeye ve üretmeye, çabalamaya devam ettik. Bu noktada bir araya gelişlerimizin başka bir yatay kesitine daha dikkat çekmeliyim: Unutturmama borcumuzla beraber yas tutabilmeye, daha özelde de iyileşmeye olan ihtiyacımız. Geçmişin, geçmişte kalamadığı bu süreklilikte hatırladıklarımızla, hatırlatıcılarla yaşayabilmek, bunun için de dayanışmayla iyileşmeye çalışmak, en önemlisi de barış diyenleri adlarıyla unutturmamak için “Örgülü Mücadeleye”, kolektif şekilde battaniyeler örmeye, 10 Ekim ailelerine ve yaralılarına iletmeye başladık. Battaniyeyi bizleri ve gittiği yeri ısıtan ve iyileştiren bir araç olarak seçtik. İlmek ilmek ördükçe, adlarını işledikçe de yasımızı yaşamamızın, Deleuze’den mülhem “dünyaya inancımızı yenilemek, bu dünyaya yeniden inanmak için nedenler bulmanın”[10] bir aracı oldu. Bir yılın ardından unutturmama borcu, dayanışmaya birlikte iyileşmeye, ilmek ilmek hafıza emeğine, en sonunda da barış diyenlerin anısı adlarıyla kök salsın, unutulmasın diye, 103 insanın her birinin adının işlendiği battaniye parçalarını birleştirerek giydirilen/sarılan ağaçlara, 10 Ekim’in Anıt-Ağacına/Ağaçlarına dönüştü.

103 barış güvercinin dünyadaki varlığına, yaşamına, anısına saygıyla.



[1] Richard Vernon, “What is Crime against Humanity?”, The Journal of Political Philosophy, Vol: 10/3, 2002, s. 231.

[2] Nuray Özdoğan, Dördüncü yılında 10 Ekim Ankara Katliamı davası, https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/10/10/dorduncu-yilinda-10-ekim-ankara-katliami-davasi/, Gazete Duvar, 10 Ekim 2019.

Bernard Schlink, “geçmişin bilinçli veya bilinçsiz olarak tekrarlanabileceğini” söyler ve ekler: “Hukuk, toplumun ve siyasetin geçmiş olanla yaptıkları her şeyde işe koşulabilir. Hatırlamayı destekleyebilir, unutmayı ve bilinç dışına itmeyi de… Hatırlamayı özellikle ceza takipleriyle, tazminatlarla, hakikat komisyonları ve mahkemeleriyle ve incelemelerin belge ve arşivlerde muhafaza edilmesi aracılığı ile destekler; unutmayı ve bilinç dışına itmeyiyse aflarla ve ilgili tema ve tezlerin yasaklanması aracılığıyla…”, Bernard Schlink, “Geçmişle Hukuk Aracılığı ile Baş Etmek”, Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk, Dost Kitabevi, Ankara, s. 75.

[3] Davutoğlu'nun ‘terör defterleri açılırsa’ diye işaret ettiği 7 Haziran - 1 Kasım 2015 tarihleri arasında neler yaşandı?, https://t24.com.tr/haber/davutoglu-nun-teror-defterleri-acilirsa-diye-isaret-ettigi-7-haziran-1-kasim-2015-tarihleri-arasinda-neler-yasandi,836278, T24, 24 Ağustos 2019.

[4] Jacques Rancière, In the face of disappearance”, Figures of History içinde, Polity Press, 2014, s. 45-46.

[5] Jacques Derrida, Otoimmünite: Gerçek ve Simgesel İntiharlar- Jacques Derrida’yla Söyleşi”, Terör Günlerinde Felsefe: Jürgen Habermas ve Jacques Derrida ile Diyaloglar içinde, (haz.) Giovanna Borradori, çev. Emre Barca, YKY, İstanbul, 2008, s. 125.

[6] Judith Butler, Survivability, Vulnerability, Affect, Frames of War: When Is Life Grievable? içinde, Verso, Londra, 2019, s. 38.

[7] A.g.y., Torture and the Ethics of Photography: Thinking with Sontag, s. 77.

[8] Varoluşsal ve ortaklaşılan kırılganlık hali ve kırılganlığın farklılaştırılmış dağılımı arasındaki ayrım hakkında bkz. Judith Butler, Kırılgan Hayat, çev. Başak Ertür, Metis Yayınları, İstanbul, 2005, s. 10-12, 44. Judith Butler, Introduction: Precarious Life, Grievable Life”, Frames of War: When is Life Grievable? içinde, Verso, Londra, 2009, s. 1-33, Judith Butler, Kötü Bir Hayatta İyi Bir Hayat Sürmek Mümkün müdür?” başlıklı Adorno Ödülü konuşması.

[9] “Baskıcı unutturma” (repressive erasure) kavramını Paul Connerton’dan ödünç alıyorum. bkz. Paul Connerton, Seven Types of Forgetting”, Memory Studies, 1:1, SAGE Journals, 2008, s. 61-63.

[10] Gilles Deleuze, Cinema II - Time-Image, çev. Hugh Tomlinson ve Robert Galeta, University of Minnesota Press, Minneapolis, 1989, s. 171-172.