Türkiye’de jurnalcilik oldukça köklü, kadim bir gelenektir. Ülkemizde farklı halk kesimleri, özellikle siyasi faaliyetlerinden ya da ideolojik duruşundan rahatsız olduğu, tehdit olarak değerlendirdiği kişileri ilgili devlet birimlerine bildirmeyi eskiden beri üstüne vazife olarak görür. Sivil toplumun keşfinden sonra, modern dönem Osmanlı yönetici elitleri halkın bu heveskârlığını sıklıkla kullanmış ve devletin otoriterleştiği ya da partizanlaştığı ölçüde bu ihbar eylemleri iktidarın beklentileri doğrultusunda daha da hız kazanmıştır. Nitekim jurnalcilik ile özdeşleşen bir zaman dilimi olan Abdülhamit’in İstibdat Dönemi’nde, ihbar eylemleri devlet bünyesinde bir memuriyet formuna dahi dönüşerek kurumsallaşmıştır.
Şimdi teknolojinin sunduğu nimetlerle jurnalcilik de farklı biçimler almış ve geçmişe göre oldukça kolaylaşmış gözüküyor. Öncelikle internet teknolojisi ve sosyal medya sayesinde, bir zamanlar sadece laf arasında söylenecek ve dolayısıyla uçup gidecek basitlikteki sözler Facebook ve Twitter mesajı haline geliyor ve artık “uçamıyor”, tam aksine onu söyleyenin adı, fotoğrafı, hiç değilse IP adresiyle birlikte kayıtlara geçiyor. Jurnali ilgili makama ulaştırma konusunda ise CİMER adlı bir avantaj var. Daha önce çokça zahmete katlanarak yapılabilecek şikâyetleri artık birkaç klavye dokunuşuyla, üstelik devletin en önemli kurumları nezdinde hayata geçirebilmek mümkün. Halkımız bu mecrayı kullanmayı en başından beri o kadar sevdi ki, özellikle 15 Temmuz’u izleyen dönemde devlet yetkilileri buraya yığınla gelen FETÖ jurnalleriyle baş edememiş ve CİMER’de ihbarda bulunabilmek için TC kimlik numarası ekleme zorunluluğunu getirmişti. Zira gelen e-postalar içinde, çevresindeki insanları şahsi çıkarları ya da sadece kini uğruna FETÖ’cü diye jurnalleyenlerin sayısı tahmin edilemeyecek kadar çoktu.
Fakat, farklı jurnal tipleri arasında, bu geleneğin son dönemdeki en popüler, en trendy stili herhalde Twitter’daki “@EmniyetGM” etiketlemesi. Herhangi bir tweetinizin, tanımadığınız bir hesap tarafından yanıtlanması ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Twitter adresinin (@Emniyet GM) etiketlenerek polis teşkilatının bir “asayiş sorunu” olarak değerlendirilen sizin varlığınızdan haberdar edilmesi gayet olası. Hızını alamayıp bizzat içişleri bakanını etiketleyenler de az değil. Üstelik çoğu zaman, son derece eğlenceli (ya da trajikomik) örnekler üzerinden. Mesela, hem de oldukça mutedil bir tavırla Suriye’deki ulusal amaçlarımızı mı sorguladınız? İşte bozguncu! Duyarlı vatandaşlarımız hemen orada ve sizi suçüstü yakaladı. Ya da birisi korona salgınının tehlikesine işaret eden bir yorum mu yapmış? İşte halk arasında panik yaratmaya çalışan bir provokatör! Makbul vatandaşımız yine görev başında. Sizden fikrinizi daha ayrıntılı açıklamanızı istemesine, hatta sizinle muhatap olmasına dahi gerek yok.
Muhatabı devlet: “Bu kişiyle ilgilenir misiniz lütfen? @EmniyetGM”. Sözgelimi, bu satırların yazarı çok izlenen tartışma programlarının birinde S-400 alımını eleştirdiği için Twitter’da pek de küçük sayılamayacak bir linci tecrübe etmiş ve o sırada “duyarlı vatandaşlardan” bir kısmı mevzuyu emniyete intikal ettirmek üzere de harekete geçmişti: “Adam füze alınmasına karşı çıkıyor, emniyet ilgilenin lütfen!”. Şaka değil, sadece bir örnek. Devlet bu kadar Twitter şikâyetiyle ilgilenmek için ayrı bir birim kurup, 100 bin kişiyi istihdam etse belki hepsine ancak yetişebilir. Tıpkı Abdülhamit döneminde Yıldız Sarayı’nın asılsız jurnallerle dolup taşması gibi. Boşuna demedik kadim bir geleneğimiz diye…
Burada üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir husus ise aynı duyarlı vatandaşların kendi sosyal medya hesaplarında kısa bir tur atıldığında suç niteliği taşıyan sayısız paylaşıma rastlamanın mümkün olması. Hakaretin, küfrün, nefret söyleminin, tehdidin, hedef göstermenin bini bir para. Çünkü onun derdi hukukun savunucusu değil, iktidarın neferi olmak. Ve o iktidar tarafından ciddiye alındığını, devlet büyükleri nezdinde onun söyleminin de değerli olduğunu düşünmenin verdiği haz çekici geliyor belki de. “Bozguncular”, “zilletler”, “kökü dışarıda vatan hainleri” karşısında iktidarın söylemini paylaştığı için kendisini makbul vatandaş olarak gören ve düşman bellediklerine karşı her türlü hakareti kendisine hak sayan bir bakış açısı. Kendi muhayyilesine göre devletine sahip çıkıyor, vatan hainlerini tepeliyor ve dış mihrakların büyük oyunlarını bozuyor. Anlaşıldığı kadarıyla devletiyle birlikte operasyon yapmanın, hatta bu operasyonu başlatan kişi olmanın getirdiği “haklı gururu” yaşıyor.
Bu eğilim Türk siyasi kültürüne yönelik önemli doneler sunuyor olmalı. Herhalde en başta, mevcut iktidara karşı olmanın devletin kendisine de karşı olmak anlamına geldiği düşüncesinin toplumdaki ağırlığı burada göze çarpıyor. Türkiye’de ortalama siyasi yönelim, siyasi fikirlerin çeşitliliğini ancak seçime kadar meşru görür. Hükümet belirlendikten, başkan seçildikten sonra ona hâlâ karşı olmak, muhalefet etmek ise neredeyse vatan ihanetiyle bir tutulur. Bu bakımdan mevzu bir yanıyla katılımcı demokrasi düzeyinden uzaklığın bir göstergesi, daha genel bir analizde ise eleştiri kültürünün eksikliğinin bir semptomu olarak görülebilir. Yani eleştiriyi sadece olumsuz bir anlamda algılamak, onu doğrudan bir saldırı olarak değerlendirmek ve dolayısıyla bu saldırıya karşılık verme ihtiyacını hissetmek. Hele devleti yönetenler de bu hissiyatı körüklüyorsa bu ihtiyaç artık tam bir vatandaşlık görevi halini alır. Bahsettiğimiz örnekte, bu bakış açısının getirdiği mantıksal sonuç, “Devlet büyüklerimiz bir karar verdiyse doğrudur, eleştirmek haddimize düşmez” düşüncesidir ki herhalde bu da Doğu toplumlarının geleneksel bir özelliği olarak bireyci düşünceden yoksunluk ile açıklanabilir. Ama her halükarda Türkiye siyaseti için manidar örnekler.
Muhalif çizgide olan fakat bu tür suçlama ve ihbarlara maruz kalmak istemeyenlerin genel tavrı ise “Silivri soğuktur şimdi!” esprisinde cisimleşen bir otosansür ihtiyacı oluyor. Söz konusu kişi, yazdığı en basit eleştirilerin bile emniyet birimlerinin önüne bir biçimde gideceğinden ve hatta halihazırda takip ediliyor olduğundan o kadar şüphe duymakta ki, iktidara yönelik eleştirilerini, eleştirinin kendisini yazmadan yapmak zorunda hissedebiliyor kendisini. Herhangi bir toplumsal olay karşısında yorum olarak “Yazıp yazıp siliyorum…” diyor mesela ve biz onun bu yazdığından aslında iktidara yönelik çok güçlü eleştirileri olduğunu ama kendisini frenlediğini, bunu dile getirmekten çekindiğini anlayabiliyor ve bir “korku toplumunda” yaşadığımız yönündeki düşüncemizi pekiştirebiliyoruz. Üstelik insanlar, çok sayıda kişiye açık bir “GBT”ye dönüşen sosyal medya hesaplarında sadece kendi yazdıklarından değil, çevrelerindeki insanların paylaşımlarından da sorumlu olduklarını düşünebiliyor: “Sen falancanın şu tweetini beğenmişsin ya da sadece onun hesabını takip etmişsin! Açıklama yap bakalım!” Jeremy Bentham 1700’lü yıllarda “Panoptikon” kavramını formüle ettiğinde iktidarın somut olarak görünmese bile insanların kendilerini sürekli gözetim altında hissederek otokontrol geliştirmelerini işaret etmişti. İşte bu, sosyal medyanın gelişimiyle birlikte tam olarak temellerine oturan bir sisteme dönüştü. Kavramın 2020 Türkiye’sindeki yansıması ise emniyet etiketçileriyle “Silivri soğuktur”cuların çift taraflı besledikleri böylesi bir toplumsal histeri hali.
Çağdaş siyaset bilimi çalışmaları, geleneksel yaklaşımlardan farklı olarak toplumu, yürürlükteki yasaları ya da formel kurumsal yapılarından değil, o toplumun dayandığı kültürel altyapıdan yola çıkarak analiz etme eğilimindedir. Dolayısıyla devlet ve siyaset toplum merkezli olarak incelenir, siyaset kurumundaki genel bir değişim de ancak toplumsal kültürün dönüşümüyle gerçekleşebilecek bir olgu olarak algılanır. Türkiye’de bu iktidar gider, başka bir iktidar gelir fakat bu toplumsal altyapı ne zaman değişirse, daha ileri bir siyaset kurgusu için işte o zaman ümit duyulmaya başlanabilir. Hiç şüphesiz, otoriter ya da otoriter olmaya dönük her iktidar için en büyük tehdit, bireysel kimliğine sahip ve haklarının bilincinde olan sade vatandaştır. Zira bahsedilen siyasi kültürel değişimin tek faili kendisi olabilir. Bunun da yegâne yolu, insanların eleştirilerini “yazıp yazıp silmekten” ziyade, emniyet etiketçilerinin yarattığı korku iklimini olabildiğince görmezden gelerek doğru bildiğini kanunun kendilerine verdiği haklar çerçevesinde söyleme alışkanlığını edinmeleri olsa gerektir.