Giderek meşruiyetine dair varsayımın daha kalıcılaştığı, ahlâki sebeplerle yazar, sanatçı, yönetmen linçlerinin ve tüm yapıtlarına, kitaplarına, filmlerine dönük bitirme kültürü[1] infazlarının artmasının genel olarak her tür sansürün önünü açan yapısını sorgulamak ve bu konuya dikkat çekmek için belki, ama bir yandan da bu amaca dişe dokunur bir fayda sağlayamayacak olsam da en azından tartışmayı, çoğu kez bir tartışma da olmuyor ya, uygulamalar bütününün işleyişlerini, vaka vaka magazinel tonda ele almanın normalleştiği kültür sanat ortamlarımızı daha kategorik değerlendirmelere davet etmeye katkıda bulunma ümidiyle yazıyorum şu anda, evet.
Baskıcı iktidarlar için bulunmaz zeminler doğuran bu silsileyi[2] kategorik olarak ele almaya çalışmakla ne kastettiğimi açmaya çalışayım.
Bitirme kültürü sanat dünyasına uzandığında iki kategoride çalışmalarını yürütüyor. Birincisi atfettiği ahlâksızlık suçunu eserin dışında, sanatçının özel hayatında bulduğu durumlar. İkincisi de ahlâksızlık suçunu eserin içinde bulduğu durumlar. Niteliğine göre adını koyup masaya yatırma denemelerine buradan başlayalım.
Sanat eserinin sanatçının özel hayatı yüzünden sansürlenmesinin günümüzde olduğu gibi meşru kabul edildiği dönemler normalde ağır muhafazakâr, püriten kendinden geçme, göz gözü görmezlik dönemleri. Belki biz de öyle bir dönemin içindeyiz. İleride, insanlar geriye bakıp bugünleri anarken, ne acayip bağnazlıklar yaşanmış diyerek bahsedecekler belki de. Ama bir kendine has çalımla: Özgürlükçülük adına havaya kaldırılan bir kılıçla dağıtılıyor yeni adalet. Hoş, giyotin de –daha insancıl ve eski rejiminin gaddarlığında farklı bir infaz yöntemi arayışındaki Dr. Joseph-Ignace Guillotin tarafından– böyle icat edildiydi.
Bu neyi etkiliyor, temelde ahlâksız olduğu için lanetlenen davranışlar anılırken ahlâk sözcüğü hiç kullanılmıyor ki ahlâk sözcüğünün çağrıştırabileceği muhafazakârlığın gölgesi düşmesin; en nihayetinde linçlenmeye uygun bulunan bir edim ya herhangi bir ahlâki koda oturmadığı için suçlanmaktadır ya da herhangi bir politik koda. Zaten politik kodu farklı olduğu için linçlenenin de farklı politik görüşte olanlara gösterilmesi gerektiği söylenen hoşgörüden payını alamaması, kabul edilebilirlikten dışarı düşmüş sayılıp linç nesnesi olmaya aday gösterilebilmesi için, sözkonusu farklı politik görüşün ahlâki olarak ötekileştirilebilir ve yargılanabilir olması gerekir. Nazi olmak, katliamdan yana olmak, despottan yana olmak veya despot tarafından bakarsan vatan haini olmak, devlet düşmanı olmak, hiyerarşi karşıtı ve aşağıdan karar yanlısı, yani toplum düşmanı olmak. Özetle, bariz kötüden yana olmak olarak kodlanan konum, artık politik bir tutum sayılmaz ama ahlâki olarak öteki tarafta olmak sayılır ki linç devreye girebilsin. Dolayısıyla, –bilinen bir durum ama üzerinde konuşabilmek için gene de yazalım– farklı politik görüşlere yer vardır var olmasına da, ahlâki olarak öteki sayılan politik görüşler ve tutumlar hariç!
Sanatçıların özel hayatlarında o günün hâkim konsensüsüne göre suç sayılan bir öğe bulunduğunda, o sanat eserinin yasaklanmasına makul gözüyle bakıldığı anda, kitapların toplanıp yakıldığı Nazi bayramları hakkında bir eleştiri getirmek de, dünyanın farklı yerlerinde bugünün Rus sanatçılarının ve hatta geçmişin Rus sanatçılarının yasaklı sayılmasını reddetmek de zorlaşır. Buna “Ben özel hayatında o spesifik suçu işleyen yönetmenin filmlerinin yasaklanmasını savundum, bu suçu işleyenlerin değil,” diye dolaysızca yanıt verilemez artık, çünkü hangi edimin sanatta cezalandırılası suçtan sayılacağı tarihte sabit değildir ve olamaz, bugün için suç olan yarın suç olmaktan çıkabilir; dahası, yerlere, coğrafyalara göre de sabit değildir.
Eğer dersek ki bizce sanat eserleri, sanatçıların özel hayatlarına göre değerlendirilebilir ve sözkonusu hayatlar uygun bulunmazsa bu hayat sırasında ürettikleri eserler yasaklanabilir, film gösterimleri iptal edilebilir, kitaplar raflardan indirilebilir, eserler sergilerden çıkarılabilir; o andan itibaren her eser her yerde yeni bir sansür ihtimaline bizim gözetimimizde açılmış demektir. Bu karşılıklı bir durumdur, Srebrenica katliamından sonra Sırp veya Hollandalı romancıları okumak istemeyebilirim, ya da bir süreliğine istemeyebilirim, keyfim bilir, ama Hollandalı ressamı sergiden çıkarmaya kalktığımda başka bir şey yaşanır orada. (Türkiyeli bir sanatçıyı böyle silmek için ne çok sebep sayılabilir tarihten kimbilir.) Diyelim ki aynı Hollandalı ressam bir de üstüne “İyi yaptı bizim birlikler, Srebrenica olması gereken bir şeymiş demek ki Balkanlarda,” demiş olsun. Olmaz diye düşünmeyin, bu konuda daha önce Rusya ile ilgili etraflı bir örnek vermiştim. İstanbul’da konser verirken yasaklanma ihtimaline karşı gönülden savunduğumuz bir piyanist Rusya’ya döner dönmez “Ukrayna savaşını kazanmalıyız, Kiev’in elektrikleri kesilmeli ki kuşatma başarılı olsun,” gibisinden açıklamalar yaptı[3] sözgelimi. Her şey olabilir.
Sanatçının örnek vatandaş olmasını ürettiği sanat eserinin dolaşımda kalması için şart koşmak, bir TV dizisinde senatör seçtiğimiz hissi uyandırıyor bende – aman dikkat siyaset hayatın biter! Demek ki senatörden beklentilerle sanatçıdan beklentiler arasında bir yakınlaşma sözkonusu.
Aslında o kadar çok örnek bulabiliriz ki, satır aralarında, söyleşilerde, denemelerde, sohbetlerde, sanatın ele avuca gelmezliğinin (linç için görünmez tekme sallayanlarca da olmak üzere) övüldüğü, sanatın sınırtanımazlığından gücünü almasının öne çıkarıldığı, sanatçının bilinenle bilinmeyen arasında çalıştığı ve bilinmeyene yolculuklar yaptığı ve benzeri, kimi biraz abartılı ve ağdalı, kimi günün kabul gören teorik terimleriyle paketlenip furyalara uygun şekilde ifade edilmiş sözler. Erk pozisyonunda oturan herkes sanatın ne söyleyebileceğini denetlemek ister, çünkü sanat konumları muğlaklaştırmasıyla da ünlüdür, bu yüzden icat edilmiş olsa gerek dedirtir, gerçi bir yandan da böyle bir sanat yüceltmesine modern zamanlarda kalmış bir romantizm gözüyle de bakabilirsiniz. Ben öyle çok baktım. Dâhi sanatçı miti aleyhine konuşma, sanatın sıradışı bir konuma doğru yüceltilmesini eleştirme, avangarddan gelen sanatı herkese ve her yere yayma arzusu ile post- teorilerden gelen uzman kategorilerden bıkkınlık ve bunları alaşağı etmenin ön açacağı fikrinin bir ince birleşmesi. Evet. Bunları biliyorum. O zamanlar bilmediğim şey bu düşüncelerin aşırı başarıya ulaştığında başka tehlikeler doğurabileceği idi. Fazla kazanmak iyi değilmiş bu alandaki söylemler için. Sanatçılara, deha statüsünü tanımaz olduğunda toplum, sanatçılar da politikacı ile işinsanı arası bir kimliğe talip olabiliyormuş; veya sanat eseri bu dünya ile öte dünyayı bağlayan büyülü bir oluşum muamelesi görmediğinde giderek ahlâkçılığın elinde faydalı ve hem form olarak hem de düşünsel olarak estetize edilmiş bir alete dönüşme riskiyle karşılaşabiliyormuş.
Şu cümleyi kurmak istiyorum, bakalım çok mu demode duracak: Hiçbir sanatçı örnek vatandaş olmak zorunda değil.
Ünlem işaretiyle bitmiyor cümle. O kadar kalın bir söz değil. Biz bunu en iyi şiirde biliyoruz. Şiir dünyamız kimler kimlerle pek güzel yaşayabiliyor. O ya da bu sebeple, sanatçının özel hayatı yüzünden eseriyle ilişki kurmak istemeyen kişiye kimse bir şey diyemez, veya yazarın politik görüşünü yukarıda dediğim gibi düpedüz kötülük dayanışması buluyorsa kişi, diyelim Nazi işbirlikçisi diye Knut Hamsun kitabı okumak istememiştir, kitabı eline aldığı gibi gider yazarın bahçesine atıverir. Norveç’teki bu protest edime kim ne diyebilir?
Yakın tarihli somut bir olaya dönelim. Vandallara ayıp olmasın ama vandalizm dense mi denmese mi diye konuşulabilecek bir olaya. Birkaç ay önce bir adam BBC’nin önünde yer alan Eric Gill’in Prospero ve Ariel heykelinin üzerine çıktı ve yanında getirdiği çekiçle heykeli kırmaya davrandı. Çekici indirip kaldırıyor, heykele vuruyordu. Adamı heykelden aşağı itfaiyeciler indirdiler. Gill (1882-1940), 1989’da günlüklerini de içeren biyografisinin yayımlanmasından beri pedofil olarak biliniyor, kendisinin kaleme aldığı sonradan ortaya çıkan adı geçen günlükler pedofilliğinin bariz kanıtı sayılıyor. Yani bir şüphe yok gibi. Eric Gill bir pedofil. Arzuda kalsa bile suç sayılabiliyor günümüzde bildiğim kadarıyla ama fiiliyata da dökülmüş; kız çocuklarına, kardeşlerine, hatta köpeğine zarar verdiği korkunç edimlerle dolu bir hayat geçirmiş Gill. Dolayısıyla ahlâki suçun böyle ileri ve tartışmasız aşamaları, onu konu için daha da iyi bir örnek yapıyor. Gill, ayrıca sanatıyla suçlarını karıştırmış olduğu için de bakılası bir örnek. Pek çok atölye eşliğinde, son derece dikkatli bir biçimde Ditchling Museum of Art and Craft’ta kotarılan “Eric Gill: The Body” başlıklı en son sergisinde (Nisan–Eylül 2017) kendi kızlarını model aldığı resimler, günlüğündeki beden ölçümleri notları, kızlarına yaptığı irrite edici oyuncak heykeller de konu edilmişti.[4] Serginin başlığı da “Beden” üzerinde duruyor ve sanatçının âdeta saplantılarının izini sürüyor. Bazılarının aklına “Peki kalite?” sorusunun geldiğini biliyorum, dolayısıyla evet Gill, Britanya sanatının en dikkate değer kimi desenlerini ve gravürlerini yapmış bir sanatçı sayılıyor. Ama birileri de “mesele bu mu?” diyecektir. Hiç de yeni olmayan bu ikilemi özetlemek için, Gill sergisini düzenleyen müzenin o zamanki direktörü Nathaniel Hepburn’den bir alıntı yapalım:
Bir tarafta, sanatçının biyografisinin konuyla alakasız olduğuna inananlar var; ve öbür tarafta da [Gill’in] iğrenç bir adam olduğuna inanan ve her şey bir yana neden işlerinin gösterildiğini soranlar var. Çoğu kişi arada bir yerlerde. Ditchling’deki ekibimiz dahi farklı farklı şeyler hissediyor. Ama günün sonunda, sergiyi gerçekleştirmemizin tek sebebi onun olağandışı bir sanatçı olması.[5]
Çok eskimiş konuları konuşuyormuşuz gibi hissettirdiğinin farkındayım, ama madem bugün bu konularda net sonuçlara varılmış, tartışma bir şekilde kapanmış gibi davranmak istiyoruz, o zaman tartışmaya geri dönelim ve neyden yana olduğumuzu, neyi geçerli addettiğimizi kategorik olarak açıkça ve net bir şekilde ifade edelim. Belki de edebiliyoruzdur. Edemiyorsak, o zaman tartışmayı sürdürelim. Gene Gill meselesinden bir alıntı yapalım, Gill sergisi üzerine Ditcling Museum of Art and Craft “Bizim Yanıtımız” başlıklı bir açıklama da yayımladı, 2021’de. Orada şunu söylüyorlar:
Bir süredir hepimiz duygusal olarak zor bir süreç yaşıyoruz, sanat ve tasarım tarihi için böylesine önemli bir sanatçı var elimizde, ancak aynı zamanda ortaya çıkan günlükleri gösteriyor ki çocuklarına karşı tacizleri olmuş ve başka uygunsuz cinsel edimlerde de bulunmuş. Kuşkusuz Eric Gill’in kızlarını tacizini kınıyoruz, bunu hiçbir şekilde saklamak, normalleştirmek, önemsizleştirmek veya hoş görülebilirmiş gibi sunmak niyetimiz yok, ancak aynı zamanda koleksiyonumuzdaki sanat eserini korumak, sergilemek ve yorumlamakla da yükümlüyüz. Sergide bunu sorduk “Tacizlerini bilirken Gill’in sanatından hâlâ haz almak mümkün müdür?”
Konu gene sanattan haz almaya, tadını çıkarmaya (enjoy) gelmiş, bu da beni soğutuyor. Sanattan haz alınması değil diye düşünüyorum mesele, insan böyle bilgilerden sonra sanattan haz almakta zorlanabilir, zorlanmalı belki de kimbilir, ama sanatın orada olmasına, hayatımızda olmasına razı mıyız, değil miyiz sorusu gelirse masaya, o zaman çok daha net ikilem. Bana öyle geliyor ki sanat orada olmalı, kalmalı, kanonda, sanatsal olarak elde ettiği yerinde. Sanat tarihi yazımı her zaman değişebilir, değişmeli de, bir gün kanonda olan yarın kanondan düşebilir, ama kim ahlâklı kim ahlâksız hayatlar sürdü, kim yaşarken başkalarına acı verdi, kim başkalarını mutlu etti üzerinden değil.
Bu arada Gill heykeline çekiçli saldırı vakası, bir sanat kategorisinin imhası bir diğerini de devirebilir mi sorununa bir örnek olarak halihazırda ele alınıyor. Çünkü saldırı 17. yüzyılın köle tacirlerinden Edward Colston’un Bristol’deki anıtını (2020’deki protestolar sırasında) deviren dört kişinin Britanya mahkemelerinde beraat etmesinden sadece bir hafta sonra yaşandı.
Aynı olay hakkında Britanyalı sanatçı Nick Hornby “Eric Gill davası karışık bir mesele,” demiş, “Ahlâksız bir şeyin sanatta temsil edilmesiyle sanatçının ahlâksızlığı (immorality) arasında çok net bir ayrım olduğuna inanıyorum. Bir sanatçı ve bir gay erkek olarak, dünyada benim hayatımı ahlâksız sayacak nice büyük âlemler mevcut sonuçta.”
Bu da ilginç bir yanıt bence; gay bir sanatçı özel hayatın ahlâksızlığı üzerinden yasaklanmaya karşı çıkmak için sanat eserindeki ahlâksızlığın yasaklanmasını feda ediyor. Halbuki bu durum, daha büyük sansür sorunu sayılır çoklarınca. Eserin kendisindeki sınıraşımına hiç dokunulsun istemeyiz. “İyi de o bir roman, iyi de o bir bale, film, heykel, yerleştirme, o bir eser,” demek, diyebilmek isteriz.
Suç metnin içinde mi, dışında mı belirleyici bir sorudur; içinde mi, yani yazar Meksikalıları, çingeneleri, Korelileri veya Müslümanları ya da televizyoncuları nasıl temsil etti, bir yamuğu oldu mu, birini incitti mi meselesi, ama tabii kategorik olarak bu metin içinde sansürlenesi olduğu herhangi biri tarafından varsayılabilen her şeyi içerecektir, ve ansızın zamanlar ve yerler arasındaki farklar görünür olur. Küreselleşme henüz o kadar muzaffer değil belli ki.
En son, tam da bugünlerde, dünya sanatı Documenta’daki sansürle çalkalanıyor. Almanya’da, Kassel’de düzenlenen Documenta’nın 15. edisyonun küratörlüğü Endonezyalı ruangrupa adlı kolektife verildi. Ruangrupa kolektifi Documenta’yı kolektiviteye dayanan “lumbung”[6] kavramı etrafında örgütledi. Pek çok kolektifi, grubu davet ettiler. Ancak Documenta’ya çağırdıkları gruplardan biri, sanatçı kolektifi Taring Padi, antisemitizm suçlamasına maruz kaldı ve buna neden olan işlerini kaldırıp özür dilediler.[7] Sözkonusu eser, Suharto’nun askerî diktatörlüğü sırasında, 2002’de Endonezya’da Yogyakarta’da üretilmiş bir tür duvar resmi. Başka yer, başka zaman. Hem ruangrupa’nın hem de Taring Padi’nin özür metinlerinde bir tür şaşkınlık seziliyor, “ne ırkçılığı yahu, biz özgürlükçülük olsun diye yaptık bunu” der gibiler. “Bilemedik sizin için burada ne anlama geleceğini, Almanya’nın tarihsel bağlamında özel bir anlam kazandı, kalbimiz temiz” demeye getiriyorlar. Bildiririz ki diyorlar “etnisitesine, ırkına, dinine, toplumsal cinsiyetine veya cinsiyetine bakılmaksızın tüm insanlara saygı duyuyoruz”.
İşin kaldırılması için de şöyle bir yol benimsenmiş, önce önüne büyük siyah bir perde indirilmiş (ikonaların üzerini kapar gibi), sonra da sökülüp kaldırılmış (ikonaları parçalar gibi).
Bu, şu tartışmaya da bağlanıyor: Kimilerine göre, bir eserin içindeki suç öğesi yüzünden eser asla yasaklanamaz, ancak bunun tek bir istisnası vardır: Eserin içinde nefret suçu olması. Fakat görüyoruz ki “Kimin nefret suçu?” sorusu izliyor, bu meseleyi de. Kimin ve ne zamanki nefret suçu? Nefret suçunun evrensel ve zamansız bir kategori olarak düşünmek ne kadar mümkün?
Taring Padi’nin işindeki imajın gerçekten antisemitik olup olmadığı konusunu burada tartışmıyorum, o gözle de incelemedim (bu konuda savunmalar da var, abartılı figürlerin Endonezya kukla tiyatrosuna kadar izini süren), bugün bizim paylaştığımız evrensel değerlerimizle bakıldığında (bu ne kadar mümkünse artık) bariz antisemitik bir iş olduğunu varsayarak ilerliyorum. Bana daha düşünülesi gelen, bir yerde ve bir zamanda skandal olanın başka yerde ve başka zamanda özgürlükçü olmasına ve o özgürlükçü olduğu yer ve zamandan alınıp diğer yere sanat eseri olarak getirildiğinde sansürlenmesine nasıl bakmalıyız, sorusu.
Bu arada Almanya Kültür ve Medya Bakanı Claudia Roth, Almanya Federal Hükümeti’nin 2018’de Documenta’nın karar mekanizmalarından çıkarılmasını “Ciddi bir hataydı,” diyerek eleştirdi. Bunu devlet açıktan “Bizi karar alma süreçlerinin dışında bırakmamalıydınız, biz meseleyi büyümeden sansürlerdik, olay buraya taşınmazdı,” demek istiyor diye yorumlayabilir miyiz? “Bizi itmemeliydiniz, kirli işi biz daha temiz yapardık” gibi. Bu arada Şansölye Olaf Scholz da Documenta’yı ziyaret etmeyeceğini açıkladı ve sözcüsü bahsi geçen imajı Scholz’un iğrenç bulduğunu belirtti.
Olaylar bu noktaya gelmeden önce, Documenta açılışına katılan Almanya Başbakanı Frank Walter Steinmeier bir konuşma yapmış ve “Sanat anlaşmazlık ve çatışma olmadan olmaz,” demişti, “sanat rahatsız edici (veya incitici – offensive) olabilir ve olmalıdır da, topluma devindirici bir güç uygulamalıdır (İngilizcesinden serbest çeviriyorum – must give impetus to society),” diye de devam etmişti. Sonra tabii işler çığırından çıktı. Ne yaptın sen Taring Padi![8]
Kategorilere geri dönelim. Birinci kategori; ahlâki suç, metnin dışında mı? Yani yazar, yönetmen veya sanatçı birey aynı zamanda faşist, katil, hırsız, dolandırıcı, tecavüzcü, Nazi, antisemit, Siyonist, sarayşairi, iktidar yalakası, Putinci, kadındüşmanı, insanmerkezci vb. mi?
Ben bunun sürdürülebilir olduğunu hiç düşünmüyorum, çünkü böylesi bir yaklaşım “sanat” kategorisini iptal edip sanatı araçsallaştırmaya çalışan bir bakış doğuruyor. Daha önce de çeşitli ideolojilerce denendi, başarılı olmuyor. “Sanat diye bir şeye gerek yok o zaman”a geliyor toplumlar. Sanat diye bir şeye gerek varsa o şeyin pek de ele avuca gelmemesi gerek sanki. Kralla dalga geçilemeyen Karnaval dayatması çok uzun ömürlü olmuyor. Kralın çıplak olduğunu bir tek çocuk söyler ama herkes bilir, deniyordu bir yerde, çünkü herkes uzun vadeli düşünür, bir tek çocuk o andadır, kralın çıplaklığını kendi lehlerine kullanmak isteyen yetişkinler, bu konuda doğru âna kadar susarlar. Böyle böyle diktatörlüklerimiz oluyor, deniyordu. Gelgelelim sanatçılara dönük linçlerde de özgürlükçüler olarak aynısını yapıyoruz galiba. Çok terazisiz pratiklere, hınçla, linçle ilerleyen adımlara sessizce onay veriyoruz, kralın, kraliçenin, prenslerin, prenseslerin ve diğerlerinin çıplaklıklarını yüksek sesle dile getirmiyoruz. Öyleyse diktatörlük bize “dışarlıklı bir şey” değil, diyesim geliyor. Bugünkü bitse yarın yenisini üreteceğiz. Sevdiğimiz ve bize iyi gelen, doğal gelen, benimsediğimiz bir form. Formun içindeki yerimizi bazen sevmiyoruz o kadar – üçgenin yanlış köşesinde olma hissi gibi.
Hangi ahlâksızlık, hangi çirkinlik, hangi kötülük, hangi suç – suç dedin mi bana göre suç, şu âna göre suç, bize göre suç, hukuğa göre suç, elli bin kriterlik bir tartışma doğuyor.
Sonra da yazarın özel hayatı metne dahil mi meselesi beliriyor. (Özel hayatında baktığımız yerden bakınca olmaması gereken bir madde görünüyor mu?) Kimileri “ben yazarın hayatını hiç önemsemem, sadece metni okumak isterim” der. Kimi küratörler sergilerde duvarlarda eserlere bilgi verici iş etiketlerinin eşlik etmesinden hazzetmez. İş ile izleyicinin yalnız kalmasını ister. Araya enformasyon, hele ki sanatçıyla ilgili enformasyon girmeden...
O ya da bu kriterle suçlu bulduğumuz yazarın kitabını basmamalıyız dedikten sonra, herhangi bir sansüre neye dayanarak karşı olabileceğimizi düşünmeye çalışıyorum. Şu mümkün sanırım, herhangi bir köşe yazısı ile roman arasında bir ayrım olmadığını, dolayısıyla köşe yazısı hangi kanunlara tabi ise romanın da onlara göre yargılanabileceğini savunmuş oluyorsak eğer, suçlu yazarın kitabını basmamalıyız dediğimizde, köşe yazısı da sansürlenmemelidir, her şey söylenebilmelidir diyebildiğimiz ölçüde sansüre karşı olmamız mümkün hale geliyor. Ancak bu sınırlama, sanatın insana dair, oluşa dair başka, kendine özgü bir bilgi sunabileceği varsayımının da reddi tabii. Karanlık tarafa geçip geri gelmek, veya karanlık tarafa geçip infilak etmek ve bu sırada bize karanlık tarafı apaçık göstermek gibi şimdi biraz romantize ettiğim ama genelde benzer fakat daha sofistike ifadelerle dile getirildiğinde yadırgamadığımız rol, sanatın elinden alınmış oluyor.
Bir roman, içeriği nedeniyle sansüre uğradığında şöyle bir savunma yapmıyorsak şayet bir sorun yok: “İyi de o bir roman.” Bunu artık diyemeyiz bu koşullarda. Biri “Şu romanda düpedüz seks temsili var, tez yasaklayın,” dediğinde “iyi de o bir roman,” diye değil, “her tür yazıda düpedüz seks temsilleri olabilmelidir,” diyerek savunabiliriz ancak. Madem ki ayrı bir değerlendirmeye tabi değil, dışarıda ne geçerliyse, onda da o geçerli...
Sanatın statüsüyle ilgili bir tartışma görüyorum burada, ve sanatın ayrıcalıklı bir yere sahip olması, sanatçının deha muamelesi görmesi vs. hakkında çok vır vır ettik zamanında, dalga geçtik, bu tip yüceltmeleri itibarsızlaştırdık gururla gibi geliyor, ancak şimdi bakıyorum da şunu iyi hesap etmemişiz, böyle olunca, yani sanatın bu anlamda ayrıcalığı sökülünce bütün sanatçılar ve yazarlar için politikacıyla işadamı arası bir kimlik dışında seçenek kalmıyor.
Gene yakınlarda suçun, metnin içinde bulunmasına bir örnek olarak aynı zamanda öğretmen de olan şair Kate Clanchy’nin anılarını kaleme aldığı kitabı Some Kids I Taught and What They Taught Me (Ders Verdiğim Bazı Çocukların ve Onların Bana Öğrettikleri) etrafında kopan fırtınayı anabiliriz. Clanchy olayı hakkında yazan Gaby Hinsliff’in dediği gibi, mesele artık hangi hikâyelerin anlatılabileceği meselesi belki de. Clanchy ile ilgili suçlamalar genelde öğrencileriyle anılarını anlattığı kitabında ırksal stereotipleri kullanmış olmasına dayanıyor. Benzer bir şekilde Jeanine Cummins de American Dirt (Amerikan Kiri) kitabında Meksikalı aileyi uygunsuz temsil ettiği için tepki çekmiş, Hinsliff’in “kuir ve siyahî bir yazar” olarak andığı Kosoko Jackson da Kosova savaşı sırasında gay bir aşk hikâyesini anlattığı A Place for Wolves (Kurtlar İçin Bir Yer) romanında Müslüman karakterleri temsili yüzünden kendini hedefte bulmuş. Türkçede de iyi bildiğimiz bir isim olan Kazuo Ishıguro, bu konuda yazarların internet başındaki “anonim linç güruhundan” çekindiklerini söylemiş. Bir romanı üzerinden saldırıya uğrayan Sebastian Faulks, “Bir daha hiçbir kitabımda hiçbir kadını betimlemeyeceğim,” demiş.[9]
Konu böyle böyle çeşitleniyor. Rus sanatçılara dönük sansür girişimleri birtakım tuhaflıklar gibi anıldı ama bu girişimlerden Rusya’nın yumuşak gücünü kırmaya dönük gerekli bir stratejik hamle diye bahseden, makaleler de vardı.[10] Dahası Ukrayna’da alınan son kararla pek çok Rusça kitabın ve şarkının yasaklanması yoluna sapıldı.[11]
Halbuki pek çok hukuki metinde sanatın yasaklanmasını zorlaştırmanın mantığı geliştirilir.
Örneğin Felix Ulhmann ve Christina Bognuda, hukuk ve sanat ilişkisini özellikle de sanatın özgürlüğü tartışmaları üzerinden ele aldıkları “Sanat Özgürlüğü ve Sanatın Teşvikine İlişkin On Tez”[12] başlıklı yazılarında sık sık Alman mahkemelerinde sanatın sınırlarıyla ilgili alınmış kararlara gönderme yapıyorlar. “Sanat ve Hukuk Düzeni Arasındaki Çatışkı, Aceleyle Hukuk Düzeni Lehine Hükme Bağlanmaz” başlıklı 2. tezlerine “Federal Yüksek Mahkeme’nin sürekli olarak yeni biçimler almanın, normları çiğnemenin ve mevcut olanı sorgulamanın sanatın özünde olduğuna dair verdiği kararı,” anarak başlıyorlar. 4. tezlerinde “Bir roman ırkçı sözler içeriyorsa, yazar henüz bu nedenle ırkçı değildir,” diyor ve ekliyorlar “sanatsal özgürlüğün güvenceye alınması, bir edebî eserin okuyucusunun olgun kabul edilmesini, onu bir fikir beyanından ayırt etmesini gerektirir. Bu nedenle, kendisini bir roman olarak tanımlayan bir edebî eser, her şeyden önce olgusallık iddiasında bulunmayan bir kurgu olarak görülmelidir.”
*
Tüm bunları şuna bağlamam umarım fazla keskin bir geçiş gibi okunmaz, bana kendiliğinden bir devam yolu gibi geliyor:
Bütün bu gelişmeleri, yani sanatın bu denli kolay, içeriği üzerinden sansüre uğrayabilmesini, ve özel hayat yüzünden bırakın sansüre uğramayı bitirilebilmesini, silinebilmesini –hatta kayıtlardan dahi silme girişimlerini, hani böyle bir kitap hiç yazılmadı gibi yapma denemelerini– biraz da günümüzde sanatta ve edebiyatta her tür avangardın, devrimciliğin yıkılmış olmasına, izm’lerin sonuna geldik hissine, geriye kalan tek izm’in sanat pazarı, marketi, piyasası gibi gözükmesine de bağlıyorum.
Bugün edebiyattaki en büyük avangard edebiyat piyasası, tek izm de o – sanatta da öyle sanki.
Ve piyasa her şeyin gerektiğinde sansürlenebilir olmasını istiyor. Hiçbir cezalandırmanın sorgulanabilir olmasını istemiyor. Kararların hızlı alınmasını, duraklanmamasını istiyor. O ürün kalkabilir, öbür ürün gelebilir ama raf boş kalmamalı ve tartışma ile yıpratılmamalı rafın market değeri.
“Sanatta tek yeni izm piyasa” sözünü Scott Reyburn’den aldım. Reyburn “Have we reached end of isms?” (“İzm’lerin Sonuna mı geldik?”) başlıklı yazısında Josh Baer’den alıntılayarak “21. yüzyıla gireli yirmi yıl geçti, ve bugüne dek öne çıkan tek izm, aslına bakılırsa, sanat piyasası,” diyor ve “sanat ile dünyayı değiştirme ideali izm’lerde kaldı – bugün bırak değiştirmeyi, dünya tarafından fark edilmek için bile para konuşuyor,” diye ekliyor.[13]
Aynı yazıda alıntıladığı Goldsmiths College’dan Richard Noble ise, “devrim fikrinin çökmesi ve değersizleşmesi, avangard fikrini de değersizleştirdi” tezini öne sürüyor.
Altını çizdikleri nokta şu: Bugün her yerde büyük, harika, pek güzel sanat var, ama büyük sanat hareketi olamıyor.
Belki de büyük sanat hareketleri ve avangard çıkışlar olmadan önce, sanat zaten her zaman hep sanatçısının özel hayatı yüzünden ve kendi iç temsili yüzünden kolayca ve yadırganmadan sansürleniyordu noktasına geleceğiz.
Soru tabii şu: Avangardı tatmış kediler avangard-öncesinin mamalarıyla ne kadar idare edilebilir?
[1] “Bitirme” ifadesini Lora Sarı’dan ödünç aldım. Lora, “cancel culture” sözünün Türkçeye “iptal kültürü” olarak çevrilmesinin pek de isabetli bir çeviri olmadığına dikkat çekmişti bir süre önce. Bkz. Lora Sarı, “İmkânsız Devrimlerin Mümkün Felaketleri”, Notos, Kasım-Aralık 2021. Lora’nın, affetme ile bitirme arasındaki gerilimi çok iyi işlediği yazısında tartıştığı konu bitirme kültürüyle ilgili olmakla beraber kendi başına da önemli: Zaven Biberyan gibi eleştirel düşüncenin, toplumsal dönüşümün yanında durmasıyla bilinen bir romancının eleştirilerinde çuvaldızı kendine batırırcasına Türkiye’deki Ermeni toplumunun zaaflarını –sözkonusu zaafların tarihsel nedenlerini bilmesine rağmen direkt anmayarak– hedef almasını kendi eleştiri masasına yatırır bu yazıda…
[2] En son Günışığı Yayınları’nın kimi kitaplarına dönük yasaklama girişimleri özellikle kaygı uyandırdı. Bu bakış gözünü çocuk kitaplarında ötelere de kaydırabilir mi? Bkz. “Günışığı Kitaplığı'ndan hedef gösterilen kitapları hakkında açıklama: Gerçek dışı, yalan haberler...”, Gazete Duvar, 23 Haziran 2022. https://www.gazeteduvar.com.tr/gunisigi-kitapligindan-hedef-gosterilen-kitaplari-hakkinda-aciklama-gercek-disi-yalan-haberler-haber-1570567. Hedef gösterilen kitaplardan birinde çocuk tacizi konusunda çocukları bilinçlendirmek amacıyla yazılmış bölümün çocuk tacizini temsil etmekle suçlanmasıyla karşı karşıyayız anladığım kadarıyla. Doğrusu, bu gidişle ne gibi bir itirazda bulunacağız belli değil bir roman sansüre uğrayıp satışı kısıtlandığında. Bkz. “Gericilerin hedef aldığı Çıtır Çıtır Felsefe dizisi hakkında yayınevinden açıklama”, Sol, 22 Haziran 2022, https://haber.sol.org.tr/haber/gericilerin-hedef-aldigi-citir-citir-felsefe-dizisi-hakkinda-yayinevinden-aciklama-339526.
[3] Boykot edilmemesi gerektiğinde hemfikir olunan Rus sanatı ile boykot edilmesinde pek bir sakınca görülmeyen Rus basketbolunu da karşılaştırdığım bu yazı için bkz. “Hangi Boykot: Rus Sanatı ve Rus Basketbolu”, Sanat Dünyamız, sayı 188, Mayıs-Haziran 2022, s. 48-54.
[4] Bkz. “Eric Gill”, https://www.ditchlingmuseumartcraft.org.uk/2017/02/20/eric-gill/.
[5] Bkz. Rachel Cooke, “Eric Gill: can we separate the artist from the abuser?”, The Observer, 9 Nisan 2017,
https://www.theguardian.com/artanddesign/2017/apr/09/eric-gill-the-body-ditchling-exhibition-rachel-cooke ve Waldemar Januszczak, “A terrible human being he might have been — does that make Eric Gill less of an artist, too?”, The Times, 7 Mayıs 2017, https://www.thetimes.co.uk/article/waldemar-januszczak-eric-gill-ditchling-museum-of-art-craft-0dvnbk0t8?gclid=EAIaIQobChMI4sHE77DV-AIVSIXVCh0BHgydEAAYASAAEgKiA_D_BwE.
[6] Lumbung Endonezya’dan yerel bir deyim, düz anlamı “pirinç ambarı”na yakın ve “imece” dahil kolektif üretim biçimlerini çağrıştıran bir kavram gibi düşünülebilir sanıyorum. Detaylı açıklama için bkz. ““Lumbung: Short concept by ruangrupa for documenta 15”, https://universes.art/en/documenta/2022/short-concept.
[7] https://www.dw.com/en/we-apologize-artist-collective-taring-padi-regrets-documenta-mistake/a-62251431. Tartışma Documenta 15 açılmadan önce başladı ve çeşitli şekillerde sürüyor. Bkz. https://www.theartnewspaper.com/2022/06/21/documenta-15-most-controversial-kassel-exhibition ve https://www.e-flux.com/notes/467337/antisemitism-accusations-against-documenta-a-scandal-about-a-rumor.
[8] Sanat direkt sözkonusu olmadığı için burada detaylı girmiyorum ama düşünür Achille Mbembe de benzer bir konumda bulmuştu kendini. Özellikle de Ruhrtrienniale sanat festivalinin açılış konuşmasını yapmak için çağrıldığında: https://www.nytimes.com/2020/12/11/arts/germany-bds-open-letter.html.
[9] Gaby Hinsliff, “The book that tore publishing apart: ‘Harm has been done, and now everyone’s afraid’”, The Guardian, 18 Haziran 2022, https://www.theguardian.com/books/2022/jun/18/the-book-that-tore-publishing-apart-harm-has-been-done-and-now-everyones-afraid?CMP=twt_b-gdnsaturday.
[10] Rus sanatçılara dönük sansür de gene kategorik olarak konuyu ayrıştırıyor. Çünkü kendisi özel hayatında bir ahlâksızlık yapmamış bir sanatçı, devleti ahlâksızlık yaptı diye suçlayamaz gibi geliyor. Öte yandan, yukarıda andığım Sanat Dünyamız’daki yazıyı karalarken değindiğim gibi, işgali savunan sanatçılar olabileceği gibi, kendini ayrıştıran ama Batılıların istediği kadar özür dilemediği için gene de sansürlenen sanatçılar da oldu. Bkz. https://www.theguardian.com/world/2022/jun/21/cutting-works-by-russian-artists-is-stupid-says-pussy-riot-member. Yumuşak güç teorisi için Bkz. “Cold shoulder for Russian artists sparks debate over cultural boycotts”, France 24, 10 Mart 2022, https://www.france24.com/en/live-news/20220310-cold-shoulder-for-russian-artists-sparks-debate-over-cultural-boycotts.
[11] Bkz. “Ukrayna, Rusça kitap ve müziklere sınırlamalar getiriyor”, Gazete Duvar, 20 Haziran 2022, https://www.gazeteduvar.com.tr/ukrayna-rusca-kitap-ve-muziklere-sinirlamalar-getiriyor-haber-1570182.
[12] Felix Ulhmann ve Christina Bognuda, “Sanat Özgürlüğü ve Sanatın Teşvikine İlişkin On Tez”, Ve Şimdi İyi Haberler: Nobel Koleksiyonu’ndan Eserler içinde, sergi kataloğu, Pera Müzesi, Nisan 2022, s. 44-57.
[13] Scott Reyburn, “Have we reached end of isms?”, The Art Newspaper, sayı 339, Kasım 2021.