Selahattin Demirtaş ya da “Sokak Ulusu” (I)
Derviş Aydın Akkoç

Selahattin Demirtaş’ın son romanı Jamal’de bir görünüp bir kaybolan, politik yoğunluğu yüksek cümlelerden biri: “sokak özgürlüktür, özgürlük sokaktadır.” Efes Pilsen’in “sokakta hayat var,” mottosunu çağrıştıran, fakat bu türden kapitalist-reklamcı mottolarla münakaşaya tutuşan bu ilginç söz; başta “aşk” olmak üzere romanın belli başlı estetik ve siyasal problemlerini yörüngesinde tutar. Bir motto ya da klişe değil, esasen erotik ve davetkâr, sıcak bir slogandır bu. Metnin kimi dönemeçlerinde ya da tıkanma noktalarında hatırlanan, lakin derhal unutulan bu sloganın ajitatif değil, daha ziyade müspet mânâda propagandist bir tasarrufu söz konusu. Romandaki kök-fikri, yani ev ve sokak arasındaki tarihsel yarılmayı ve çatışmayı sorunsallaştıran, sokak imgesini siyasal bir yüzeye yayan, özgürlük sorununu da muhataplarına –hazırdaki okurlarına– yeniden ve başka açılardan taşıyan bir tasarruf: Slogan kristalleşmiş fikirdir; bu fikir tutkulara ve duygulara olduğu kadar sınırlara ve hedeflere de işaret eder. Bir sloganın yegâne arzusu ise geniş ve daha uzak kesimlere ulaşmak, Che’nin lafıyla “dilden dile dolaşıp” söylemsel dünyada bir yer edinmek, mümkünse tekrarlanmak suretiyle de canlı kalmaktır.

***

Bir baskın düzenler gibi aniden değil, ritmik adımlarla, derece derece kendini duyuran bir politik işlemle, “sokak özgürlüktür, özgürlük sokaktadır” sloganı da tekrarlanarak, her tekrarda harici içerikler edinerek metnin ağırlık merkezine yaklaşıp uzaklaşır Demirtaş’ta. Ne var ki, slogandaki özgürlük istenci –ev ya da Marx’taki şekliyle zorunluluk fikriyle değil- daha baştan bizzat sokak tarafından kilitlenmiş haldedir. Zira bir değil, iki sokak vardır Demirtaş’ta: kurucu ve yıkıcı, negatif ve pozitif, hâsılı biri diğerini yoldan çıkarmaya, etkisiz kılmaya azmetmiş iki sokak tasavvuru... Negatif sokak imgesi, aslında hâlihazırdaki sokak gerçekliğinden, en azından bu gerçeklikle bağlantılı imajlardan mürekkep yayılmacı bir imgedir. Demokratik bilinci yer yer karartan, düşünsel krizler üreten, yazarı da metnini de sıkıntıya sokan bu negatif-sokak imgesi paradokslar ve çelişkiler üreten belalı bir parametredir. Nitekim “sokak özgürlüktür, özgürlük sokaktadır,” sözüne daha kuruluşunda, hatta kurulmadan önce musallat olan bu negatif imge, özgürlükle taçlandırılacak sokak imgesini, Ernst Bloch’un tabiriyle sosyalist estetiğin “arzu manzaralarını” sadece huzursuz etmez, imkânlarına da gölge düşürür, depresif bir alıntıyla:

“Sokakta yürüyen insanlar, dolaşan insanlar geçici olarak bir araya gelmişler midir? Gelmişlerdir. Bununla birlikte, uluslaşma süreçlerini tamamlayamayıp arafta kalmış, ortak bir dili, ortak bir ülküsü, ortak bir geçmişi ya da duygusu olmayan yapay bir ulus gibi midirler? Tabii ki gibidirler. Onları bir arada tutan tek şey sokaktır, tek ortak paydaları o an sokakta bulunmaktır. Bu nedenle sokaktaki insanlar birbirlerine güvenmezler. Kimi çantasını sıkı sıkı kavrayarak yürür, kimi çocuğunun elini bir an bile bırakmamaya özen gösterir; çoğu sık sık cüzdanı yerinde mi diye yoklar. Kadınlar tacizden kendilerini korumak için sürekli tetiktedir. Esnafsa malları çalınmasın diye her daim teyakkuz halindedir. Herkes göz ucuyla birbirini gözetler, tehlikenin nereden geleceğini anlamaya çalışır gibidir. Aralarında sevgi yoktur, zoraki ve kırılgan bir saygıyı da saymazsan düpedüz herkes birbirinden neredeyse nefret eder ve ürker gibidir. Sokaktaki yığınlar bu haliyle sele kapılmış kütük misali oradan oraya savrulurken, aslında sokağın kontrolü altında olduklarının zerrece farkında değillerdir. Hepsi efsunlanmışçasına veya zombi misali tüm benliklerini yitirmişçesine amaçsızca dolanıp dururlar. Oysa sokak özgürlüktür, özgürlük sokaktadır.”[1]  

Elias Canetti tartışıyordu: modern kitle hareketlerinin vazgeçilmezlerinden olan slogan kelimesi, Kuzey İskoçyalı Keltlerin mitolojisinde “ölülerin savaş çığlığı” anlamına gelir ve aktüel kullanımı da hâlâ bu bağlamla alakalıdır.[2] Ölülerin ruhlarının yaşayanların bedenlerinde yeniden cisim bulması, hatta henüz kapanmamış bir hesabın görülmesi anlamında slogan. Demirtaş’ta bu bağlam tersine çevrilmiş gibidir zira çoktan ölmüş yaşayanların –zombilerin– çığlığı değil, sessizliği ve çıkışsızlığı; hareketi değil, donukluğu ve siyaseten tıkanıklığı çok daha baskındır. Burjuva toplumunun otomatikleşmiş edimlerini zombi dalgalanmalarıyla icra eden kitlelerin –ve elbette bireylerin– vaziyetiyse içler acısıdır: kimse kimseye güvenmiyor, “herkes birbirinden nefret ediyor” ve ölümüne korkuyordur. Hâl böyle olunca özgürlük istencinin çanına ot tıkayan, daha yüksek beklentilerle süslenmiş sokak imgelerini solduran şey esasında ne ev ne de zorunluluktur: Alttan alta çalışan bir “güvenlik” fikri ve ihtiyacı negatif sokak imgesinin sadece omurgasını oluşturmaz, aynı zamanda alternatif sokak imgelerini ve fantezilerini de ipotek altına alır. Her an vuku bulma ihtimaliyle “tehlike” her yerdedir; “kontrol” –iplerse– başkalarının elindedir, özgürlük mekânları diye kodlanan, sol-demokratik bilincin estetize ettiği sokaklar aslında fiilen “suçun” cirit attığı tekinsiz alanlardır.

***

Suç, güvenlik ve yasa: Demirtaş’ın çizdiği negatif sokak imgesi Hobbes’un “herkesin herkesle savaşı” olarak formüle ettiği “doğa durumu” fikrine de dolayımlanır. Öldürme de dahil olmak üzere zarar vermede herkesin herkesle eşit olduğu, yaşamın kısa sürüp ölümünse aniden gerçekleştiği bir savaş hali olarak bu “doğa durumu”; medeniyetin geride bıraktığı bir evre ya da Yasa’nın engellediği bir potansiyel olmak şöyle dursun, mevcut toplumsal ilişkilerin tamamına yayılmış ve sirayet etmiş organik bir gerçekliktir. Yığınla yasaya ve araca rağmen sadece bedenlerin değil, “cüzdanların” ve “çantaların” ve dahi esnaf tezgâhlarının –pazarın–, bu durumda özel mülkiyetin de dokunulabilir ve risk altında olduğu huzursuz bir düzendir bu. Bu düzen ve huzursuzluk muktedirlerce dikkatle ve ince ince yönetilir, mütemadiyen toplumsal dokuya hasar veren, Freud’un tabiriyle “saldırganlık içgüdüleri” ise ne ıslah edilir ne de ötelenir, yalnızca türlü şekillerde –hukuki ve ahlaki cambazlıklarla- maskelenir. Bu itibarla, Demirtaş’ın ancak ironiyle, şu tarihsel ve uğursuz “gemi” mecazını yerinden etmek üzere sarf ettiği bir cümlesi epeyce işlevseldir; siyasal bir kabulün yanı sıra, peçelenmiş bir vahşeti de ifşa ettiği için: “hepimiz aynı ormanın hayvanlarıyız.” Bu durumda özgürlük problemi yalnızca sokak ve ev ya da toplum ve uygarlık değil, aynı zamanda insan ve hayvan arasındaki gerilimli bir ilişkiyle de bağlantılıdır. Kendine has kanunlarıyla orman şehrin sınırlarından sonra beliren bir kuralsızlık bölgesi değil, aksine şehrin merkezinde ve çeperlerinde, anbean kendi duyuran bir ilişkiler toplamıdır. Bu açıdan bakıldığında, savaşı yalnızca kılıç şakırtılarından, uygarlığı tabak çanak senfonilerinden, toplumsal ilişkileriyse uyum ve uzlaşılardan ibaret saymak telafisiz bir düşünsel zaaf olduğu kadar siyasal bir zayıflıktır da: “Doğa durumu” ya da –orman kanunları– gereği yıkım ve çözülme ihtimali geçmişte değil, süreğen bir şimdide, orada değil, buradadır. “Zoraki saygı”nın dağılması, “sevgisizliğin” yoğunlaşıp nefretin dizginlerinden boşalması; ezcümle Hobbes’un “en büyük felaket” addettiği “iç savaş” olasılığı sokağı –toplumu- oluşturan esas dinamik, farklı varoluşları bir arada tutan görünmez ilmektir. Ne var ki, toplumu kasıp kavuran bu örtülü savaş çizgisi kırk dereden su getirilerek, ideoloji “efsunuyla” çarpıtılıp hukuken meşrulaştırılır ve nihayet özgürlük istenci güvenlikle takas edilir.

***

Böylesi sıkıntılı bir gerçeklik düzleminde demokratik perspektifin sokak ve özgürlük arasında kurduğu denkleme de şaibe düşer tabii, pozitif ve davetkâr sokak imgesinin kapitalizmin dümen suyundaki sokak imgesiyle, bu imgenin (reklamcı) çoğalma teknikleri, kültürel ve siyasal baskı mekanizmalarıyla âşık atabilecek ne bir donanımı ne de kudreti vardır. Nitekim “sokak özgürlüktür, özgürlük sokaktadır,” sözü; “oysa” bağlacının gerisindeki cümlelerin –röntgeni çekilen toplumsal hakikatlerin– basıncını savuşturamayacak kadar mecalsiz ve iddiasızdır. Sözün müellifi muhtelif alıcılarını değil, öncelikle kendisini ikna etmek, “oysa” kıskacından kimseyi değil, kendi cümlelerini kurtarmak zorundadır. Olası estetik tutulmalara çare olarak, yabanıl ve kuşatıcı sokak imgesine ancak ütopik bir dürtüyle mukabelede bulunabilecektir Demirtaş. Mahut sloganı sevimli bir propagandayla, politik sözü ise ütopik içeriklerle donatmak dışında bir hamlesi yoktur; bu hamlede estetik-politik hakikatlerin yalana değil, palavraya kayma ihtimali de göze alınacaktır:   

“Sokakta yaşamak, modernitenin kalbinden moderniteye isyandır, onun sahasında onun kurallarını sınırsızca ihlal etmek, onun dayattığı her şeyi reddederek özgürleşmektir. Modernitenin yasama, yürütme ve yargısı sokakta hükümsüzdür; kapitalizmin vergisi, faturası, kirası, kredi borcu, telefonu, reklamı, interneti, patronu, hisse senedi, faizi, maaşı, emekliliği de sokakta geçersizdir. (…) Sokakta ideoloji, din, parti, lider, önder, peygamber de yoktur. Devleti, kocası, babası yoktur sokağın. İnsanı sınırlayan, zorlayan, zincirlerle, prangalarla hareketsiz, nefessiz bırakan ne kadar engel varsa, tamamı sokakta anlamını yitirir. Sokakta yaşayanı bağlayan tek şey, özgürce seçip belirleyeceği kendi değerleridir. Sokak insanı, düşünürken devlet ne der diye hesap yapmaz veya kanun ne der, tanrı ne der, partim ne der, komşum, babam, kocam, karım, patronum, arkadaşlarım ne der gibi hesaplar içine girmez. Olabildiğince sınırsız ve özgür düşünür, özgür yaşar. Sokakta devinip duran kalabalıklar işte bundan habersizdir. Oysa tek ortak paydaları olan sokağa güvenseler, sokağa sığınsalar ve anlasalar sokağın bağrındaki saklı sırları, işte o zaman isyan ederler özgürlük uğruna. Ne demiştik: Sokak özgürlüktür, özgürlük sokaktadır!”

İkinci kez zikredilen ve yine kapanışta beliren, ama bu defa “oysa” püskürteciyle değil, “ne demiştik,” hilesiyle biçim değiştiren, sosyalist, hatta anarko-komünist tınılarla bezenen özgürlük sloganı: fakat buradaki şakacı “ne demiştik,” hilesi “oysa”yı yerinden etmiş midir sahiden, ya da daha önemlisi sokağın bu radikal dönüşümünün failleri kimlerdir? Sokak ve ev, insan ve hayvan, özgürlük ve zorunluluk gibi ikiliklere bir başka ve daha sıkıntılı bir problem eklenir: özne meselesi. Romanın konuşan kişisi –ben anlatıcısı– sokağa “yukarıdan” ya da “dışarıdan” değil, “dipten” ve “alttan”, dolayısıyla içeriden baktığı iddiasındadır. Bu iddia kendi arzu nesnesi, yani yasasız, iktidarsız, parasız, partisiz, devletsiz, lidersiz vb. dünya tahayyülü söz konusu olduğunda biri şuursuz ve pasif, diğeri aktif ve bilinçli iki kümeye, iki kitle tasarımına atıfta bulunur: “sokak insanı” ve “kalabalıklar.”

***

Sokak insanı etkilerden kurtulmuş, özgürleşmiş kişidir; bu tılsımlı özne “özgür seçimlerde” bulunuyor, kendi değerlerini kendi oluşturuyordur. Eyleminin mimarı, bedeninse sahibidir. İştahı, arzusu ve iradesi ona aittir. Yasa onun açısından hükümsüzdür, yalnızca ev değil, modern varoluşun tüm kurumları onun şahsında eriyip dağılmıştır. Ütopik dürtünün sıçramalı ve abartılı işleyişi muhtelif toplumsal formları ve engelleri geride bırakır. Sokak insanı orman kanunlarını, “modernitenin” mevcut tüm sınırlarını ihlal etmiş, bu ihlalin mükâfatı olarak da “özgür düşünüp özgür yaşama” ayrıcalığını elde etmiştir. Kısmen sinik neşesinin kaynağında da bu ayrıcalık hissi yatar. Buna mukabil “kalabalıklar” ise bütünüyle düzen kuvvetlerince ele geçirilmiş, isimsiz ve gölge varlıklardır. Bu kasvetli varlıklar herhangi bir kurucu eylemin faili değillerdir; daha ziyade rutinleşmiş hareketlerle, o da kapsamı iktidar, muhtevası sermaye tarafından belirlenmiş edimlerle sınırlanmış karaltılardan ibaretlerdir. “Zincirler” ve türlü “prangalarla” çağdaş kölelerdir. Bu kölelik gerçekliğine istinaden aşağıdan ve içeriden bakış Mesiyanik edalar takınır: Karaltılar ışığa ve kurtuluşa çağrılır; kredi kartları, peygamberler, liderler, vergiler ve faturalarla kuşatılmış gerçekliklerine karşı tek bir vaat öne sürülür: özgürlük. Gelgelelim bu özgürlük de gökten inmeyecektir: isyan kaçınılmazdır. Kitleler bir “isyanın” öznesi olmaya, dolayısıyla yalnızca görünürlük değil, cisim ve isim de kazanmaya, karşı-siyasetin bir parçası olmaya ve bu sayede de sadece siyaset değil, tarih sahnesinde de arzı endam etmeye davet edilirler. Şimdilik ve mevcut halleriyle bir adları değil, yalnızca sıfatları vardır. Bu tanımsız, ıslak ve yapışkan karaltıların tarifi için sıkıntılı bir mecazı yürürlüğe sokar Demirtaş. “Yığınlar” ya da “zombiler” olarak piyasanın akıntılarına –üretim ve tüketim furyasına– kapılmış, basıncını kapitalizmin belirlediği bir “selde” oradan oraya sürüklenen yoğun ve katı bir nesne mecazı: kütük.

***

Demirtaş bu mecaz sayesinde bir taşla iki kuş vurur: yontulacak, kesilip biçilecek, şekil verilecek bir kitle birimi olarak, fakat aynı zamanda köklerinden koparılmış ve doğal olarak kendi toprağını arayan bir ağaç gövdesi olarak kütük. Fikir ve imge, kelime ve şey arasına giren bu mecaz ve onun çağrışımları siyaseten can alıcı bir öneme sahiptir. Zira estetik ve siyasal işlemin gerekçesi, radikal dönüşüm maksatlı müstakbel eyleminse kendini meşrulaştıracağı başlıca kıstastır. Siyaset bir bakıma kütük yontma operasyonudur. Fakat her eylem gibi yontma eylemini de geçerli kılacak işlevsel bir söyleme ihtiyaç vardır. Demirtaş temelde büyük şehrin –İstanbul’un- panoramasını çıkarır, gerek sokaklara gerekse kalabalıklara yönelik, her ne kadar içeriden bir bakış atıldığı öne sürülse de, bu bakış nesnesi –kütük- karşısında belli dozda bir infiale kapılır. Selden kendini ayırması, bir kâbus gibi çöken kütüğün ağırlığını hafifletmesi, dahası ondan tiksinmesi değil, onu sevmesi gerekiyordur. Kitlelere yönelik estetik kavrayışın gerisindeki siyasal niyetin, kütük yontma arzusunun kaynağında ise infialle gelen bu kararsız tutkular vardır: kalabalıklar ürkütür; dahası demokrat-sosyalist yazarda ahlaki tepkilere yol açar. Ahlaki tepkinin tezahürü ise sokak ve kitle hakkında metni yer yer boğan betimleyici retorikte açığa çıkar.

***

İktidar kümesindeki elemanlar –sarsıcı kalabalık– sokak insanı kümesine oranla çok daha fazladır, siyaset de bir bakıma bu kümenin elemanlarının sokak insanı kümesine dahil edilme sanatıdır: Yukarıdan aşağıya, konformist konumdan daha çıplak bir düzleme doğru bir “yer” değiştirme işlemi. Sokak insanlarının çoğalması, onları zamanla bir “ulus” katına çıkaracaktır ve fakat “sokak insanı” da belirsiz bir imge, tanımsız ve soyut bir göstergedir. “Sokağa düşünce” değil, “sokağı tercih edince” şehre bakmayı öğrenen Jamal bu muğlak ulusun fertlerine ara sıra fener tutar:

“Alttan bakmayı öğrenince hapçısını, tozcusunu, cepçisini, pezevengini, safını, piçini, fırlamasını rahatça ayırt edebiliyorum. Sokağın dilini, rengini, kokusunu bir defa kaptın mı güçlüsündür, güvendesindir artık.”

Sokak ulusu: evsizleri, müptezelleri, şarapçıları, hapçıları, fahişeleri, işsizleri ve aylaklarıyla cümle yitiklerin, sürülmüşlerin, işbölümünden kopmuşların, dönecek bir evi ve yurdu olmayanların oluşturduğu, giderek çoğalan fakat siyaseten etkisiz yarı-görünür bir kalabalık çeşididir. Bu kalabalığın da kamusal sahneye taşınması gerekiyordur; sırası gelmişken, genel anlamıyla bu türden nakliye faaliyetlerine Baudelaire kirli ama kışkırtıcı bir hazla, ezilenlerin can sıkıcı defilesi diyordu. Can sıkıcı bir defile ya da bir özgürlük sahnesi: Demirtaş nezdinde, radikal bir toplumsal dönüşümde sokak insanlarının da bir yeri ve sözü olacaktır. Gelgelelim sıkıntılı bir siyasal mesele de tam olarak burada titreşmektedir: Marx’ın “toplumsal posa-cüruf” dediği, politik jargonda lümpen proletarya addedilen bu “tehlikeli sınıf,” yani “sokak ulusu” özgürlük temelli bir demokratik-devrimci dünya tasavvurunda nereye tekabül edecek, nasıl temsil edilecektir?

***

Demirtaş’ın “sokak ulusu” imgesinin Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği “demokratik ulus” teorisiyle de bakışıp cilveleştiği aşikâr; bu durumda sorun şu şekilde de ifade edilebilir: sokak ulusunun demokratik ulustaki yeri nedir? Demokratik ulus, sokak ulusunu nasıl ve hangi araçlarla kapsayacak, bu şekilsiz ulus ana aktörler (Kürt, Türk, kadın, erkek, Alevi, Sünni, proletarya, emekçiler vb.) arasında dışlama ve içleme mekanizmaları olmaksızın hangi rolleri üstlenebilecektir? Burjuva toplumundaki bilimsel ayıklama, ıslah ve tasnif pratikleri ve bu pratiklere tekabül eden ahlaki ölçütler, keza cezai yaptırımlar aynen devam mı edecek, yoksa genel dönüşümden sokak ulusu da nasiplenecek midir? Abdullah Öcalan’ın teorisinde, bilhassa son yıllardaki çalışmalarında “demokratik” sıfatına dair enflasyonist bir kullanım söz konusudur: demokratik ulus, demokratik modernite, demokratik cumhuriyet, demokratik toplum, demokratik sosyalizm… Bu sıfatın hegemonik, neredeyse her toplumsal sorunun çözümü olarak söylemsel alanda başköşeye kurulmasının gerisinde sosyolojik bakışın siyasal dağarcığı ele geçirmesinin, hatta sosyolojinin siyasete hücum etmesinin yabana atılmayacak bir payı var. Demirtaş’ın estetik üretiminde de görülen bir eğilim bu: Dünya cennetinin yolu demokratikleşme durağından geçiyordur. Sokak ulusunun bu cennete kabulü ise, hâlâ en netameli prosedürlerden biri galiba: eve dönüşle değil, sokağı eve dönüştürmekle gerçekleşecek bir kabul mü bu, iyi de nasıl..?


[1] Selahattin Demirtaş, Jamal, Ankara: Dipnot Yayınları, 2025, s. 60-61. Bu yazıda ve sonraki parçada romanın kısmen Yeşilçam melodramlarını andıran olay örgüsüne gerekmedikçe pek girmeyecek ve siyasal bir tartışma sürdürmeye çalışacağım ve evet, bazen karşıdakinin bir edebiyat metni olduğunu unutarak.

[2] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998, s. 44. İki kelimeden türemiştir slogan: “ölüler ordusu”nu karşılayacak şekilde sluagh ifadesi “pek çok ruh” anlamına gelirken, gairm kelimesi ise “haykırış ve çığlık” anlamlarına gelir: sluagh-ghairm olarak slogan ölülerin savaş arzusu, intikam özlemleri gibi tutkularını karşılar.