Dick Cheney’nin hayatını konu alan Vice tarihî canlandırmalarla bezenmiş bir Michael Moore belgeseli tadında. Filmin ilginç bir mizah anlayışı var (örneğin, bir sahnede Cheney ve eşi yatakta Shakespeare-vari, alabildiğine belagatlı, teatral bir sohbete dalıyorlar; bizzat filmin ismi, “Vice”, bir kelime oyunu)[1] ama bu nüktedanlıklar filmin ABD siyaset ve emperyalizmini el alışını sulandırmıyor. Dış-ses olarak seyirciye olup biteni öyküleyen ve arada sırada karşımızda zuhur eden karakterin, kalbi Cheney’e nakledilen şahıs olduğunu öğreniyoruz filmin sonunda. Gerçek hayatta bu donorün kim olduğu bilinmiyor ve film bu anonimlikten ustalıkla faydalanıyor; film boyunca söz konusu karakterin büründüğü farklı çehrelerden (yoksul bir aile babası, Afganistan’da bir asker, banliyöde koşuya çıkmış muhtemelen bir beyaz yakalı) onun bir sade vatandaş figürü, bir ABD’li vasatı olduğunu anlıyoruz. Kalp naklinin böyle hikaye edilmesinden kasıt ise “insanlar hakettikleri gibi yönetirler” mesajı olsa gerek.
Filmin önemli sahnelerinden birinde Cheney ve George W. Bush, Bush’un Teksas’taki evinin bahçesinde yemek yiyorlar. Mevzu, 2000 seçimlerinde Başkan Yardımcısı (Vice President) adayı olarak Bush’a kimin refakat edeceği. Aday araştırma komitesinin başkanlığını yürüten Cheney’nin asıl amacı bu pozisyonu bizzat kapmak ama kendisi Başkan Yardımcılarının geleneksel olarak üstlenegeldikleri sembolik role razı değil. O tarihte Halliburton gibi dünya devi bir petrol şirketinin CEO’su olan Cheney’nin derdi, Beyaz Saray’da dizginleri tamamen ele geçirmek, bir “paralel” Başkan olmak ve böylelikle Donald Rumsfeld ile yıllar önce tohumlarını attıkları “neo-con” projenin meyvelerini toplamak. O yüzden, ilgisiz, gönülsüz görünerek, Bush’u “yemliyor”.[2]
Söz konusu yemek sahnesinde Bush, barbekü soslu domuz pirzolası benzeri bir şeyler yiyor, parmaklarını yalayarak. Yakın bir zaman önce kalp krizi geçirdiği için Cheney salatayla idare ediyor. Salata, kaideyi bozmayıp aksine perçinleyen bir istisna, bir kontrast unsuru olarak masada yer alıyor sanki, eğreti duruyor. Zira muktedir adamların bulunduğu bir sofrada önlerinde et olması neredeyse bir sinema kuralıdır. Özellikle de gizli kapaklı pazarlıklar, kirli işler dönüyorsa az pişmişinden bir biftek ya da sosa bulanmış bir but servis edilmesi neredeyse farzdır.
Örnekler say say bitmez ama yakın dönemden, yine bir ABD Başkan Yardımcısı’nın yer aldığı bir tanesini anımsayalım. House of Cards dizisinde Kevin Spacey’nin canlandırdığı, şeytana külâhını ters giydirecek hinlikteki ABD Başkanı Yardımcısı, Frank Underwood, milyarder işadamı Raymond Tusk ile sürtüşmektedir. Tusk’ın arkadaşı olan kumarhane sahibi bir Amerikan yerlisi işadamının evsahipliği yaptığı ve tansiyonun iyice yüksek olduğu havuz başı bir sofrada masaya üç adet devasa biftek dilimi getirilir. Karşısındakilerin alaycı tavırları karşısında öfkelenen Underwood masayı terkederken bifteği eliyle kavrayıp havuza fırlatınca evsahibinin kurt köpeği peşisıra havuza atlar. Bunun üzerine Underwood, “köpeklerin ne yapacağını kestirmek ne kolay, değil mi?” der ve çeker gider. Kızgın olmadığı zamanlarda Underwood’un en sevdiği yiyecek domuz kaburgasıdır.
Et ve kötü adamların örtüştüğü bir diğer sinema/dizi kalıbı, özellikle İtalyan mafyasını konu alan yapımlarda, öldürülen şahsın cesedinin bir mezbaha ya da kasap buzluğunda kancaya asılı şekilde bırakılmasıdır. Maksat, öldürülen insanın öldürenler nazarında hayvandan farksız olduğu mesajını vermek olsa da insan bedeniyle inek/domuz bedeninin yanyanadalığı hayvanların da bir cinayet maktulü olduğunu ima eder.
Söz konusu yapımların yönetmenlerinin ya da senaristlerinin alayının vegan olup subliminal bir mesaj vermeye çalıştıklarını varsaymayacaksak şayet, karanlık işlerin istişare edildiği ortamlarda et tüketilmesinin neredeyse klişe kabilinden sinematik bir unsur olmasının hayvansal gıdaların tüketimine dair bilinçaltı bir müstehcenliği açığa vurduğunu teslim etmek gerekir. Karakterlerin kötülüğünün kelimenin tam anlamıyla ete kemiğe bürünmüş halidir biftek, pirzola, vb. Etin çağrışımları –ölüm, kan, av/avcı, iştah—ortada tekinsiz işler döndüğünü, “kurtlar sofrasında” olduğumuzu görsel olarak kodlar. “Sportif” maksatla tilki avının ya da güvercin vurmanın[3] aristokrasinin yozluğunun simgesi olmasına benzer bir gösterge işlevi yüklenir et beyaz perdede, kötü adamların işbaşında olduğunun sinyalidir. Chekhov’un ünlü deyişini uyarlarsak, dizinin ilk bölümünde et yiyen erkekler varsa ikinci bölümde birilerinin kuyusu kazılacak, bir kalleşlik yapılacak demektir.
Ve evet, erillikle yakinen alakalıdır et yemek. Adam dediğin, hele “Alfa” erkek, bolca et tüketir. Avcı-toplayıcı atalarının tecrübelerine en fazla mangal başında et çevirecek kadar yaklaşsalar da hayvan ceseti yemekten evrimsel bir paye çıkartmayı sever erkekler. Salata, yeşillik yemek yukarıda bahsolunan Vice’daki sahnede olduğu üzere bir acziyeti imler. Zira et yememek, yemekten imtina etmek dişilikle özdeşleştirilen bir çıtkırıldımlığı çağrıştırır. Vejetaryenlik/veganlık sadece etten yoksun kalmak değil, kadınsılaşmaktır aynı zamanda. O yüzden et yiyen kötü karakterler ekseriyetle adamdırlar film ve dizilerde.
Tamam, ne Nusret’in tek müşterisi erkekler, ne de vejetaryenler/veganlar evliya. Ve fakat “kötü adamlığın” ekran ve perdede sıklıkla et ile ilişkilendirilmesinden çıkarılacak bir ders olsa gerek…
[1] “Vice” hem kötü huy, hem de “Vice President” ifadesinde olduğu gibi yardımcı demek.
[2] Filmde Cheney’nin tatlı su balıkçılığı bir mecaz olarak bolca kullanılmış. Cheney’nin Bush’u kafakola alma çabaları balığı yeme çekmek için sabırla uğraşan bir balıkçının taktiklerine benzetilmiş.
[3] Vice ile aynı zamanda vizyona giren ve 18. yüzyıl İngiltere’sinde kraliyet hayatını konu edinen The Favourite’da nişancılık talimi için kafeslerinden salınan güvercinlerin yakın mesafeden tüfekle vurulması çok çarpıcı bir şekilde sahnelenmiş.