Bir yandan her şeyin çok “kaotik”, son derece “kestirilmez” olduğu söyleniyor, iki bilardo topunun çarpışmasından hiç tahmin edemeyeceğimiz sonuçların çıkması gibi; ama sonra yaklaşık elli yıl önceden tanıdığınız birinin yurt-dışındaki ahvalini soruyorsunuz ve herhangi şaşırtıcı şeyle karşılaşmıyorsunuz. Şahıs gitmiş ve orada da buradakinin çok benzerini bulup beğenmiştir, çünkü ötesine bakmaya hevesi yoktur. Hevesi, cesareti, tehlike kapasitesi. Kendi emniyetinden uzaklaşma kapasitesi. Acıklı mı? Nereden baktığınıza, şahsa ne kadar yakın durduğunuza bağlı.
Ama yanıltmıyorlar. Mesela 60’lı yıllarda Japonya’da bir sol dergi çıkmaktaydı, Türkçe adı Yeni Sol Dergi. Eski komünist solun içinden gelen bir kısım insanla yeni devrimci öğrenci hareketi içinden gelen kişilerin ortak çabasıydı. Ankara’da, 70’li yılların başında, Doğan Avcıoğlu’nun Yön’den sonraki girişimi Devrim dergisinin bürosuna da gelirdi bu Japonca dergi, Hasan Cemal hatırlayacaktır. Ama çift dilli (Jap-İng) olduğu için biz de gidip okurduk. Avcıoğlu okumaz, ama ses de çıkarmazdı. (Aynı katta Maocuların ofisi de vardı.) Hasan da keşke Japonca bilseydi diyorum. Ama yeminli gibilerdi, kendi getirttikleri yabancı yayınları okumamak için. O sırada Malezya’da ne olduğunu öğrenseler fena mı olurdu?
Sonra süreç biraz sertleşti ve o dergiden farklı hızlarla uzaklaşanlar oldu, 90’lı yıllardan şu güne doğru. Birkaç yazar, liberal demokrasinin öğreticiliğinin farkına vardılar. Bazıları onu da yapmadan, Hayek’i veya Leo Strauss’u okuma zahmetine katlanmadan, üstelik onlarla aynı platformda durduklarının bile farkına varmadan, hiçbir güvensizlik hissetmeden belki, Japon Liberal Demokrat Partisi'nin kampanyasında istihdam edildiler, Japon milliyetçiliğinin asıl organında.
Üzen ama çok şaşırtmayan şey: O yıllarda o Japonlarla ilişkisi olan, dergilerine de yazı veren bir arkadaşımız, bunca yıl sonra yine Osaka’ya gidiyor ve orada Yeni Sol Dergi’den öbür tarafa doğru ayrılmış kişileri buluyor, eliyle koymuş gibi. Ve o gidenlerden birinin yazdığı yeni Marx biyografisini zevkle okumaya koyuluyor: çünkü adam, Marx, büyük öyküde yanılmış, ama küçük parçalarda çok ilginç şeyler söylemişti, biyografi yazarına göre. Bizim arkadaş hemen seviyor, iyi bir Balzac okuru olarak. İyi ama her şey bu kadar mı tahmin edilebilir olmalıydı? Bu kadar mı dolambaçsız ve otomatik?
Türkiye’de 80’li yıllardan sonra, küçük, sınırlı bir teorik/ideolojik aidiyet kabristanı açıldı. Günlerini ve özellikle gecelerini sert Lacan’cı teoriye adamış kişiler, mesleğe giriş yaptıklarında, yumuşak Amerikan “ego psikolojisine” razı olmakla kalmıyor, o zorlu gecelerde öğrendiklerini de bir anda unutmuş gibi yapıyorlardı. Bu daha anlaşılır – “hasta”yı düşünmeye çağırarak değil, ancak iyi hissettirerek vazifenizi yapmaya devam edebilirsiniz. Ama mezarlıkta üstü aceleyle örtülüp bir daha hiç ziyaretine gelinmemiş ölüler de var: Louis Althusser, Antonio Gramsci. Belki Raymond Williams, Japonya’da az okunan.
O yıllardan, hem Japoncasından hem İngilizcesinden, başka şeyler de kaldı bize, bu Japonca dergiden: Perry Anderson’un hem polemik yazıları hem de tarih kitapları oradandır; Slavoj Zizek, Kojin Karatani, Enzo Traverso gibi yazarlar da 90’lardan sonra orada nefes almaya başladı. Yazdıklarından rahatsız olabiliriz. Ama sadece bizi rahat ettiren yazarların yazdıkları da bizi uykumuza teslim etmenin dışında daha işlevsel bir iş görebilir mi? Aksi takdirde, Tanıl Bora gibi bir yazar niçin günlerini gecelerini Ernst Bloch’u çevirmeye adasın? Kendisi daha zekisini yazabilecekken, yazabiliyorken?
Genç bir Japon yazarla tanıştım geçen yılın Akçakoca Kitap Fuarı'nda. Niçin, diyordu, siz en çok Murakami’yi okuyorsunuz (sustum, hiç okumamıştım), sırf kolay olduğu için mi? Benim kıtipiyoz şiirlerin seslendirilmesinden sonra devam etti: Oe Kenzaburo, veya eskilerden Soseki, Tanizari, Kavabata, Mişima – Fuarda bunlardan söz edeni görmedim, diyordu, ne biçim insanlarsınız siz? Haddini bildirdim. O da Tansel Özsu’dan habersizdi.
Ama Japonca Yeni Sol Dergi’den haberliydi, hatta kendisinin Robin Anderson’un ya da Tariq Nairn’in evlilik-dışı kızı olduğunu öne sürdü. Bunu doğrulamak çok zor olmamalıydı, ama işte Amasra, deniz kenarı, ay… Kendi şiirlerini okumaya yöneldiğinde taksi zaten gelmişti.
Ayrılırken şey dedi: “Benim kitap Kırmızı Tırmık Yayınları'ndan çıkacak. Unutmayın! Beni unutmayın!” Nasıl unutabiliriz ki, üstelik şu Sinop’ta? Üstüne üstlük bizim 70’lerin bütün önemli şairleriyle birlikte? Teşekkürlere boğulmuş olarak? Kontrgerilla albayının tatlı anılarıyla beraber, Haydar Azgülen, Şükrü Eroğlu ve Lemuel Beckett’le aynı dizide? Nasıl unutalım?
Riva civarından ay ışığında yürüyerek dönerken adsız bir mezarlığa da rastladık; sonra Mahmut Şevket Paşa mahallesinde bulunduğumuz söylendi bize. Ne Karacaahmet’ti burası, ne Yenimahalle Asri, ne de Pere Lachaise. Sadece fundalık. Ve hep fundalık. Bazı mezartaşlarını okuyabildik, Paşanınki başta olmak üzere – en güvendiği askerlerini, suikastte kendisiyle birlikte öldürülen askerlerini de yöresine defnetmişlerdi. Üstü örtülmüş ama taşı dikilmemiş mezarlar vardı, tahkik etmek imkânsıza yakın: Arap İzzet Paşa, Ümit Yaşar Cansever, Enderunlu Rahmi ve tahmin edileceği gibi François Reneè de Chateaubriand. İlerledikçe bazı açık, açılmış mezarlar da belirdi önümüzde, kendi sakinlerini bekleyen.
Kaçarken tam göremedim, ayağım takıldı, düşmüşüm. “Olur böyle,” dediler sonra ambulansta, “biz hep başkasının çukuruna düşeni çıkarırız.”