Siyasi hareketler ve siyasi örgütler bazı kelime ve kavramlara özel anlamlar vererek, bunlara özgül bir ağırlık atfederek kendi gündemlerini ve programlarının diğerlerinden ayırt edilmesine ve toplumsal tasavvurda hâkim olmasına uğraşırlar. Bu, çoğulcu demokratik düzende olağan bir siyasal propaganda eylemidir. Adalet, eşitlik, refah, özgürlük, demokrasi ve benzeri kavramları hemen bütün siyasal akımlar kullanır ama bunlara farklı, bazen neredeyse taban tabana zıt anlamlar verirler. Otoriter rejimlerde ise bu iş demokrasilerde görülmeyen boyutlara varır. Kelime ve kavramlara yerleşik anlamlarından büyük ölçüde bağımsız, nevzuhur iri, diri, yeni anlamlar yüklenir. Yalnız kelime ve kavramlar değil, dil de neredeyse baştan aşağı dönüştürülür. Victor Klemperer’in Nasyonal Sosyalizm’in dili olarak tanımladığı LTI (Lingua Tertii Imperii) bunun en ileri örneklerinden biridir (kitabın Türkçe çevirisi için bkz. https://www.iletisim.com.tr/kitap/lti/8742). Faşizmi sadece eylem ve örgütlenmesiyle değil, yarattığı dil, öne çıkardığı kelime ve kavramlarla diğer siyasal-toplumsal oluşumlardan ayırt edebiliriz.
Bugün Türkiye’de karşımızda faşist bir yönetim, örgütlenme itibarıyla faşist bir parti ittifakı, devlet yapısı olarak faşist bir devlet mi var? AKP-MHP veya Erdoğan-Bahçeli ittifakının faşizan unsurlar içerdiğini, özellikle total devlet yapısı açısından faşizmin bazı niteliklerine artık sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ama diğer yandan yürürlükteki rejimin 20. yüzyılda klasik örneklerini veren faşizmlerden önemli farkları olduğu da açık. Zaten bu nedenle 21. yüzyılın otoriter rejimlerinin aralarında önemli farklar olmasına rağmen, ortak nitelikleri faşizm olarak değil, popülizm, otokrasi, illiberalizm, demokratur gibi kavramlarla ifade ediliyor. Federico Finchelstein, Faşizmden Popülizme başlıklı yeni kitabında (İletişim Yayınları, 2019, bkz. https://www.iletisim.com.tr/kitap/fasizmden-populizme/9711) popülizmleri faşizmle bir tutan yaklaşımları eleştiriyor. Modern popülizmlerin faşizmden devraldıkları bir miras olduğu açık. Finchelstein bu mirasın günümüz popülizmlerinde büyük ölçüde dönüşerek, post-faşist döneme kendini ayarlamasına çeşitli örneklerle dikkatimizi çekerken, modern popülizmleri dört grupta topluyor. Sağ ve aşırı sağ neo-klasik popülizm biçimi olarak tanımladığı dördüncü grupta yer alan, bir kısmı iktidarda bir kısmı muhalefette olan baskın sağcı hareketler ve liderler arasında “Türkiye’deki Recep Tayyip Erdoğan rejimi ile Macaristan’daki Viktor Orban rejimini de” sayıyor.
Finchelstein’ın “faşizmin küllerinden doğan yeni modern popülizmler” olarak tasvir ettiği günümüz oluşumlarında klasik faşizmin şiddet boyutu daha hafiflemiştir. Faşistler için seçimlerin hiçbir anlam ve önemi yok iken, popülistler için anlam ve önemini korumaya devam ettiğinin altını ısrarla çizen Finchelstein, modern popülizmlerin on altı başlık altında topladığı ortak özelliklerini inceliyor kitabında.
Günümüzde seçimli otokrasi rejimi özelliklerinin hemen hepsine sahip olan Erdoğanizm’i, Finchelstein’ın sınıflandırmasını izleyerek bir aşırı sağ neo-klasik popülizmin ileri aşaması olarak tanımlamak, yürürlükte olanın “faşizm, İslâmofaşizm, İslâmcı totalitarizm, …” olduğunu iddia eden yaklaşımların, var olanı anlamak değil, esas olarak içlerinde taşıdıkları tepkiyi ifade etme amacı taşıyan nitelemelerinde ayyuka çıkan kolaycılığa düşmemeyi sağlıyor. Bu tanım, yukarıda özetle ifade edilenlerin ışığında faşizmin bazı özelliklerini de içeriyor. Bu faşist özellikleri, iktidardaki milliyetçi-İslâmcı ittifakın 2019 yerel seçimleri arifesinde, bugüne kadar görülmemiş biçimde tırmandırdığı saldırgan dil kadar, bu dilin yansıttığı tahayyül dünyası en belirgin biçimde ele veriyor. Şovenizm boyutuna varmış aşırı milliyetçiliğin, yeniden doğuş ve kurban etme/kurban olma saplantısının, yüce/Mesihsel lider tapınmasının, gururla sergilenen ırkçılığın, şiddetin ve savaşın yüceltilmesinin dildeki yansımasıdır Klemperer’in incelediği nasyonal-sosyalizmin dili. Bunları yerel farklarla birlikte, örneğin antisemitizmin epey geri planda kaldığı İtalyan faşizminde de buluruz.
Aşırı-sağ modern popülizmler siyasi rakiplerini halk/millet karşıtı düşmanlar, dolayısıyla millet düşmanları ve vatan hainleri olarak teşhir ederler. Bunun en canlı ve güçlü örneklerinden biri bugün Türkiye’de sergileniyor. Millet İttifakı çatısı altında toplanan siyasal oluşumun dili kadar, elinde tuttuğu yasal devlet şiddetini bu amaçla kullanma yoğunluğu günümüzde ileri bir örnek teşkil ediyor. Faşizmin dili ve bu dilin yansıttığı tahayyül dünyası iktidarı oluşturan bileşenlerin her konuşmasında, bayağılığı içinde kendini ele veriyor. Bu otantik faşist dil Cumhur İttifakı’nın daha yerli ve milli unsurlarında, örneğin muhalif ittifakın “zillet ittifakı” olarak nitelendirilmesiyle karşımıza çıkıyor. Zillet yani hor görülme, aşağılanma ittifakı… Bunun bir adım ötesi bu “zilletin” taşıyıcılarının milli bünyeden koparılıp, atılması veya yok edilmesidir. Ana muhalefet partisi liderinin idam edilmesi hülyasını bu ittifakın lumpen sözcüleri dile getirmekten çekinmiyorlar. Muhalefet hapishane ile tehdit edilirken, muhalefet partilerinden birinin üyeleri kitleler halinde cezaevine yollanırken, yargı bir siyasal linç aygıtı olarak çalıştırılıyor.
Bir de bu tahayyül dünyasının faşist şablona çok uyan, dünya tasavvuru var. “Ey Haçlılar, biz buradayız gelin de görelim. Gelin de sizi kanınızda boğalım. (…) Bu hesabın bir tarafında Türk-İslam medeniyeti, diğer tarafında zalimler ve maalesef içimize sızmış yerli işbirlikçileri vardır.” Beka meselesini tüm ağırlığıyla siyasal gündemin en ön sırasına oturtan Devlet Bahçeli’ye Tayyip Erdoğan aynı temayı işleyerek eşlik ediyor. Dört muhalefet partisini “bunların millilik diye bir şeyleri yok, vatanseverlik diye bir şeyleri yok” diyerek karalarken, günümüz otoriter-popülist siyasal oluşumlarının hepsinin faşizmden devraldıkları bir asli temayı işliyor.
Bu faşizan düetin beka olarak sundukları sorunun kendi ittifaklarının ve iktidarlarının bekasından başka bir anlamı gerçekte olmadığıyla ilgili gözlemler elbette doğrudur. Yerel seçimlerden sonra belki beka meselesi, ileride yeniden indirilmek üzere rafa kaldırılır ama söz söyleyeni zaman içinde teslim alır. Bu iç düşman temasını tamamlayan şoven ifadelerin, Cumhur İttifakı’nın tabanında Türk-İslâm irredantist tahayyülüne dönüşmesi kaçınılmazdır. Nitekim bu yerli ve milli faşist dil ve tahayyülün en somut ifadelerinden birini, geçtiğimiz günlerde bir genç kadın dile getirdi. TÜGVA Diyarbakır Kadın ve Aile Koordinatör Yardımcısı Seher Şenyüz şöyle dedi: “Ezan, bizim için Roma’nın, New York’un, Pekin’in, Tokyo’nun, Moskova’nın, Berlin’in, Paris’in ve yarım kalan hesabımız olan Viyana’nın fethine niyet tazelemektir.”
Tazelenen niyetin Duçe’nin 1920 ortalarında İtalya’da tazelediği niyetten özünde hiç farkı yok. Bu Türk-İslâm cihadı mefkûresinin bugün yürürlükteki rejimin yarı-resmi örgütlerinden biri olan TÜGVA’nın bir yerel sorumlusunun sadece zihninde şekillenmiş olması zayıf bir ihtimaldir. Tersine bir beka sorunu algısını da aşan, yansımaları faklı yerlerde ve vesilelerle karşımıza giderek daha sık çıkan yerli ve milli faşizan ortak tahayyülün ileri örneklerinden biridir bu. Bugün Türkiye’de yürürlükte olan otokrasi; toplumsal örgütlenme, devlet-toplum ilişkisi, iktidarın dayandığı meşruiyetin niteliği vb… konularda faşizm olarak tanımlanmayı mümkün kılan niteliklere sahip değil. Buna karşılık iktidarın sözcüleri ve önderleri ve bunların toplumdaki karşılığı olan kitle, faşizan bir dili giderek daha fazla sergiliyor. Türk-İslâm tahayyül dünyasında at koşturan şoven, yayılmacı/cihatçı ve tahakkümcü temalar giderek daha fazla dışa vuruluyor. Liderde tecessüm eden halk iradesi ile Tanrı’nın iradesi aynı anlama gelecek biçimde kullanıldığında (son seçimlerde bunun AKP saflarında eskisinden çok daha fazla dile getirildiğine şahit olduk), din-dışı olanla kutsal olan birbiri içine sokulduğunda, bunun hangi dinin tanrısının iradesi olduğunun pek önemi kalmaz. Yurtseverlik ve milliyetçiliğin aşırı tezahürü olan şovenizm her türlü din ve millet içinde kendini ifade edecek dili ve kelimeleri bulur. Bugün Türkiye’de olduğu gibi…