Saray rejimi, “yüksek yargı” etiketli bir kurulun yüz kızartıcı suç sayılabilecek bir kararıyla İstanbul seçimini iptal ettirdi.
Bazı AKP’li çevrelerden bile dillendirilen “yapmayın, kalan yegâne meşruiyet dayanağınızı da tahrip etmeyin” uyarılarına rağmen.
Birçok yorumcu, Erdoğan’ın YSK’yı oyuncak derekesine düşürmek pahasına seçimi yeniletme kararlılığını, onun 7 Haziran 2015 seçimini yeniletme taktiğini bu kez de uygulayarak istediği sonucu alacağına güvenmesine bağlıyor. 7 Haziran-1 Kasım arası dönemin terör, kıyım atmosferinin AKP’den uzaklaşmış oyları nasıl geri döndürdüğünü herhalde keyifle hatırlayan bu zatın, “tekrarlanacak seçimi kesinlikle kazanacağız” diye peşinen ilan edebilmesi de bu yüzden deniliyor.
Yanlış mı bu yorum? Hayır, hatta fazlasıyla doğru. Ancak bir eklemeye de ihtiyacı var. Sanki Erdoğan’ın –hele Bahçeli MHP’si ile “konsolide” olduktan beri– birkaç farklı taktiği var ve kullanılabilir idi de bunu seçmiş gibi bir yan anlam çıkarılmamalı, o yorumlardan. Çünkü Erdoğan’ın son beş-altı yıldır sadece bir taktiği var. Hatta onunla öylesine kaynaşmıştır ki, artık taktiği demeyip yegâne kavrayış ve davranış tarzı, kalıbı demeliyiz buna. Ayrıca belirtilmelidir ki onun bu –üstünkörü adlandırmayla “kutuplaştırma” denilen– kalıba sığınmasında Bahçeli MHP’si ile mecburi ittifakı bir neden değil sadece kolaylaştırıcıdır. Türkiye İslâmcılığı ile yoğrulmuş zihniyet dünyasında zaten mevcut olan o kalıbı iktidarının ikinci döneminde –konjonktürün çok uygun oluşundan yararlanarak– kullanıp hem pörsütmesi hem de tıkanması sonucu MHP’nin katkısına açmış olmasından söz edebiliriz.
Ancak asıl soru, 2015’te –ve oradan yakın döneme kadar– beklentilerini epeyce karşılayan o “taktik”ten şimdi de benzer bir sonuç alıp alamayacağıdır.
2015’te Recep Tayyip Erdoğan’ın istediği sonucu elde edebilmesinde en önemli faktör, çoğunluğu sağlamış muhalefetin, pekâlâ oluşturabileceği –yine erken seçim amaçlı– bir hükümeti kuramamış olmasıydı. Böyle bir hükümet, o sırada gayet belli olan AKP-Erdoğan’ın “başkanlık rejimi” kurma yönelimine tümü de karşı olan muhalefet partilerinin, bu yönde atılmış adımları –örneğin Saray’ın buna hazırlanmasını– iptal etmek ve ayrıca yine hepsinin şiddetle kınadığı o malum büyük yolsuzluk dosyalarını yürürlüğe sokmak ve ardından yeni seçime gitmek gibi kısa programlı bir hükümet olabilirdi. Ne var ki AKP-Erdoğan’ı hayli zora, prestij kaybına ve oy desteği yitimine sokacak bu girişim, AKP’nin kaybından en fazla yararlanacak gibi görünen MHP’nin umulmadık katılıktaki karşı çıkışından, muhalefetten kendini ayırmasından ötürü gerçekleşemedi. Bunu muhalefetin beceriksizliğine bağlayan, Selahattin Demirtaş dışında umut veren bir tutum göremeyen ve CHP’nin ışıksız-sarsak halinden şikâyetçi olan bir kamuoyunda “AKP’siz olmuyor” duygusu kolayca yaygınlaşabildi böylece. IŞİD’in katliamları ve PKK’nın yeniden silâhlı eylemlere başladığı haberleri ile oluşan terör atmosferinde o duygu AKP’ye kaybettiği oydan bile fazlasını kazandırabildi.
Oysa şimdi durum neredeyse tam tersinedir. 31 Mart seçiminden sayısal çoğunluğa sahip değilse bile ona yakın bir oy desteğiyle ve asıl önemlisi ülkenin nispi ağırlığa sahip kentlerinin çoğunda, İzmir’e ilaveten Ankara ve bilhassa İstanbul’da gayet başarılı bir kampanyayla seçimi ve moral üstünlük kozunu kazanmış bir muhalefet vardır. Bahçeli’nin kof hamasetle, Erdoğan’ın gaflarla bezediği beka nutuklarıyla yürüttüğü kampanyanın sönüklüğüne seçim gecesi ve ertesinin sersemce debelenmeleri de tüy dikince, “beceriksiz” ve “bunlarla olmaz” etiketi bu kez AKP-MHP ittifakının yakasına yapışmış görünmekte. Bu etiket dış politikadaki fiyasko ve bocalamaların, ekonomideki derinleşen krizin giderek daha da fark edilir olmasıyla birlikte yaygın kanaate dönüşmek üzeredir.
“Güvenlik kuvvetlerinin ihmali”nin de payı olduğu öne sürülen Suruç ve Ankara Garı türü katliamlar, PKK’ya atfedilecek büyükçe çaplı silâhlı eylemler ya da “İstanbul’a mitili atma” sözü veren Bahçeli’nin bu tavrını “işaret” sayacak olanların kampanya sürecinde ve sandık başlarında vukuatlar çıkarmasıyla oluşacak bir “terör atmosferi,” o kanaati tersine çevirmeye, çoğunluğun –bir kez daha– AKP-MHP’nin eteğine yapışmasına yeter mi?
Yeteceğini hesaplayanlar, “kesinlikle kazanacağız” derken planlarını buna göre yapanlar veya yetebilir diye endişelenenler elbette vardır. Ancak niyetleri ve istekleri tam tersi olan bu iki eğilim de 31 Mart gecesi doğan ve ertesi günlerde hem büyüyüp İstanbul ve yurt sathına yayılan; hem de özgüven ve iyimserliğin, hak ve haysiyet duygusunun canlanış rüzgârını estiren toplumsal ruh halinin belirleyici önemini ya azımsıyor ya da dikkate almıyorlar.
“Gezi isyanı”yla aynı içerikte olmakla birlikte, ondan çok daha yaygın, haklılık inancı çok daha güçlü bir ruh halidir bu. Üstelik o sırada henüz şimdiki düzeyinin epey altında bir muktedir kibri, şiddeti ve ahlakî düşüklük hali ile karşı karşıya iken şimdi kibir küstahlık derekesinde, şiddet korkutmayı gerileten bir tiksindiricilik sınırlarında, ahlakî çürüme pejmürde bir aklın bulamacındadır.
Nasıl ki “Gezi”de “mağdur edilmiş”lik duygusundan çok daha baskın bir “daha iyi ve doğru”yu temsil/savunma pozisyonunda olunmuş ise ve bundan dolayı da karşısından kendisine yapılmış haksızlığı gidermesini isteyen bir talepkâr dil ve tutumdan ziyade, park içi etkinliklerle kendi yapmak, oldurmak istediklerinin örnek ve işaretlerini verenler akıllarda yer etmişse; şimdi de İstanbul’un nasıl yönetilmesini Ekrem İmamoğlu’na verdikleri oyla ilan edenler, kazandıkları bu hakkı gasp edenleri bir yana bırakıp, “her şey güzel olacak” sloganının ufkunda kendi olmak, oldurmak istediklerine yoğunlaşmayı seçiyorlar.
Kampanya bu özgünlüğün yansıtıldığı biçimler ve yöntemlerle sürdürüldüğü takdirde, Gezi’deki “bir avuç direnişçi”den yüz binlerce katılımcıya, dayanışma, yardımlaşma ağlarına varan sürecin, çok daha geniş çaplısı gerçekleştirilebilir. Bir aday ve ekibinin düşünce ve projelerinin anlatıldığı ilçe toplantıları biçiminden çok, kentin genel ve tekil sorunlarının konuşulduğu, önerilerin tartışıldığı forumlar rengini vermelidir bu kampanyaya örneğin.
Bu kampanya insanlara nasıl/kimler tarafından yönetileceğimize dair soruları ikincilleştirip nasıl olmak istediğimize dair soru ve hayalleri öne çıkaran bir mahiyet kazandığında AKP-MHP ittifakının siyasî, ahlakî düzey düşüklüğü, çapsızlığı, nitelik yoksunluğu çok daha belirginleşmiş olacaktır. Bu durumda yine bir kutuplaşmadan bahsedilecekse; bir yanda daha insani, medeni değer ve normları sahiplenmeye istekli olanların, öte yanda Erdoğan ve Bahçeli düzeyindekilerin “haddini bildirme” konumunda olmalarının nasıl bir zillet hali olduğunu anlayamayacak hale gelmişlerin yer alacağı bir manzara oluşmuş demektir.
23 Haziran, 31 Mart sonucunu yeniden tescil ettiğinde sadece onlar da nihayet anlamış olmayacak; Erdoğan ve Bahçeli de artık bu yaftayla anılır olacaktır.