İnandırılmaya ihtiyaç duymak ya da başka insanları ille bir şeylere inandırmayı istemek, bunun için uğraşmak, bir insanlık kusuru olabilir mi? Neden “Kim neye inanmak istiyorsa inansın,” denemiyor? Kim, neye inanmak istiyorsa, inansın. Böyle söyleyince tuhaf bir kesinlikle çınlıyor içerik. Üstelik çınlayan sadece kesinlik değil, gizil bir vaat tınısı da var sanki cümlede: İsteyen istediğine inandığında besleyecek bir umudumuz olabilir. Hoşgörüye değil; vazgeçişe dair bir umut. Belki de bu nedenle tüm belirsizliklere, olasılıklara, çoğulluğa, uzlaşmazlık ihtimaline rağmen, bir buyruktur bu: Kim, neye inanmak istiyorsa, inansın! Ve belki de fantastik bir ülkenin vadedebileceği tek şey, bir buyruktur.
Ama o iş öyle değil. Zaten “o iş öyle değil,” bu dönemin kilit cümlelerinden. Ana akım ya da diyelim havuz medyası veya ulusalcı kanallar, yayınlar dışında da bir şeyler okusan o işin öyle olmadığını görürsün. Körü körüne inanıyorsun, oysa biraz etrafa baksan, alternatif kaynakları yoklasan, o işin öyle olmadığını sen de anlarsın.31 Mart’tan sonra bir de şöyle bir kilit cümle var: “Bak, sana güveniyorum.” Bir arkadaşına, komşusuna, başka birilerine inanmaya yine açık, yine hevesli insanlar. Sana güveniyorum, anlaşmayacaklar değil mi? Bunca yıl nasıl inanmışız ya, olacak şey mi? Sana güveniyorum bak, sanki senin söylediklerinin aksine haberler çıkıyor sağda solda? “Ya sen güven bana, o iş öyle değil diyorum.” İradeler ondan öbürüne, diğerinden berikine teslim ediliyor. Yeni bir şeye, başka bir şeye inanmayı istediği için mi insanlar neredeyse saçma bir biçimde “bak, sana güveniyorum,” diyor. 20’lerini, 30’larını, 40’larını, 50’lerini, 60’larını … süren kadınlar ve adamlar heyecan içinde inanıyor. Dünya başına yıkılsa, yıkılmadı diyene inanıyor. Sular yükseliyor. Hayır hayır, benim inandığım adamlar suların yükselmediğini söylüyor. O halde sular yükselmiyor. Dünya yıkılmadı.
İnanmak istemeyenler, yıllarca inandığı şeye yıllarca nasıl inandığına şaşanlar, daha hâlâ inananlara bunca döküntünün ortasında nasıl olur da inanmaya devam ettiklerini soranlar, başka türlüsünü göstermeye çalışanlar, başka türlüsüne başını çevirenler, ikna turları; ya biz zaten biliyoruz sizi; bu millet bu saatten sonra inanmaaaaz; bu millet bize inandı; sana inanıyoruz başkanım; benim değil, çocuklarınızın gözlerine bakın; hep bir ağızdan söyleyince “güzel günler göreceğiz çocuklar,” diye güzel günlerin yakın olduğuna inanasım geliyor, hatta inanıveriyorum; aşka inanıyor musun sahiden?; aşkım sen ne söylersen söyle, ben sana hep inanırım; dünyada bunca kötülük olduğuna inanmak istemiyorum…
İnananların karşılaşma anları ya? İnci Aral’ın “Kıran Resimleri”ndeki öykü kahramanlarından biri, kendi kendine sorar; kapısına ölüm ölüm diye varanlara ne dese de onları yapmakta oldukları şeyin yanlışlığına inandırsa, ne dese de bıçaktan, baltadan, silahtan kendini ve ailesini kurtarsa, onları kısacık zaman diliminde nasıl ikna etse. 1978’den -kim bilir, on yıllar, yüzyıllar öncesinden bugüne, capcanlı bir soru. Bugüne dek sormamış olanlarımız varsa, yarın tıngadak düşecek dilimizden. Ne yapsak da inandırsak?
Kiminin kafası sürüklenmiş, kiminin ruhu.