Fransa’da Le Pen’in yarattığı seçim şokunun arka planında, Millî Cephe’den üç yıl önce ayrılan Megret’nin aldığı oyları katınca ortaya çıkan, sayısı beş milyonu aşan bir seçmen oyu var. Bu seçmenleri kabaca üç grupta toplamak mümkün.
Birinci grupta, Le Pen’in kemik seçmeni olarak tanımlanabilecek, 1940 Alman işgâli sonrasında, Almanlarla işbirliğini seçen Vichy hükümetinin temsil ettiği değerleri yeniden Fransa’ya egemen kılmayı arzulayanlar var. Kaynağını 1789 Devrimine tepkiden alan ve 20. yüzyıl başında yeniden canlanan bu karşı-devrim Fransa’sı, 1789 Devriminin şiarı olan Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik’in yerine, Vichy hükümetinin Çalışma, Aile ve Vatan şiarını geri getirmeyi amaçlıyor. 1940’ta Mareşal Petain’in işbirlikçi Vichy hükümeti, Fransız Cumhuriyetini lağvedip, yerine Fransız Devletini kurmuştu. Le Pen’in programının belkemiğini Fransa’nın Fransızlara ait olduğu bu karşı-devrim fikri oluşturuyor. Le Pen’in programı, “Fransa’nın ayağa kalkması, aile, vatan, eğitim ve canlı dünyasına saygıdan oluşan doğal düzen içinde yeniden köklerini salmasından geçer” iddiasıyla başlıyor. Bunu gerçekleştirecek ilkenin, “millî tercih” olduğu vurgulanıyor. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine taban tabana zıt olan bu ilke, Fransızların tüm toplumsal konularda önceliği olduğunu bir anayasa kuralı olarak uygulanmasını öngörüyor. Karşı-devrim retoriğinin kadim temalarından olan “dekadans”tan kurtulmanın yolu olarak, her alanda melezliğin şiddetle reddi öneriliyor. Le Pen programındaki ifadelerle, “her halkın diğerlerinden ayrı olarak yaşama ihtiyacının saygıyla karşılanması”, herkesin farklılığının mutlaklaştırılması ve farklı olanların biribiriyle karışmamasına dayalı bir “farklılıkçılık” ilkesi savunuluyor.
Bu amaçla, Fransız vatandaşlığının kanbağıyla kazanılması ilkesinin aslî ilke, “Fransız vatandaşlığını layık olanların” vatandaşlığa alınması ise istisnai ilke haline getirilmesini öneriyor. “Fransız kimliğinin” katı biçimde savunusunu öngören Le Pen’e göre, “farklılıkçılık” ilkesi ırkçı değil. Herkesin istediği kimlikte yaşayabileceğini ama buna kendi tarihi-doğal alanında yaşamaya devam ettikçe hakkı olduğunu iddia ediyor. Kısaca, Le Pen’in savunduğu “millî tercih” ve “farklılıkçılık” ilkeleri, kültürlerin birbirini etkileyerek melezleşmesini ve Fransa’da “Fransız kültürüne” ait olmayan unsurların eşit haklarla yaşama hakkı olmasını redderken, bu farklı kültürlerin kendi “vatanlarında” yaşama haklarının dokunulmazlığını savunmaktan da geri kalmıyor. Bu nedenle kendisini ırkçı olarak görmüyor. Halbuki söz konusu olan, tam da saf ırkçılık. Yani ırklara indirgenmiş kültür dünyalarının birbiriyle karışmasının çöküş, çürüme, “dekadans” yarattığına inanan, katıksız ve öz kültürlerin üstünlüğünü savunan bu ırkçı ideoloji, örneğin yamyamların Yamyamistan’da yamyamlık yapmalarını saygıyla karşılayabileceğini söyleyebilir. Bu anlamda, Le Pen’in kemik seçmenleri evrenselci değil, radikal bir yerelci ideolojiyi benimsiyorlar.
İkinci grupta, millî-popülist bir lafazanlığın etkisi altında olan, kendini toplumda küçük olarak görenler var. Bunlar esnaf ve zanaatkâr, küçük işletme patronu, küçük memur, küçük emekli ve benzeri konumdaki kişiler. Kendilerini toplumun küçük kategorileri olarak algılayan bu kesimlerdeki seçmenler, bir “küçüklük kompleksi” saplantısı içinde, büyüklere kafa tutan, onları aşağılayan hatipler aracılığıyla, “zedelenmiş onurlarını” tamir etmeye çalışıyorlar. Küçük olmayı bir sınıfsal konum değil, bir haysiyet sorunu olarak algılayan bu kesimin, “kulağa hoş gelmeyen doğruları söyleme” adı altında “büyüklere kafa tutma” arzusunu gideriyor Millî Cephe lideri. Le Pen bu işlevi, tüm provokasyonları, güçlü hitabeti ve mükemmel mizansenleriyle yerine getiriyor. Le Pen’in, alt dudağını dışa büküp, çenesini yukarı kaldırıp, ayak uçlarında yükselerek sahneye koyduğu, “gangster siyasetçi çetesini” aşağılama sekansları, bu seçmen çevresinin kendini Le Pen yerine koymasını, onunla aidiyet kurmasını sağlıyor. Geçmişte bir ölçüde Komünist Partisi’nin yerine getirdiği bu “protestocu halk hatibi” işlevini, bugün Le Pen yerine getiriyor. Elbette Komünist Partisi’nin ideolojik ve sınıfsal çerçevesinden bambaşka, onunla bazı alanlarda taban tabana zıt bir içerikle bunu başarıyor.
Üçüncü grupta ise, var olan iktisadî-toplumsal yapının geleceğinden gerçek veya hayali nedenlerle kendisi açısından endişe duyan kesimler yer alıyor. Bunların çoğu, Le Pen’in geleneksel sağ ve sol partilerden aldığı seçmenler. Azalmakla beraber gene de yüksek olan işsizliğin bir kenara attığı işsizler, iktisadî yeniden yapılanmanın işsizlik havzasına dönüştürdüğü yöre seçmenleri, rekor seviyede kâr eden şirketlerin aynı zamanda işten insan çıkarmalarının yarattığı şaşkınlıkla anlam noktalarını kaybeden işçiler, emeklilikleri geldiğinde emekli maaşlarını sağlayacak kaynak kalmayacağından endişe edenler, asayiş sorunlarını medyada gördükçe kendi başlarına her an aynı şey geleceği korkusu yaşayanlar ve başka benzer korku ve güvensizlik saikleriyle hareket edenlerden oluşan bu seçmen kitlesinin Le Pen’e oy vermesini sağlayan etmenlerden belki en önemlisi, sol ve sağın arasında bir fark kalmadığını ısrarla vurgulayan konsensus ideolojisi. Toplumsal sorunların yapısal kökenlerinin gözden kaybolmasına, onların zahiri tezahürlerinin mutlaklaşmasına yol açan bu konsensus toplumu siyaseti, geleceğin tartışılmasının da gündemden düşmesine yol açıyor.
Fransa’da seçimin birinci turunun sonuçlarını, giderek Batı toplumlarında siyasete hakim olan “yumuşak konsensus” ortamı içinde değerlendirmek mümkün. Siyasetin makûl politikalara, teknik tercihlere indirgenmesi, ruhsuz ve heyecansız yönetim programları haline dönüşmesi, protesto oylarının sadece Fransa’da değil, Avrupa’nın diğer ülkelerinde de artmasına yol açtı. Söz konusu olan, bir siyasal program ekseninde hayata geçirilen protesto eylemi değil, salt bir tepki refleksi içinde, öfke, çaresizlik ve endişelerini boşaltmak için kullanılan bir anti-siyaset eylemi olarak protesto. Siyasetin, kamuoyu yoklamalarında “makul çoğunlukların” seslerine sadece kulak vererek yürütülen bir teknik olmadığını, umut, tutku, nefret ve sözün siyasetin esas asabiyesini oluşturduğu gerçeğiyle birdenbire yüzyüze getirdi bu sonuçlar.
Bu çerçevede, Avrokratlar Avrupasını temsil eden Avrupa Komisyonu merkezli Avrupa Birliği yapılanması, siyasetin bütünüyle tekniğe indirgendiği bu “iyi yönetim” anlayışının var olan en mükemmel örneğini oluşturuyor. Ulus-devletin etkinliğini azaltan, Avrupa’nın gelecek siyasal yapısındaki belirsizliğin yarattığı endişeleri ustaca yönlendiren, siyasal olarak sorumsuz ama geniş yetkili avrokratların hâkim olduğu Avrupa Komisyonu’nun “her şeye burnunu sokmasına” karşı duyulan tepkiyi kullanan Le Pen, yabancı göçmen işçilerin temsil ettiği ileri sürülen tehlike kadar, belki ondan fazla, “ulusüstü federasyoncu Avrupa” temasını retoriğinde esas yakın tehlike unsuru olarak kullanıyor.
Fransa’da 1995’te, yani bundan bir önceki cumhurbaşkanlığı seçimleriyle 2002’de adayların birinci turda aldıkları oyları, ana siyasal akımlar içinde toplayınca, ilginç bir istikrar ortaya çıkıyor. Her iki dönemde de aşırı sağın oyu %20 civarında. Sosyalist, sol radikal ve ulusalcı solun oylarının toplamı aynı: %23. Komünist Partisi ve diğer üç Troçkist adayın oylarının toplamı da aynı: %14. Chirac, 1995’de %20’yi biraz geçmiş, şimdi ise bunun biraz altında kalmış. Diğer sağ adayların oylarının toplamı, 1995’te sağın ikinci adayı olan Balladur’ün oylarıyla aynı. Bu göreli istikrar tablosu, aşırı sağa yönelen oyların artık bir protesto oyu olmaktan çıkıp, bir katılım oyu haline geldiğini gösteriyor. Aradaki fark, aşırı sağın oylarında değil, 1958’de kurulan V. Cumhuriyetin siyasal düzeninin çökmesinde yatıyor.
Belli başlı dört siyasal oluşumun, Golist akımın, Hıristiyan-demokrat liberal akımın, sosyalist ve komünist partilerin siyasal alanı kapladıkları bir model üzerine, yarı başkanlık ve iki turlu seçim sistemi yerleştirmişti V. Cumhuriyet. Amacı sol ve sağın ikinci turda toplanması ve Komünist Partisi’nden korkan yaygın seçmen tabakası sayesinde, sağın kalıcı biçimde iktidarını sağlamasıydı. Bu sistem, 1969’da, yani ’68 şokunun hemen ardından, ikinci tura sadece iki sağ adayın kalmasını sağladı. Ama 1970’lerde, Mitterrand’ın önderliğinde, yeni Sosyalist Partisi’nin Komünist Partisi’ne karşı uyguladığı “öldürücü öpücük” yöntemiyle, sol içinde ağırlık Sosyalist Partisine geçince, sistem sol ittifakın 1981’de cumhurbaşkanlığını kazanmasına ve hükümete gelmesine yol açtı.
Le Pen’in yıllardan beri dile getirdiği, “siyasal iktidara el koyan dörtlü çete” eleştirisi, kendisi gibi marjinal adayları sürekli dışlayan bu siyasal sistemi hedef alıyordu. İşte 2002 yılı seçimleri, bu sistemin çöktüğünü gösterdi. Birinci turda her kamptan birden çok aday çıkınca, herkes marjinalleşti ve aşırı sağın artık kemikleşmiş oylarına ilave olan, yukarıda belirtilen ikinci ve üçüncü grup seçmen oyları, Le Pen’i Fransa’da liderlik sırasında ikinciliğe çıkardı. Azalan katılıma rağmen, ana siyasal akımların arasındaki oy oranlarında, 1995’e nazaran, hemen hemen hiç değişiklik olmamasına rağmen, bu kez seçimin sonuçları deprem etkisi yarattı. Çünkü, o güne kadar lanetli olduğu için, demokratik cumhuriyet ilkelerine saygılı toplum çoğunluğu nezdinde meşrû olmayan tespit, fikir ve öneriler, cumhurbaşkanlığının ikinci tura kalmış adayı Le Pen’in şahsında başka tür bir meşrûiyet kazandılar. Pandoranın açılan kutusu, Le Pen’in söyledikleri beyninde fırtınalar yaratan ama lanetli o adımı atmak istemeyen seçmenlerin de “şeytanın bacağını kırıp”, bundan sonra Le Pen’e oy vermesini mümkün kıldı. Seçim sonuçlarına karşı, toplumun diğer kesimlerinde, özellikle liseli ve üniversiteli gençlikte duyulan tepki, giderek büyüyen Le Pen aleyhtarı yürüyüşler, protesto gösterileri, ikinci turda kimin kazanacağını değil, Le Pen’in oyların yüzde kaçını alacağını yegâne anlamlı soru haline getirdi. Oy verenlerin üçte birinin elinin Le Pen’e oy vermeye gitmesi, Fransa’da faşizm öncesi bir durum olduğu anlamına elbette gelmeyecek. Ama demokratrik cumhuriyet kurum ve değerlerine bir karşı-devrim dalgasının tüm şiddetiyle çarpmasının yaratacağı sarsıntının etkisi uzun yıllar hissedilecek.
Bunun yanında, Le Pen’in ikinci tura kalmasının şokunun, yumuşak konsensus ideolojisi çerçevesinde, siyasete bütünüyle ilgisiz kalan, “omuz silkme kuşağı” olarak tanımlanan gençleri birdenbire siyasal çatışmayla tanıştırmasının, bunların demokrasi ilkelerini korumak için sokağa dökülmenin ve oy vermenin, siyasetle ilgilenmenin önemini birdenbire keşfetmelerinin yarattığı bilinçlenmenin uzun vadedeki olumlu etkilerini de yabana atmamalı.
Fransa’daki ikinci tur seçim sonuçları ve onu izleyen aydaki milletvekili sonuçları, teknik bir hazırlanma ve yönetim olarak avrokratların sunmaya çalıştıkları Avrupa Birliği derinleşme ve genişleme süreçlerinin, bir devrim ve karşı-devrim asabiyyesi içinde, Avrupa’nın kendi lanetli ve karanlık yüzüyle hesaplaşmasının belli başlı koordinatlarını verecek. Bu çatışmadan daha güçlü bir demokrasi, özgürlük ve dayanışma Avrupa’sı çıkması küçük bir ihtimal değil; çünkü geçmişte de Avrupa’da benzer tarihsel gerginlik dönemleri, bu ilkelerin güçlenmesi ve genişlemesine ebelik ettiler. Avrupa toplumsal hareketlerinin siyasal çatışmanın yaratıcı enerjisiyle bugün yeniden yüklenmeye başlamaları, teknokratların, sorumsuz ama yetkili görevlilerin tekelinden kurucu iradeyi kendi ellerine geçirmeleri olanağı da veriyor. Avrupa aşırı sağının lanet kutusunu açmasının Avrupa’nın demokratik temellerinin denenmesine yol açacak küçük bir deprem yapması, belki özgürlük ve demokrasi Avrupa’sı yolunda yararlı bir dönem de olabilir. Unutmamak gerekir ki, demokrasi aynı zamanda siyasal risk rejimidir ve enerjisini bu siyasal riski demokrasi temelinde etkisiz bırakmak ilkesinden alır. Avrupa asıl şimdi yol ayrımında.
AHMET İNSEL