Evet mi?, “Hayır mı?“ Söyle Bana Nedir Senin Cevabın: Havet!

Avrupa Birliği tartışmaları sistemin bütün kademelerinde (partiler, MGK) trajikomik bir hal aldı. Bil cümle muhaliflerin birbirlerine küs olarak oturdukları bizim mahallede ise mizahi bir durum söz konusu. “Evet”, diyenlerin “Hayır”a, “Hayır” diyenlerin “evet”e ileri sempatizan oldukları, ama bu aşkı dolaylı olarak tevil yollu ikrar ettikleri, hep içlerinden gizlice dillendirdikleri, bir tür gizli mizah... Bu bağlamda bu yazı siyasî yüklemelerden çok bir mizah yazısı olarak okunmalıdır. Bir mizahi etik yazısı da denebilir.

Etikçi şair Ece Ayhan’ın “Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler” dizesindeki “cehennet” sözcüğü ile AB tartışmaları arasında etik, estetik ve siyasî bir ilişki kuruyor olmam da, şiirden çok, sözcüğün bana bulaştırdığı çoğaltmalarla ilgili. Ve, dizeden apartılıp başka bağlamlara yerleştirilen “cehennet” sözcüğü de mizaha dahil.

Hikmetinden sual olunmaz tüzük ve programlarla düşünen, sloganlarla ve alıntılarla konuşan bizim mahallenin çocukları, AB tartışmaları üzerinden devrimciliklerini kanıtlıyor ya da ötekilerin devrimciliğini bir çırpıda ortadan kaldırıyor! Ne sihirdir ne keramet söz çabukluğu marifet! Bunca tartışmamaya nasıl vakit bulabiliyoruz, cümlesi yine yürürlükte. Belki de bu nedenle, AB’nin, lehine, aleyhine ve üzerine yapılan, olgu ve analizden çok slogana dönük konuşmalar ve yazmalar, ilk mektep münazaralarına benzeyen sol içi münazaralar gibi tınladıkça aklıma “cehennet” sözcüğü geliyor. Çünkü donanımsız taraflar ve taraftarlar sorunu ilk tahlilde de, (orta tahlilde de) son tahlilde de “cennet” ya “cehennem” ikileminde sürdürülüyor gibi. Tarihen ve siyaseten zamanında anlamı olan ve hayatta karşılığı olan 1975 model cümleler eski dergilerin orta sayfalarından yenilerinin orta sayfalarına aktarılıyor. Bu tasarlanmış kargaşa ortamında ben, “cehennet” sözcüğünün kışkırtıcılığında “havet” diye bir sözcük türettim. Hem sorunu hem de sorun etrafındaki taktikleri öğrenmeye çalışan kendi halinde bir şahıs olarak, cehennet sözcüğü ile havet sözcüğü arasında salınıp duruyorum. Havet ve cehennet sözcükleri, ben de, “ödleriyle öten kuşlar” dizesinin izdüşümü gibi.

EVET DE PEŞREV OLMAZ NE ÇIKARSA HAYIR!

İçinde bulunduğum partide “AB’ye Evet”, diyenler çoktu ve de “çoğunluktu!” Yıllarca kürsüden söylenenleri medrese öğrencileri gibi dikkatle dinlememe, dergilerde çıkan yazıları özenle okumama, “AB’ye Evet” ya da “AB’ye Hayır” diyen iki dirhem bir AB yazılarını dikkatli takip etmeme karşın, her “evet” yazısı/tiradı“hayır!”, her “hayır” yazısı/tiradı da “evet gibi” tınlıyor. Hayıristanlılar, “’hayır!’ diyorlar ama ‘evet’ demeye getiriyorlar”, Evetistanlılar, “’evet’ diyorlar ama ‘hayır!’ demeye getiriyorlar” gibime geliyor. Bu yaman çelişkiyi çözebilmiş değilim. Kürsüye çıkıp, kuvvetlice “AB’ye Evet!” dedikleri andan itibaren cümlelerin sahiplerine bir haller oluyor. Altını, sloganvari cümlelerle kalınca çizdiği “evet” sözcüğü söylendiği andan itibaren aşınıyor, bağlamını yitiriyor ve başka manalara taşınmaya başlıyor. Ben hayatımda bu kadar erken yaşlanan bir “evet” görmedim. Cümlesini bu kadar erken terk eden bir şahıs hiç görmedim. Cümle bir, terk bir! Pencere önlerindeki kış serçelerine benzer bir telaş... Bir mırın kırın hali. İkirciklenme... Şöyle etrafı bir kolaçan etme... Ola ki, duyan olmuştur da, devrimciliğimize, sosyalistliğimize dair kanaat notumuz kırılmıştır ya da kırılabilir baskısı... Sahneye emin adımlarla çıkan konuşmacının cümlesinin daha ilk nokta konulmadan süratle küçülmesi, ufalanması... Bir tür ağzından çıkanı kulağı işitmiyor hali. Bilincinde doğru söyler, dudağında şaşar hali. Nazara gelme durumu... Bir aşamadan sonra ise gerekçeli zarar türünden nafile çırpınışlar, “o manada değil, şu manada” izahatları. Ama heyhat! “AB’ye Evet!” önermesinin ve gerekçelerinin biçimde ve özde giderek belirsizleşmesidir bu. Kürsüye çıkar çıkmaz veya yazının başında altı net olarak çizilerek tarihin orta yerine fırlatılan cümlenin, konuşmanın-yazının ortalarında üstünün çizilmesine kadar varan bir korku hali! Görünen veya görünmeyen, tanımlanan ve tanımlanamayan bir baskı ortamı... Çünkü “AB’ye Evet!” taktiğini benimsemenin, devrimcilikle, sosyalistlikle alakası olmadığına dair bir sol kuşatma söz konusu... “AB’ye Evet!” demek bir tabu alanı. Devrimci-sosyalist iseniz tarihin emri siyasetin kavliyle kuvvetlice “AB’ye Hayır!” demek zorundasınız. Zavallı “AB’ye evet” cümlesi, zavallı slogan! Önce altı çizilen ama sonra giderek üstü çizilen bir garip cümle... Çünkü, “AB’ye Evet!”, demek, emperyalizm ve kapitalizm ile işbirliği demek! İlkelerden, sosyalizmi sosyalizm yapan temel referanslardan ödün vermek demek... Değerlerden caymak, bizim mahalleden başka mahalleye taşınmak, ya da mahallenin asıl sahiplerinde kovularak, en hakiki, en bilirkişi sosyalistlerce sosyalizm kütüğünden düşürülmek demek. Lenin’in, ölümünü bahane bilerek, ustanın ve Emperyalizm teorisinin gıyabında konuşmak devrime/sosyalizme ihanet etmekle eş anlamlı. Eeeee bu da bir seçimdir, Lenin’e ihanet edip, onun teorisinin geçer akçe olmadığını söyleyenler şimdiye kadar iflah etmedi ve iki yakası biraraya gelmedi!

(Bunları benden duymuş olmayın ve sakın ola kimseciklere söylemeyin. Kendime kaçtığım zamanlarda, AB meselesini “parlamentarizme karşı tavır” meselesine benzetiyorum. Gizlice elbette! Kendi kendime, tek kişilik beyin fırtınası yaparak elbette. Duyulursa halim nice olur değil mi? Zaten şunun şurasında iki, buçuktan üçlük orta halli bir devrimciyiz, her şeye kabulüm ama devrimcilik notumun düşmesine doğrusu dayanamam! Kimse duymasın ama, devrimcilik bahsinin önemli konularından olan “Parlamentarizm ve seçimlere karşı tavır“ meselesi ile bu konunun diyalektik bir ilişkisi var gibime geliyor. Hani, “sosyalistler parlamentarizmi ilkesel olarak reddederler ama devrim koşulları oluşuncaya kadar, gerektiğinde seçimlere katılarak, sosyalizmin propaganda ve ajitasyonu için ‘burjuvazinin ahırları’ olan parlamentolara, taktik icabı girebilirler” meselesine de benziyor gibi bu sorun. Allah için değilse de, Marx’ın hatırı için Lenin’in o incecik “Boykot Üzerine” makalesini/broşürünü yeniden okumak zihnimizi açabilir. Hani; “boykot koşulları yoksa, içerden işleme taktiği meşrûdur”, cümlesi ile “AB’ye Evet!” sorunu arasında diyalektik bir alaka olamaz mı? Böyle bir şey ihtilal dahilinde değilse de ihtimal dahilinde olamaz mı?)

İşte böyle sevgili devrimdaşlarım, kendinizden bu kadar emin olmayın. Mağrur olma ey evet, senden büyük hayır olabilir! “AB’ye evet” nesnel bir tuzaksa halimiz nice olur? durumu zuhur edebilir? Tarih “hayır!” diyenleri doğrularsa, ya onlar doğru söylüyorsa... Onların da bir bildiği olmalı, kitabın bir yerinde bizim okuyamadığımız bir dipnota rastlamış olamazlar mı? Teori bizden mi soruluyor, taktik sadece bizde mi var... Bilimsel şüphecilik diye bir şey var değil mi? İşte bu şüphe, o kemirgen şüphe anında “AB’ye Evet”i kemiriyor... Sonuç mu? Yazarın ya da konuşmacının, “AB’ye Evet!” cümlesinin peşinden, “evet... ama... lakin... yanlış anlaşılmasın” nidaları arasında “AB’ye Evet!” fikri, tezi, ya da cümlesi cümle alemin gözü önünde bir çırpıda devre dışı kalıyor. Vah, yazık, bir kaşık cümlede boğulan bir aşıktır artık “evet” sözcüğü. Konuşmanın-yazının ortasında yazar ya da konuşmacı kendi cümlesine inanmamaya başlamıştır bile. Kişi ile “evet” arasındaki akid, kaçamak sektörüne bağlı olarak ayrılığa dönüşmüştür bile. Böylece, “AB’ye evet!” önermesi, iki zaman içinde de değil, o anda, birinci keman Marx ile ikinci keman Engels’in “sönümlenme, uykuya dalma” kategorisine bağlı olarak tarihin çöp sepetine gidivermiştir! “AB’ye evet!” sloganı ütopyadaki devlet gibi, mışıl mışıl uykuya dalıyordur ve konuşmacı kürekleri aheste çekiyordur... Ve bir rivayete göre koro başlıyor: “Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime/ titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime...” Ve, ver elini “Hayır”lı günler...

Evet... Gerçekten de “Evetistanlılar” için “Evet”lerini savun(a)mamak gibi ironik bir sorunları var gibime geliyor. Çünkü böyle olmasaydı “evet!”lerini “hayır!”lama ya da çabasına girmezlerdi. Ya da “evet”i, cümlenin tam ortasında yarı solda bırakmazlardı. “Evet” cümlesi “Hayırlı” olmaya başladığında, “evet”in tarihen ve siyaseten hükümsüz kaldığı aşikâr. Önce, “hayır!”sız başlayan ama giderek “Hayır”lı bir “Evet!” söz çabukluğu ile neredeyse zıddına dönüşüyor ve Evetistanlılar evetlerinin hayrını göremiyorlar. Ya da “evet ama hayır!” gibi muziphal başlıyor oracıkta. Hani şu, “çayırda buldum seni/ ellere vermem seni/ kendime de almam seni” manisindeki ironi... Bir sahipsizlik hali. Öznesi olmayan bir yüklem hali... Özne hep gizli özne... (Ömer Laciner ve Ahmet İnsel’in ayan beyan “AB’ye Evet!” diyerek, gözlerini karartıp sol arenanın ortasında zuhur etmeleri siyasal bir cesaretin yanı sıra moda deyimle etik bir duruş olmalı...) Çünkü, “kimmiş bakimmmm AB’ye evet diyen devrim kaçkını!” cümlesi ortalıkta sol geziyor. Çık ortadan ye damayı, ya da çık ortaya ye azarı! Öyle ya azar, devrimciyi bozar. Öznesiz cümlelerle şimdilik idare edilebilir... Ediliyor... Gerisi hisseli harikalar komedisi: Tahammül, tevekkül, gül Allah, gül...

Evetistanlıların işini zorlaştıran bazı açık’göz birinci tekil şahıslar da yok değil. Çok eskiden, az eskiden, iki zaman önce üç zaman önce Mahir Çayan’ın kesintisiz devrim tezlerinin temel bir bağlamı olarak formüle edilen “sömürge tipi faşizm, gizli faşizm, açık faşizm” referanslarıyla konuşurken şimdilerde “AB’ye Evet!” diyen arkadaşlarımızdan biri, tarihteki cümleleriyle günceldeki cümleleri arasındaki tashih ve talih boşluğunu hiç dikkate almadan yazılar yazarak bizim mahalleyi külliyen irşad ediyor! Öğreniyoruz ki, AB’ye girmekle faşizm belasının da azade olacağız! İki üç daha fazla yaşasın. AB’ye girmekle, kapitalizmin ve emperyalizmin tarihen ve siyaseten zamanını doldurmuş neden ve sonuçları ortadan kalkacaksa, -bu arada faşizm de- bir devrimci buna ancak sevinir. Yanlış seçilmiş,-ya da kendini seçmiş-münazaracı gibi bir durum var ortada. “Yedek” kulübesinde oturması gerekenlerin ilk on birde sahaya sürülmesi Evetistanlılar’ın aleyhine. Sevgili Tanıl’a, tarafsız bir bedbaht olarak bu durumdan muzdarip olduğumu söylemeye dilim varmıyor. Bu tür “ham” (hayalci) oyunculara “takımdan ayrı düz koşu” yaptırmak hem farz hem de sünnet gibime geliyor. (Geçerken belirteyim ki ÖDP’de hükümet eden arkadaşlarımızın savunduğu şekliyle, “Emeğin Avrupa”sı sloganı da, sözü dolandırarak “evet”i çaktırmadan “evet”e dönüştürmenin vücut çalımı olduğu için Evetistanlıların aleyhine... Bu arkadaşlarımız, topu havaya dikip, muarızlar gökyüzüne bakıp, gökçekimiyle oyalanırken “Emeğin Avrupası”nı kapıp, hedefe varabileceklerini düşünüyorlar... Ekmek-Kur’an değil, devlet ve ihtimal çarpsın ki bu da Evetistanlıların aleyhine... Ve takımdan ayrı düz koşu bahsine giriyor. Üzerime farz olmayan bu yer tutma politikasını söylemeyi de bir borç bilirim...) Yaygınlaşan bir sözcüğü kullanarak söylersem, yeni enstrümanlara gereksinimi var orkestranın. Çünkü, zurnada peşrev olmaz ne çıkarsa bahtına muhabbetiyle devam ederse ve koşullar değiştirilmez ise Evetistanlıların Hayıristanlılar karşısında çoğunluğu kazanma ihtimali ve ihtilali yok gibi. Sanki, iyi saatte olsunlar birileri onlara “Evet’lerinizin hayır’ını görün!” diyor da onların dudakları uçukluyor. Böylece, evet kaç, hayır tut ortamında Evetistanlılar “evet”lerine tarihsel ve siyasal çekinceler koyuyor. “Evet”, küsüyor. Formasını, ayakkabılarını kapıp, AB sınır kapısından ev(et)ine dönüyor. Böylece devasa AB aşk’ı, ahşk’a dönüşüyor. Eeee, alma evet ahını çıkar aheste aheste. Eveeet... Slogan dediğin açık ve net olmalı, o manaya bu manaya çekilmemeli... Koroyu dinleyelim: Evet de peşrev olmaz ne çıkarsa AB...

HAYIR DA PEŞREV OLMAZ NE ÇIKARSA DEVRİM!

“Hayıristanlılar”, Emperyalist-kapitalist AB cehennemi karşısında bir Sosyalizm cenneti öneriyorlar. (Pek azı dışında, bütün mantıki, siyasî ve tarihsel sonuçları ortaya çıkmış olan çöken sosyalizmlerdir önerilen... ) Hayıristanlılar’a göre, “Evetistanlılar’ın sırtını yere getirmek için uzun çabalara gerek yok... Her şey o kadar açık ki, işte kitap-teori, işte hayat-pratik... Bu ilkesel bir sorundur, devrimcilik ile evrimcilik, sosyalizm ile kapitalizm, burjuva ile proleter seçeneğinden birini seçme meselesidir bu tartışma. Ertelenemez... Hafife alınamaz... Ak ile kara’nın, sosyalistlik ile radikal burjuva reformculuğunun uzlaşması mümkün değildir... Tarihte ve siyasette ilkelerden sapanların, ustaların sözlerini dinlemeyenlerin iflah olduğu nerede görülmüş... İşte Kaustki... İşte Bernstein... İşte İkinci Enternasyonal’in evrimci ve mağrur ama mağlup önderleri... Profesyonel devrimciler, profesyonel evrimcilere boyun eğmeyecek, bu nedenle “AB’ye Evet” diyenler Ortak Pazar yollarında avuçlarını yalayacaklar.

Uzun-kısa zamandır “AB’ye Hayır!” diyen arkadaşlarımın yazılarını da dikkatle okuyorum, konuşmalarını özenle dinliyorum, ağzım bir karış devrim-sosyalizm oluyor. Oluyor da, ezberlememiz için mahallemizin bütün duvarlarına astıkları kırmızı fişlerin anlamlarını bir türlü sökemiyorum. Kürsüye çıkan Hayıristanlı arkadaşların başına da aynı şey geliyor nedense... Beden dilinin eşlik ettiği, “AB’ye Hayır!” diye başlayan cümle daha orta yerinde “evet... ama... biz de biliyoruz Avrupa proletaryasının kazanımlarını.” diyerek “hayır ama evet’e” doğru evriliyor... Kuvvetle söylenen, Marx ve Lenin’den alıntılarla süslenen “hayır” sözcüğü tarihin emri konuşmacının kavliyle aşınıyor, aşılıyor ve ortaya, ortaya karışık, “hayır”lı bir “evet” çıkıveriyor... Yazılardaki, temel savunma, “biz Avrupa’daki insan hakları ve demokrasi kazanımlarını reddetmiyoruz ki” cümlesi üzerinde kurulu. Bir tür korku, proletarya mücadelesinin kazanımlarını reddetmiş olma ve devrime giden yolda kazanılmış reformları göz ardı etme korkusu. Sonuçta, “hayır”ı terk eden hayırsız bir âşık gibi cümlenin ortasında bocalayan acemi ajitatörler gibi bir fotoğraf çıkıyor ortaya...

BİR ARA BÖLGE TEORİSİ OLARAK HAVET

Ben henüz tartışmaya dahil olamayanlardanım. Korkuyorum çünkü. Böyle donanımlı bir tartışmaya yalınkılıç girecek durumda değilim. Ben, bana bir taktik öğretenin militanı olmanın hevesindeyim ben. Ya yanlış (h)ata oynayıp devrimciliğime halel gelirse... Bu nedenle tartışmacıların söyleyemediklerini mizaha dökerek kısa zamandır bir ara bölge teorisi geliştirmiş bulunuyorum. Kendim için değil tabiî, süre giden bu orta oyununa ortak olmak yeteneğim de konumum da yok. Evet... Havet bir ara bölge. Evetistanlılar için de Hayıristanlılar için de bir ara bölge... Belki de Devrimci Marksizme bağlanabilecek bir geçiş sürecinin bağlamı... Taraflar bir alan savunması yaptığına göre, adı Havet olan ara bölge teorisi önemli. Ara bölge, yani bir bakıma kurtarılmış bölge. Nereden nereye geldim değil mi, kurtarıcılardan kurtulmak gerektiğini savunup dururken, bir ehven-i sol kurtarılmış ara bölgeye düştü solum. Bir ucu evet de, bir ucu hayır da, iki ucu çoklu bir sihirli değnek... Bileşik ve de çok bi çok çoğulcu sözcük... Evet derken, hayır’ı kollayan ve içeren, hayır derken evet’i kollayan ve içeren bir sihirli sözcük... Bir tür ikili iktidar canım! Henüz kim kazanacak sorusunun yanıtının belli olmadığı, hegemonya mücadelesinin henüz kazanılamadığı bir aşk ve ahşk hali... Benim AB okumalarından devşirip tarihin kırmızı tahtasına astığım cümleler şöyle: “AB’yi nasıl bilirsiniz? İyi-kötü bilirim... AB’ye nasıl bakıyorsunuz? Ne sıcak ne de soğuk. Büyük bir ihtimalle ılık bakıyoruz...” Ara bölge, ya da cehennet, ya da havet işte burada ılıktan fazlasını içeriyor, ıpılık... Bir tür alıştırma hali; bir ılıştırma... Alaşım teorisi ve pratiği...

Ben mi ne diyorum? Ben, öyle kafası karışıklardan değilim! Benim cevabım gayet açık ve net! Çünkü, hem ilkeler açısından (stratejik olmazsa olmazlarımız) hem de devrimin güncelliğinin gereği, (siz bunu taktik olarak okuyun) derslerimi çalıştım ve sonunda, hiçbir iç ve dış baskı altında kalmadan sadece bilincimin sesini dinleyerek kararımı verdim! Geç oldu ve güç oldu ama temiz oldu! Kendim için bir şey istiyorsam AB olsun!