Bugün Avrupa Birliği’ne aday on orta ve doğu Avrupa ülkesi, Birlik’in kurucu felsefesi, kıstasları, adaylara sunduğu malî ve teknik olanaklar sayesinde muazzam bir değişim süreci içinde. Bu ülkeler II. Dünya Savaşı sonrasında kalıcı bir barış, özgürlük, refah ve güvenliği sağlamada kıtanın batısının elde ettiği başarıyı ve ulaştığı standartları katiyen yakalayamadılar. Komünizm sonrası yöneticiler, 1945’ten sonra ülkelerinde kurulan sistemlerin, sağlık ve eğitim gibi temel konulardaki su götürmez başarılarına rağmen, ideolojik ve idarî anlamdaki iflaslarını kabullendiler. Demir Perde sonrasında gerçekleştirilen icraatlar, iflasın bu ülkeler toplumlarını baştan aşağıya kapsamış olduğunu gösteriyor. Orta ve doğu Avrupa ülkeleri amiyane tabiriyle kabak çiçeği gibi açılmış durumdalar bugün. Tıpkı zamanında, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da olduğu - ve halen de sürdüğü gibi. Bu üç ülkenin otoriter siyasî yapıları ve köhnemiş iktisadî ve içtimaî sistemlerinin iflasının boyutları bugünkü orta ve doğu Avrupa ülkelerininkiyle ölçülebilir düzeydeydi. Her iki grup, dün Akdeniz’in üç diktatörlüğü ve bugün on orta ve doğu Avrupalı sabık komünist ülke Avrupa Birliği’nin üyesi olma iradesini beyan ederken sistemlerini sorguladılar, iflaslarının nedenlerini belirlediler, hezimetlerini hazmettiler. Teşhis, toplum ve bireyi temel almayan, toplum ve bireye güvenmeyen otoriter ve totaliter sistemlerin sultası altındaki ülkelerin, siyasî retorikler ne renk olursa olsun, barış, özgürlük, refah ve güvenliği sağlamada yetersiz kaldıklarıydı. Teşhis, bu sistemlerin, toplum ve bireyi temel almadıkları ve dolayısıyla gelişimlerini engelledikleri ölçüde kendi içlerinden ivme alacak bir değişimi gerçekleştiremeyecekleriydi. Bu sistemler olsa olsa yıkılır ama yerlerine, onların küllerinden doğacak ve ülkeyi “iç dinamikler” sayesinde dönüştürecek yeni bir yapı ikâme edilemezdi.
Avrupa değerleri, standartları ve bunların uygulama tekniklerinin güney, orta ve doğu Avrupalı ülkelerin değişim süreçleri içindeki ağırlığı işte burada karşımıza çıkıyor. Adı geçen ülkeler sistemlerinin iflas ettiği teşhisini koymalarıyla eş zamanlı olarak Avrupa Birliği dinamiğini, rüzgârını arkalarına aldılar ve kolları sıvayıp işe koyuldular. Bundan ne utandılar, ne sıkıldılar ne de aşağılık kompleksine kapıldılar. Zira tarihî gelenek ve mirasları, 21. yüzyılda toplumlarına ve bireylere barış, özgürlük, refah ve güvenlik sağlama hedefini gerçekleştirmelerini engeller konumdaydı. Üstelik bu ülkeler arasında toplumsal mücadele gelenekleri hiç de yabana atılamayacak olanlar yok değildir: 1930’ların Cumhuriyetçi İspanya’sı, işgâlci Nazilere kahramanca direnen Yunan halkı ve 1956’da Sovyet tanklarının üzerine silahsız yürüyen Macar halkı.
KENDİ YAĞIYLA KAVRULMA
Türkiye’de durum farklı. Türkiye’nin değişiminin önündeki engeller, bunların tarihten süzülüp gelen nedenleri ve bu nedenlerin iç dinamikleri nasıl dumura uğratmış olduğu, diğer aday ülkelerin ve güney Avrupa’nın eski diktatörlüklerinin konumlarıyla benzeşiyorsa da Türkiye’de Avrupa Birliği’ne duruş farklı. Bu ülkelerin otoriter/totaliter politik ve ekonomik geçmişlerini hiç aratmayacak kadar dirijist ve otoriter bir ülke olan Türkiye’de çözüm için düşünülen taktik ve stratejiler farklı. Türkiye genel itibariyle, elde avuçta pek yağ olmasa da kendi yağıyla kavrulma taraftarı. Bilimsel sıfatıyla evrimci, Darwinci. Bu, siyasî konumları ne olursa olsun değişim taraftarı olan ve değişim konusunda fikir yürüten çoğu aydın için böyle. Muhtemelen birbirleriyle kesişen ama yine de ayrıştırabileceğimiz üç tavır çıkıyor ortaya.
İlki, değişimi gerçekleştirmek amacıyla hareket eden, iç dinamiklerin yetersizliğini gözlemleyen ve Avrupa Birliği dinamiğinin işlevselliğini önemseyenleri “her daim küçümsedikleri cahil halkı adam etme görevini üstlenmiş toplum mühendisi Beyaz Türkler” olarak niteleyen otarşik ve evrimci tavır. Bu tavır uyarınca halkın, her ne kadar cahil bırakıldığı farz ediliyorsa da Avrupa Birliği standartlarında bir hayatı hak ve talep etmesi veya en azından öyle bir hayatın daha özgürlükçü ve insanca olduğunu hissetmesi mümkün değil. Önünde daha çok zamanı var ve ne kadar süreceği, ne yollarla oluşacağı belli olmayan bir “kendi kendine bilinçlenme” sayesinde günün birinde “doğru”yu kendi başına keşfedecek! Bir kere, birbirinden çok farklı saiklerle de olsa Türkiye yurttaşlarının Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda yüzde 70-80lerde seyreden olumluluk oranına rağmen “toplum mühendisleri, cahil halkı Avrupa ile terbiye etmeye yelteniyor” demek insanoğlunun aklını hakir görmek, “bizim cahil halk Avrupa’yı ne hakla arzu edebilir ki” demektir. “Halka mühendislik taslamayın” demek tüm olumsuzluklara, gözlerinin açılmasını engelleyen tüm ceberutluklara rağmen ülke insanının Avrupa diye bir olgunun müspet bir şey olduğunu hissetmiş ve Avrupalı olma talebinde bulunabiliyor olmasını hakir görmektir. İnsan aklına olan bu derin güvensizlik, sadece hükümetin değil tüm ülkenin adaylık vecibelerini yerine getirmesini olanaksız olarak gören Alman Hıristiyan Demokratlar’ın tutumundaki güvensizlikten hiç farklı değil. “Toplum mühendisliği” sıfatı ve daha doğrusu suçlaması ise daha köklü bir tartışmayı çağrıştırıyor. Muhtemelen insanlığın bilinen tarihinde hiçbir değişim hareketi yol göstericilerin olmadığı bir ortamda oluşmadı. Bugün önem arz eden husus önderliğin ne derece katılımcı bir anlayışla icra edildiği, toplumların ve bireylerin potansiyelinin gün yüzüne çıkmasında ne derece işlevsel olabildiğidir. Bugün toplumun önünü açmak, üzerindeki deli gömleğini yırtıp atmasını kolaylaştırmak, Avrupa Birliği’nin sunduğu dinamiği topluma mal etmek isteyenlerin ve bu amaçla toplumu bilgilendirme işini sırtlanmış olanların yaptığı işte bu tür bir ebeliktir. Eğer bundan, orta, doğu ve güney Avrupa ülkelerinde olduğu gibi toplumsal dönüşümü taşıyacak bir hareket çıkacaksa bu elbette bireyler ve toplum tarafından gerçekleştirilecek, sahiplenilecek, kavgası verilecek ve yaşatılacaktır. Sadece görülmesi gereken ülkenin bu çeşit bir ebeliğe olan gereksinimi, bunun araçlarının Avrupa Birliği dinamiğinde var olduğu ve artık zamanın sırça köşklerde mukim ezik ve ezelî muhaliflerin değil kollarını sıvayıp işe koyulanların zamanı olduğudur.
Avrupa Birliği’nin sunduğu dinamiği reddeden bir diğer görüş Türkiye’nin uluslaşma sürecinin daha sürmekte olduğu varsayımından hareket ediyor. Bu görüş 1923’ten bu yana süren uluslaşmanın ülke insanı için daha vereceği birçok hizmet olduğunu, dolayısıyla dış dinamiklere gerek olmadığını ve bilakis dış dinamiklerin uluslaşma sürecini yoldan çıkarabileceğinden bunların bertaraf edilmesi gerektiğini dile getiriyor. Yukarıda incelenen ilk tavır ile, otarşik/evrimci nitelik açısından benzeşen bu görüşün programı kabaca, ülkeyi Avrupa Birliği’nin görüş ve denetim alanı dışına çıkarmak, böylelikle dışarıdan tecrit etmek ve ne kadar zaman alacağı meçhul, daha kaç kuşağın uğruna telef edileceği bilinmeyen 1960’lardan miras bir “tam bağımsız ulusal kalkınma” hezeyanının ürünü. Bir anlamda tarihi durdurmak. Çavuşesku Romanya’sı, Enver Hoca Arnavutluk’u, Pol Pot Kamboçya’sı ve Seku Ture Gine’sini çağrıştıran bu maceranın diğer adı “küçük olsun, hattâ fakir ve kavruk olsun ama benim olsun”dur. Ancak bu görüşü savunanların bu çeşit düşleri bu zamanda gerçekleştirebileceklerini düşünmek zor. Onların Avrupa Birliği dinamiklerini istemiyoruz derken esas istemedikleri ellerindeki iktisadî ve siyasî gücü ve bu güç sayesinde hükmettiklerini paylaşmak. Avrupa Birliği’nin egemenlik konusundaki temel felsefesini, ulusal egemenliklerin diğer ülkeler, federal yani ulusüstü yapılar, bölgesel/yerel yönetimler yani ulusaltı yapılar ve elbette bireylerle paylaşımı ilkesini reddetme nedenleri mîsak-ı millî sınırları içinde denetimi kendilerinden başka kimseye bırakmamak.
Üçüncü görüş Avrupa Birliği’nin barış felsefesi, ilke, kıstas, standart ve uygulama tekniklerinin Türkiye’nin değişimi, toplum ve bireylerin özgürlük, refah ve güvenliğini tesis etmede geçerli olduklarını teslim eden, yurttaşların da taleplerinin aynı yönde olduğunu bilen ancak değişimi gerçekleştirmek için Avrupa Birliği’ne gerek olmamalı diyen görüş. Daha popüler versiyonları “Avrupa Birliği dünyanın sonu değildir” ve “Biz değişimi Avrupa Birliği istiyor diye değil kendimiz için yapmalıyız”. Bu görüş diğer ikisiyle karşılaştırıldığında doğal olarak hayli farklı bir tavra işaret ediyor. Yurttaşların taleplerine kulak verdiği ölçüde ilk tavrın ciddiyetten yoksun popülist evrimciliğine ve değişimin bekleyecek zamanı olmadığını savunduğu ölçüde ikinci tavrın izolasyonist milliyetçi evrimciliğine mesafeli. Ancak Avrupa Birliği dinamiği olmaksızın değişimin nasıl gerçekleşeceği, dönüşümün hangi dinamiklere dayanacağı konularında sessiz. Çünkü diğer iki tavırda da olduğu gibi iç dinamiklerin zayıf ve yetersiz olmalarının nedeni konusundaki teşhisleri yetersiz. Ama öte yandan diğer iki tavrın aksine, değişimi topluma mal ederek zaman kaybetmeden hayata geçirmek isterken değişim için arzulanan iç dinamiklerin nasıl tetiklenebileceği ve nasıl sürdürülebilir bir mecraya kanalize edilebilecekleri konusundaki tahlili de yetersiz.
DEVLET TAHLİLİ VE DIŞ DİNAMİK
Her üç tavrın en derin zaafı “devlet” tahlilinin eksikliği. Cumhuriyeti hazırlayan dönem olsun 1923 sonrasında modernlik zemininde gelişen uluslaştırma ve toplumlaştırma süreçleri olsun Türkiye’de devlet, her devletin yaptığı gibi farklılıkları eşitleme işlevini yerine getirirken, ne sorumluluk duygusu ile donanmış bireyi ne de dayanışmacı bir birlikteliğin ifadesi olan toplumu, tarihî gelenek ve birikimine sadık bir zihniyet doğrultusunda ortaya çıkarabilmiştir. Daha doğrusu çıkarmamaya özellikle gayret göstermiştir. “Geri bıraktırılmışlık” olarak da ifade edilen bu olgu ülkenin iç dinamiklerinin zayıf ve yetersiz olması sonucunu doğurmuş ve yukarıda adı geçen orta, doğu ve güney Avrupa ülkelerinde de olduğu gibi değişim için dış dinamiklerin ivmesine gerek duyulması gerçeğini dayatmıştır. Ama bu dış dinamiklerin kaynakları önemlidir ve örneğin İMF’in taşıdığı dinamik bu kuruluşun reçetelerinin uygulandığı ülkelerin hiçbirinde doyurucu ve kalıcı bir değişimin tetikleyicisi olamamıştır.
Türkiye dahil tüm bu ülkelerde değişimin önünü tıkayan zihniyet ve uygulamaları kökünden değiştirecek güçteki tek yapı Avrupa Birliği’dir. Değişimin kalıcı ve sürdürülebilir olması için gereken dış dinamik ancak Avrupa Birliği’nin temel felsefesi, ilke, kıstas, standart ve uygulamalarındaki gibi olmalıdır. İç dinamiklerin gelişmesini bu zamana kadar engellemiş olan zihniyetlerden kalıcı olarak kurtulmanın yolu bunları ikâme edebilecek bir dış ivmeden geçiyor ki bu da Avrupa Birliği’nin ulusüstü ve ulusaltı yapılarıyla ulussonrası ve ulusötesi arayışlarında yatıyor. İşte bu yüzden Avrupa Birliği, olmasa da olacak bir opsiyon değil. Bireyi kul, toplumu ahali olarak gören bir zihniyetin bu coğrafyada mevcut olan tek ikâmesi. İlaveten, bağlantısız olarak yaşamanın toplumsal intihar anlamı taşıdığı şu küresel dünyada diğer alternatiflerle karşılaştırıldığında, örneğin ABD’nin arka bahçesinde olup her an Venezuela veya Arjantin olma tehlikesi karşısında olmak yerine, bölgesel gruplaşmaların muhtemelen en insana yakını olan Avrupa Birliği ile bütünleşiyor olmak yabana atılacak bir perspektif değil.
AVRUPA’NIN BANÎLERİNDEN OLMAK
Avrupa Birliği’nin Kopenhag Siyasî Kıstası, aday ülkelerin Birlik’e siyasî uyumunun çerçevesini çizer. 2000 yılı sonunda AB’nin Fransız dönem başkanlığını noktalayan Nice Zirvesi’nde kabul edilen Avrupa Temel Haklar Beyannamesi (veya Şart), şimdilik bağlayıcı değilse de ileride Kopenhag Siyasî Kıstası’nın, bir anlamda, “Müktesebat”ı konumunda olacak. Beyanname, aday ülkeler için olduğu gibi Birlik’e üye ülkeler için de temel gönderge niteliğini haiz bir ahlakî ve hukukî değerler manzumesi. 21. yüzyıl Avrupa’sının siyasî temellerinin kavramsal çerçevesini Kopenhag Siyasî Kıstası ve Temel Haklar Beyannamesi çizecek. Diğer taraftan, Mart başından bu yana toplanan Avrupa Kurultayı’nın (veya Konvansiyon) üzerlerinde çözüm önerileri üreteceği beş konudan birisi Avrupa Anayasası. Adından anlaşılanın aksine Anayasa hukukî değil siyasî anlamla yüklü. Avrupa’nın anayasal süreci, şimdiye dek düşünülmüş ve uygulanmış federal yapıların hiçbirini örnek alamayacak kadar kendine has bir bütünleşme içinde olan Avrupa ülkelerinin, bu sui generis federalizmi gerçekleştirmek amacıyla başvurdukları yolun adı. Avrupa devletleri, tarihte benzeri olmayan bir süreç içinde, karşılıklı olarak ulusal egemenlik alanlarının tekelinden özgür iradeleriyle ve gönüllü olarak vazgeçiyor ve yepyeni bir birlik gerçekleştiriyorlar.
Bu zaviyeden bakıldığında Avrupa’nın giderek derinleşen bütünleşme süreci, üye ülkeler için olduğu kadar müstakbel üye ülkeler açısından da çok kapsamlı ve yeni bir evreye girildiğini haber veriyor. Şu an içinde bulunduğumuz bu süreç, ortak çıkarlar ve ortak değerler üzerine bina edilen dayanışmacı bir Avrupa toplumu modelini, 1945’ten bu yana kıtanın batısına hâkim barış kültürünün kıtanın bütününü kapsayacak biçimde perçinlenmesini ve siyasî rüştünü ispat etme azminde olan evrensel bir Birleşik Avrupa projesini haber veriyor. Birçok konuda ABD modeline alternatif teşkil edebilecek, küreselleşme yani “Amerikalılaşma”ya karşı durabilecek olan evrensel Avrupa modeli, gerçekleşmeyi bekleyen modern bir ütopya. Türkiye, Avrupa’ya yakın bir toprak parçası üzerine kurulu olması sayesinde ve müstakbel Birleşik Avrupa’nın evrensel sözünü kanıtlamada vazgeçilemez bir farklıyı nesneleştirdiği ölçüde ortak ütopyanın parçası. Buradaki Doğulu zenginliğin Batı ile bütünleştikçe insanlığın ortak kültürüne mal olacak olması, aynı zamanda ülkedeki özgün ve farklı bir toplum projesi arayışlarına hayat verecek bir ütopya. Bu muazzam şantiyelerin mimarlarından olma hakkı ne utanılacak ne de azımsanacak bir hak.