Evet, Avrupa üzerinde neo-faşizmin ya da “aşırı-sağcılığın” hayaleti dolaşıyor. Yine, hâlâ...[1] Fransa’da Le Pen geçtiğimiz ay infial yaratan seçimlerde %20’ye yakın oyunu kemikleştirdi. İtalya ve Avusturya’da neo-faşist ve yeni-sağcılar epeydir iktidarı paylaşıyorlar.
Danimarka’da yabancı düşmanı Halk Partisi 2001 seçimlerinde 3. parti oldu ve hükümetin dışarıdan destekçisi olarak, yabancılara/göçmenlere karşı Avrupa Birliği çapındaki en katı düzenlemelerin uygulamaya geçirilmesini sağlıyor. Sosyal demokrasinin yurtlarından Norveç’te, kabul edilecek göçmen sayısını yılda bin kişi ile sınırlamayı ve gelişmekte olan ülkelere yapılan yardımları durdurmayı hedefleyen sağcı-popülist İlerleme Partisi 2. parti. Belçika’da anti-semitist Vlaams Blok/Flaman Bloku Flaman “başkenti”Antwerpen/Anvers’te en büyük parti. İsviçre’de, AB, BM ve refah devleti karşıtı İsviçre Halkçı Partisi, 1999’daki seçimlerden ikinci parti olarak çıktı. Portekiz’de şiddetli bir göç karşıtı olan Halkçı Parti, Nisan 2002’de kurulan sağcı koalisyonun ortağı. Hollanda’da da 15 Mayıs günü yapılan genel seçimlerden sağ galip çıkarken; ivmesini göçmenlerden duyulan huzursuzluğu gündeme getirmekten alan Pim Fortuyn Listesi, %17.1 oy ve 150 üyeli parlamentoda 26 sandalyeyle, liberalizm, hoşgörü ve çokkültürlülüğün millî spor sayıldığı bu ülkede “sistem”e yerleşmiş oldu.
Böylece, Avrupa Birliği’nin siyasî coğrafyasında bir-iki yıl öncesine dek hüküm sürmekte olan merkez-sol hükümetlerden geriye sadece Almanya’da Schröder’le İngiltere’de Blair’in (sosyal yanı hayli törpülenmiş) sosyal-liberal yönetimleri, yanısıra Yunanistan’da Simitis, İsveç’te sosyal demokrat azınlık hükümeti, Finlandiya’da sallantılı bir “Gökkuşağı koalisyonu” kaldı. Haziran’daki Fransız genel seçimlerinde “yaralı” sosyalistlerin kaybetmesi ve gelecek Eylül’de Almanya’da merkez solun iktidardan düşmesi halinde, 15 AB hükümetinde çoğunluk merkez sağın eline geçmiş olacak. Aşırı sağda konumlanan partilerin de iktidar partilerinin hemen enselerinde yer alacak olması cabası.
SAĞCI DEĞİŞİM
Seçimin Hollanda’yı sağa sürüklediği aşikâr. Oylar büyük çoğunlukla “değişim” isteği doğrultusunda kullanıldı. Ancak paradoksal bir biçimde seçmenin “değişimin öncüsü” olarak gördüğü, 43 sandalye ile sandıktan en büyük parti olarak çıkan Hıristiyan Demokratlar (CDA). Yani, Hollanda’da yakın vakte kadar varlık nedeni tartışma konusu, “sürekliliğin temsilcisi” olan parti![2] Seçim sonuçlarının görkemli mağlubu, 1918’den beri her iktidarın ortağı durumundaki Hıristiyan Demokratlar’ı 1994’te hükümet dışına itmiş olan sosyal demokrat eğilimli İşçi Partisi (PvdA) oldu. İşçi Partisi, büyük şehirlerden sadece Amsterdam, Utrecht ve Leiden’dan birinci parti olarak çıktı. Bir de elbette kuzeyde, solun geleneksel kalesi Groningen ve çevresindeki seçim bölgelerinden. Yine de, mesela bir üniversite şehri olan Leiden’da, PvdA’yı %17 ile takip eden ikinci partinin Pim Fortuyn’ın Listesi (LPF) olması vaziyetin vahameti hakkında bir fikir verecektir. Sahip olduğu 45 sandalyeden 22’sini kaybeden İşçi Partisi’nin koalisyon ortakları da benzer bir kaderi paylaştılar. Serbest pazar taraftarı, muhafazakâr Liberaller (VVD) ile son koalisyonda bu iki partiyi birbirine bağlayan liberal sol eğilimli Demokratların (D66) toplamda kaybettikleri sandalye sayısı 22. Sandalye sayısını (11) muhafaza eden YeşilSol’un yanısıra, sandalye sayısını neredeyse ikiye katlayan Sosyalistlerin (SP), CDA ve LPF’nin ardından seçimlerin 3. büyük galibi olması (9 sandalye), SP’nin Fortuyn tarafından dillendirilen sıkıntıları, elbette farklı çözümler teklif ederek, seçim programında ele almış olması dolayısıyla, dikkate değer.
Yeni hükümete yönelik tartışmalarda, seçimin mağlupları ile “solcular”, Hıristiyan Demokratlar ile olası bir koalisyonda yer almayacaklarını ilân ettiler. Liberaller de kurulacak bir azınlık hükümetine belirli konularda dışarıdan destek vererek Hıristiyan Demokratlar ile Pim Fortuyn Listesi’ni başbaşa bırakmaya meyilliler.
LPF’nin galibiyeti ve PvdA’nın mağlubiyeti Hollanda’da daha önce görülmemiş türden bir istisna. Savaş sonrasında kurulan yeni bir partinin mecliste elde edebildiği sandalye sayısı en fazla sekiz. Bugüne dek yaşanan en büyük kayıp CDA’nın 1994 seçimlerinde 20 sandalye yitirmesi idi.[3]
SİYASETİN SÖNÜMLENMESİ VE “MENAJER SİYASETİ”
Seçimden yaklaşık bir hafta önce bir siyasî suikasta kurban giden Pim Fortuyn’ın başarısında, ölümünün yarattığı travmanın ve yaratılan mitolojinin de payı aranıyor; bu hareketin devamlılığını sağlayacak bir yeni lider adayının yokluğuna dikkat çekiliyor. Ancak bu, Fortuyn’ın sürüklediği hareketin elde ettiği başarının nesnel temelini gözden kaçırmamalı. Bu başarının başlıca sebeplerinden biri, Hollanda’da son iki koalisyon döneminde siyasetin sönümlenmiş olması. Farklı pozisyonlara sahip gibi görünen sosyal demokratlar ile muhafazakârlar arasındaki farklar, her iki partinin teknokratik bir yönetim anlayışında birleşmesiyle siliniverdi. Fortuyn’ın muhalefetindeki temel noktalardan biri buydu ve sadece İşçi Partisi liderliğindeki son iki hükümeti değil, son on iki yıllık yönetimi hedef alıyordu. Kriminalite ve göç Fortuyn’ın gündeminde en çok yer alan meseleleri teşkil etmekle beraber -ki bunu aşağıda ele alacağız-, Fortuyn temelde, siyasetin sönümlenmesinden, yönetimin aslî meselelerde kamuoyu desteğine müracaat etmeyen “menajer” nitelikli siyasetçilerin eline geçmiş olmasından doğan genel hoşnutsuzluğa hitap ediyordu.
Menajeryal niteliklerinin halkın sorunlarına duyarsız kıldığı hükümetler, kamu borçlanması ve enflasyon gibi, ikincisi zaten çok yaygın olduğu için kamu nezdinde büyük bir sorun olarak görülmeyen, halkı doğrudan ilgilendirmeyen meseleler üzerinde aşırı yoğunlaşmışlardı. Bu yoğunlaşma, hükümetleri, halkı dolaysız bir biçimde ilgilendiren ve sağlık, eğitim ve kamu ulaşımı olarak özetlenebilecek temel sosyal hizmetler konusundaki yaygın sorunlarla gerektiği gibi ilgilenmekten alıkoydu. (Demiryollarının kâr gözeten bir şirkete dönüştürülmesi, Britanya’daki kadar olmasa da, Hollanda’da da ciddi sıkıntılara ve hoşnutsuzluklara yol açtı mesela.) Sağ-sol ayrımıyla pek âlâkası olmayan Danimarka’da Euro’nun, İrlanda’da Nice Antlaşması’nın reddedilmesi, tartışma ve danışma mekanizmalarının dışlandığı menajeryal hükümetlere karşı duyulan aynı hoşnutsuzluğun işaretleri olarak yorumlanabilir.
Pim’in, konvansiyonel hükümetlerin üzerine gitmediği genel hoşnutsuzluk sebebi olan sıkıntılar (hastane bekleme listeleri, kalabalık okullar, trafik, vs) haricinde de siyasal tabu olarak görülen meselelere dair dolaysız popülist retoriği, seçim dönemlerinde genellikle oy kullanmayan düşük gelir grubuna mensup insanları sandık başına taşıdı. Bilhassa büyük şehirlerde göç nedeniyle nüfusun çok yoğunlaştığı ve çevrenin “değişik” bir görünüm arz etmeye başladığı mahallelerde...
PİM HAREKETİ VE AVRUPA YENİ SAĞI
Pim Fortuyn hareketi, Avrupa’da sağcı ve ırkçı partilerin son üç-beş yıldaki temel “kazanımları” üzerinde yükseldi: Göç ve kriminalite arasında bir bağ olduğuna, yani Batı-dışından gelen göçmenlerin güvenliği tehdit ettiğine dair şikâyetlerin, kaygıların, önyargıların beslenmesi, büyütülmesi... “Kriminalite”nin kendisi kadar, refah devletinin yıpranmasının doğurduğu sosyal güvenlik sorunları ve atomizasyon, yabancılaşma gibi daha “derin meseleler” de, zaten Avrupa’da saplantılı bir iç güvenlik kaygısı yaratmış durumda. “11 Eylül” sonrasında, bu kaygı iyice büyüdü. Özellikle Batı-dışından gelen göçmen toplulukları, dehşetli senaryolarla fantastik boyutlara taşınan “radikal İslâmcı terör” tehdidinin ‘belirtileri’ ya da potansiyelleri olarak algılanmaya müsait hale geldiler.
Politik gündemin her konusunun alarmist bir iç güvenlik kaygıyla işgâl edildiği bu vasatta, Pim Fortuyn’ın temel argümanının özeti, Glimmerveen’in eski, otantik ırkçı Merkez Demokrat Partisi’nden ödünç aldığı “Hollanda dolu!” sloganıydı. Sınır aşırı hareketliliği kolaylaştıran Schengen Antlaşması’nı iptal etmeyi, Hollanda Anayasası’nda ayrımcılığa karşı konan güvenceyi sınırlamayı vaadediyordu.
Bu sloganın Avrupa çapındaki ifadesi: “Avrupa dolu!” sloganıdır. Avrupa sağı, Avrupa Birliği fikrine, özellikle bu “yabancı” ve “yozlaştırıcı” sızıntılara imkân verdiği suçlamasıyla yükleniliyor; ve/veya, Avrupa Birliği’nin göçmen akışına karşı bir tahkimat kalesi olarak biçimlendirilmesi talebi yükseltiliyor. Bu talebin militan savunucularından Britanya yönetimi, AB’nin bilhassa Güney kanadındaki üyelerinin göçmenlere karşı tavırlarını sertleştirmesi için sürekli uyarılarda bulunuyor. Avrupa çapında bir göç politikası benimsenmesi ve takip edilmesi çabalarının öncülüğünü yapan Britanya, son dönemdeki çıkışları ile İspanya’nın muhafazakâr başbakanı Aznar tarafından da desteklendi. Britanya’nın Avrupa Bakanı Peter Hain’in bu konudaki görüşlerini dile getirmesinin ardından Blair ile Aznar bu konudaki ilk görüşmelerini gerçekleştirdiler. (Bilindiği gibi, AB’nin Türkiye’de en çok üzerinde titrediği konulardan biri, göçmenlerin burada bloke edilmesi ve Batı’ya sızdırılmaması için tedbir alınmasıdır.)[4]
Bunun yanında, sosyal devletin göçmenler, “asalaklar”, “serseriler” tarafından istismar edildiğini düşünen “sessiz çoğunluğu” mutlu eden klasik Yeni Sağcı vaadleri vardı Pim’in: Sağlık ve eğitim harcamalarını “verimli kılmak”, engellilere tanınan cömert avantajları sınırlamak... Kamyon şoförü Leslie Gonggeyp New York Times’a nasıl konuşmuş: “Pim aşırı biri değildi. Bizi ağır vergilerden kurtarmak ve göçmenler için değil, normal insanlar adına bir şey yapmak... işçi sınıfını adına bir şeyler yapmak istiyordu.”
YENİ-YENİ SAĞ VE FORTUYN’IN ÖZGÜNLÜĞÜ
Fortuyn’ın politik söylemi ve stili, Avrupa’da “aşırı sağın” yeni çizgisini anlamak bakımından öğreticidir.
Önce şuna dikkat çekelim: Fransa’da Le Pen, Avusturya’da Haider, Almanya’da Republikaner/Cumhuriyetçiler veya DVU (Deutsche Volksunion/Alman Millî Halk Birliği), onların yanında daha küçük figürler olarak Belçika Flamanlarının faşizan sağ partisi Vlaams Blok’un lideri De Winter, II. Dünya Savaşı öncesi faşizm ve nasyonal sosyalizm akımıyla ideolojik ve/veya kişisel bağlara sahipler. Le Pen, Tixier-Vignancourt; De Winter, Ijzerbedevaart’ın Flaman nazileri dolayımıyla. Modern usulleri kullansalar ve yeni zamanların şartlarına uygun bir zeminde hareket etseler de, bir yanlarıyla, “eski moda” ırkçılıkla ve “klasik” faşizmle/nazizmle bağları var. Bu nedenle, seçim başarılarından sonra Avrupa sol ve sol-liberal kamuoyunda olağanüstü tepkiyle karşılanarak şu veya bu biçimde geriletildiler. Buna karşılık Berlusconi ya da Fortuyn gibi ‘yeni-Yeni-Sağcılar’ anti-faşist kamuoyunda o kadar infial yaratmıyorlar. Oysa onlar, ırkçı veya kültürel ayrımcı sağcılığın daha modern, canlı bir damarını temsil ediyorlar. (Hatta birçok durumda şu da söylenebilir: ‘Eski’ neo-faşizm de ancak onların açtığı bu yeni damara girebildiği oranda başarı kazanıyor.[5])
İşte, Pim Fortuyn, bu yeni, modern Yeni Sağ çizginin belki de en yeni ve en modern örneğiydi. Hollanda’da zaten var olmayan bir faşist/nazi geleneğiyle bağlantısı mevcut olmadığı gibi, faşizmin ideolojik mirasıyla bir sempati ilişkisi bulunmuyordu. Anti-semit değildi - Ortadoğu işlerinde İsrail’e açık destek veriyordu. Bunun ötesinde, herhangi bir muhafazakâr “gelenek”le duygusal alışverişi yoktu. O, “küçük, ‘normal’ insanların” da gönlünü okşamakla birlikte, esasen “başarıya” değer veren genç, şehirli, orta sınıfa hitap ediyordu. “Başarı kültürünün”, hayatın keyfini çıkarmayı iyi bilen, asalakların (lüzumsuz vergiler ya da hayatı ve “manzarayı” bozma yoluyla) “kaliteli insanların” buna mani olmasına bozuk atanların sesiydi.
Eski bir Marksist ve sosyoloji profesörü, Elsevier dergisinde köşe yazarı, açık seçik eşcinsel olan Pim Fortuyn, geçtiğimiz sene muhafazakâr orta sınıf partisi Leefbaar Nederland’ın (Yaşanabilir Hollanda) başına getirilmişti. Müslüman göçmenleri horlayan, göç karşıtı bir demeci üzerine buradan ihraç edildi. (Benzeri demeçleri devam etti. “Faslı çocuklar hiçbir zaman bir Faslı’dan bir şey çalmazlar. Bizden hırsızlık yapmak ise mübah, hele benden iki kere mübah, Hıristiyan köpeğinin biri olmakla kalmıyorum, [eşcinsel olarak - T.B./Ö.G.] domuz yavrusundan bile değersizim çünkü. Hukukî olarak kabul ettirebileyim, bu ülkeye hiçbir İslâmcı giremeyecek artık.”) Bunun üzerine Şubat’ta kendi ‘yerini açtı’: Lijst Pim Fortuyn/Pim Fortuyn’ın Listesi. Mart’taki yerel seçimde, etnik çeşitliliğin en fazla olduğu Rotterdam şehrinde oyların %35’ini alarak dikkat çekti.
Fortuyn Avrupa’daki diğer sağ-popülist partilerin liderleriyle kıyaslanmayacak kadar mutedil bir çizgiye sahipti. En şiddetli muarızları dahi onu faşist olarak tanımlamıyor; ırkçı demekte tereddüt ediyordu. Her fırsatta vurguladığı eşcinselliğine, ayrımcılık ithamlarını savuşturmak için de müracaat ediyordu: “Bizzat eşcinsel kimliğim nedeniyle ayrımcılığa maruz kalırken, ben nasıl ayrımcı olabilirim?”
Fortuyn, tipik sağ-popülist bir performansla ortaya çıktı: Orta sınıf kalabalıkların zımnî rahatsızlıklarını, “ortalıkta” dile dökülmeyen reaksiyonlarını arsızca telaffuz ederek, soğuk nevale resmî siyasetçilerin arasında parladı. Kimi yorumcular, “Berlusconi gibi medya tutkunu, Le Pen gibi atılgan, Haider gibi ‘parti çizgisi’ni takmayan, Vlaams Blok’un önderi Filip de Winter gibi burjuva” diyordu onun için.[6] Bütün Yeni Sağcılardan ya da neo-faşistlerden daha “esnekti”; liberal değerlerle aşırı sağa has motifleri gönlüne göre harmanlıyordu. Agresif neo-liberalizm, çoğulculuk/çokkültürlülük lâfzı, ilericilik/modernlik imgesi, millî değerler muhabbeti vs.’den oluşan karışımı, sağcı Euro-Mix’i, onun kadar iyi çalkalayan kimse yoktu.
GÖÇMENLER BELASI VE HOŞGÖRÜ KÜLTÜRÜ
Almanya’da neo-naziler ve Yeni Sağ, göçmenler konusunda açıkça ırkçı, düşmanca bir tutuma sahipler. Başka bir örnek olarak Britanya’da, Batı-dışından gelen, özellikle Müslüman göçmenlerin kendilerini yalıtmasına karşı resmî bir tepki var; yerel seçimlerde önemli ilerleme kaydeden aşırı sağcı Britanya Ulusal Partisi ise, göçmenlerin asimilasyonunu, onları İngiliz yurtseveri olarak davranmasını talep edecek raddeye götürüyor!
Pim Fortuyn’ın göçmen meselesinin üzerine varışı, başka türlüydü. O, Hollanda’nın liberal siyasal kültürünün övüncü olan hoşgörüyü, bir dışlama ölçütüne dönüştürdü: Müslüman göçmenlere karşı ayrımcılığını, onların kadınlara -ve eşcinsellere- ayrımcı davranan, gerici, Hollanda’nın eşitlikçi kültürüyle uzlaşamayacak, kısacası hoşgörüye yeteneksiz bir kültürden gelmeleri ile gerekçelendirdi. (Geçtiğimiz sonbahar, Fas cemaatinin önde gelen imamlarından birisi, eşcinselliğin haram olduğuna dair -Millî Görüş’ün de desteklediği- fetvasıyla Fortuyn’a şahâne bir servis yapmıştı. Sonradan sözlerinden dönmek zorunda kaldılar.) Bu geri kültürlerden gelenlerin, mecburi dil dersleriyle, kadınlara ve eşcinsellere ayrımcı davranan İslami fundamentalizme yönelik özel kanunlarla kontrol altına alınmasını öngörüyordu, Fortuyn. Bu söylem, kendilerini mahallelerinde “yabancı” hissetmeye başlayan insanların gönlüne göreydi (Amsterdam’da doğan erkek çocuklara bugünlerde verilen en yaygın isim, Muhammed. Eskiden Jan’dı).
Çok az siyasetçi (çoğunlukla YeşilSol ve SP’den) bu konularda açıkça Fortuyn’a karşı çıktı. Çoğu kendi gündemlerinin Fortuyn tarafından ele geçirildiğini hissetti.[7] 16 milyon nüfuslu Flaman ülkesinin 2 milyon sakini Hollanda kökenli değil, bunların da 800 bini Müslüman. Fortuyn Listesi’nin yükselişini sağlayan göç karşıtı siyaset, kesif bir yabancı düşmanlığına evrilmeyecek olsa bile, yerleşik düzen partilerini güçlü biçimde etkilemekte. LPF’nin de yer alacağı herhangi bir hükümetin göçmenlerle ilgili politikaları sertleştirmesi, “entegre olmayan” mevcut göçmenler hususunda ciddi tedbirler alması kaçınılmaz görülüyor. Nitekim göç şartları halihazırda gitgide ağırlaştırılmakta. En son örnek, anavatandan getirilecek eş için 3000 euro depozit istenmesi. 600 saatlik dil dersi göçmenlere zorunlu tutuluyor. Batı-dışından gelenler, artan adi şiddet vakalarına sebep olarak gösterilebilecek günah keçileri. Büyük şehirlerde sağlık, eğitim, kanun ve düzen konusundaki tüm sıkıntıların kökeninde “geri” İslami kültüre mensup göçmenlerin, yattığı varsayımı da, kolayca revaç buluyor.
Fortuyn’a göre taviz verilebilecek son nokta: Asla yeni göçmen kabul edilmemesi koşuluyla, mevcut göçmenlerin Hollanda toplumuna entegrasyonunun sağlanması. Nitekim Fortuyn’ın ölümünden sonra partisine kısa bir süre vekâleten liderlik eden Joao Varela da, geri kültüründen sıyrılıp Hollanda’ya uyum sağlama iradesini göstermiş “başarılı göçmen”i simgeliyor. Ailesi eski Portekiz sömürgesi Cape Verde’den göçmüş 27 yaşındaki bu siyah işçi çocuğu, üniversite mezunu, tenis şampiyonu, iş hayatında başarılı biri. “Göçmenleri özendirmek istiyorum ama aynı zamanda onlardan beklentilerim de var. Hollanda gibi bir fırsatlar ülkesinde kendi hayatları için bir şey yapmalılar,” diyor. ‘Efendi ol, çalış çabala, bir işe yara, Hollanda’da barınmayı hak et,’ diye özetlenebilecek bir “çoğulculuk” şekli... Fortuyn Listesi’nin, kendini “iyi/düzgün göçmen” profiliyle özdeşleştiren göçmenlerden azımsanmayacak oranda oy olmasını da sağlıyor üstelik. Rotterdam gibi II. Dünya Savaşı sonrasından beri işçi partisinin birinci parti olduğu çok-etnili, çok-kültürlü bir şehirde LFP’nin ilk parti çıkmış olması dikkat çekici. Türkler’in de dahil olduğu birçok göçmenin, güvenlik kaygısıyla (“göçmen kriminalitesinden” duyulan kaygıdan öte, “göçmen kriminalitesi” temasını işleyen partiye oy vererek kendilerinin “kriminal” olmadığını gösterme kaygısıyla!) Pim’e oy vermiş olması da…
Leiden Göçmen İnisyatifi’nden Harry Wetterink, Fortuyn’ın bu söylemiyle, Hollandalılar’ın, “biz hoşgörülü, iyi bir milletiz, kötü olan ne varsa dışarıdan geliyor” diye özetlenebilecek öz-imgelerine oynadığını söylemiş. Bunun yanında, fiilen “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düsturuyla, başkalarına ilişkin sarsılmaz bir umursamazlıkla işleyen liberal hoşgörü kültürüne de iyi uyuyor.
HOŞGÖRÜYE DAYALI AYRIMCILIK
Pim Fortuyn’ın hoşgörü kültürü temelindeki ayrımcılığı, özgün bir stratejik ‘ustalığı’ yansıtmakla ve Hollanda’nın siyasal kültürünün bir ürünü olmakla beraber, tekil bir örnekten ibaret sayılmamalı. “Ötekine gösterilen ‘saygı’ ve ‘hoşgörünün’, ‘hoşgören’ ve ‘saygı duyan’ hükümran öznenin ayrıcalıklı ve üstün konumunu... evrensel bir konuma yerleştirerek idame ettirmesi”,[8] küreselleşmeye hâkim olan neo-liberalizmin yapısal bir karakter özelliği.
Neo-liberal hoşgörü söyleminin, kültürel görececiliğin, “politik doğruculuğun”, “farklı kültürlerin” değerlerini tartışma dışı bırakmasının, aşırı sağa açtığı harika bir fırsat var: Hoşgörü ve görececilik söyleminin “farklılıklar” üzerine örttüğü bu örtü, sağ popülistlerin “kültürel farkları” bir tabu kırıcı edâsıyla deşmesine zemin hazırlıyor. Farklı kültürler, kimlikler/aidiyetler arasında bir ortak müzakere-ve-çatışma zemininin tanımlanmadığı, “kültürleri” yatay kesen politik hatların çizilmediği, bunun yerini “farklılıklara tahammülün” tuttuğu -zannedilen- yerde, “tahammülle/hoşgörüyle” örülen duvarlar yükselebiliyor. Bu geçişsizlik koşullarında birileri çıkıp, göçmenlerin kültürünün ve İslâmın “geriliklerini” konu ettiğinde, özellikle 11 Eylül sonrası şartlarda, “politik doğrucunun hası” olarak görünebiliyorlar. Buradan da rahatlıkla, hoşgörülü ve demokratik yaşama kültürüne uygun olmayan “beşerî tabiatlar” keşfeden, onları kollektif kimlikleriyle damgalayan bir ayrımcılık serpilebiliyor. Liberal değerler, otoriterliğin emredici kurallarına dönüşüyor.
TANIL BORA-
ÖZGÜR GÖKMEN
(*) 17 Mayıs’ta Radikal gazetesinin “Yorum” sayfasında yayımlanan yazının genişletilmiş biçimidir.
[1] Tanıl Bora: “Avrupa üzerinde neo-faşizm hayaleti”, Birikim 66 (Ekim 1994), s. 29-47.
[2] “Dönüm Noktası”, NRC Handelsblad, 16 Mayıs 2002.
[3] Cees Banning, “Hollandalı Seçmenler Sağa Kaydı”, NRC Handelsblad, 16 Mayıs 2002.
[4] Pek az insanın ilgilendiği bu vahim insanlık sorununa dikkat çeken bir yazı için bkz. Y. Bülent Peker: “ ‘Kaçak göçmenler’, ‘yasadışı insanlar’: Yeni köleci dünya düzeninde Türkiye”. Birikim 154 (Şubat 2002), s. 48-55.
[5] Tanıl Bora, “Faşizmin halleri”, Birikim 133 (Mayıs 2000), s. 21-34, özellikle s. 28.
[6] Udo Van Lengen: “Shooting Star”, Jungle World, 8 Mayıs 2002.
[7] Folkert Jensma [NRC Handelsblad başredaktörü], “Radikal Bir Hollandalının Avrupa’ya Mesajı”, New York Times, 14 Mayıs 2002.
[8] Meyda Yeğenoğlu: “Küreselleşen dünyada çokkültürcülük ve konukseverlik”, Toplum ve Bilim 92 (Bahar 2002), s. 120-37.