Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda Millî Cephe adayı J.M. Le Pen’in Sosyalist Parti adayını geride bırakmasının tüm Avrupa’da yarattığı şok dalgası, ikinci turda Le Pen’in karşısında % 80 gibi ezici bir çoğunluk sağlanması ile bir miktar yatışmış görünse de, dinmiş ve dinecek gibi de değil.
Millî Cephe türü, neo-faşist-nazi, yabancı düşmanı akımların sistemin çeperinde marjinal bir yer ve güç bulabilecekleri varsayımı üzerine kurulmuş olan Avrupa’nın demokratik cumhuriyetleri, artık birçok ülkede üçüncü, ikinci ve hattâ (Avusturya’da olduğu gibi) birinci parti haline gelen ve yükselişlerini sürdürebilecekmiş gibi gözüken bu akımlar karşısında nasıl bir tutum almaları gerektiği sorunu ile acilen yüzleşmek zorundadır.
Bu yüzleşmenin sonucunda, Avrupa demokrasilerinde hâlâ çoğunluğu elde tutan merkez sağ-sol partilerin, ırkçı eğilimleri, yabancı düşmanlığını reddeden Yeşiller ve diğer sol -komünist, Troçkist- partilerle birlikte o “aşırı sağ” akımlara karşı bir set oluşturma kararlılığına varılabileceği de kesin değildir. Çünkü her ne kadar hakkındaki ağır yolsuzluk iddialarına rağmen Fransa’da merkez-sağ aday J. Chirac tüm sol seçmenlerin oyuyla Le Pen karşısında ezici bir çoğunluk sağlamış ise de; aynı çoğunluğun bir Jospin-Le Pen düellosunda sağlanamayacağı, önemli oranda bir merkez-sağ seçmenin Le Pen’i tercih edebileceği kuvvetle tahmin edilmektedir. Anketlerin de doğruladığı üzre; merkez sağ seçmenlerin büyükçe bir çoğunluğunun “aşırı sağ”ın alamet-i farikası olan milliyetçi, yabancı düşmanı, sıkı güvenlikçi argümanları onayladığı, en azından prim verdiği zaten bilinmektedir. Bunun “bilincinde” olan merkez-sağ partilerin bu neo-faşist, faşizan akımlarla mücadele etmek, bunlara set çekmek ile onlarla işbirliğine girip “evcilleştirmek” arasında gidip gelen kaygan bir zeminde durdukları da ortada. Nitekim, Fransa’da ve diğer birçok ülkede her ne kadar merkez-sağ partiler bu faşizan partilerle işbirliğine girmeme politikasını şimdiye kadar sürdürmüş iseler de; İtalya’da toplam % 16 oya sahip iki faşizan, yabancı düşmanı parti, koalisyon hükümetinin ortağıdır. Danimarka’da merkez-sağ azınlık hükümetini dışarıdan desteklemektedir. Ve Avusturya’da da birinci parti olarak merkez-sağ ile koalisyon kurmuştur.
Öte yandan Avrupa merkez-sağ partilerinde bu işbirliği politikalarına tepki duyan, şiddetle karşı çıkan ve aşırı sağ akımlarla kararlı biçimde mücadele etmeyi savunanlar da azımsanmayacak bir güç ve etkinliğe sahiptir ve hattâ şimdilik çoğunlukta gibi de gözükmektedir. Ancak bu kararlılığın ne ölçüde ilkesel, ne ölçüde de “aşırı sağ”ın konjonktürel, geçici bir olgu olduğu varsayımına bağlı olduğu henüz belli değildir. Asıl güçlük ise merkez sağın bu “aşırı sağ” akımlarla arasındaki ilkesel farklılığı net ve ikna edici biçimde ortaya koyamamasıdır.
Aynı güçlük aslında merkez sol ve diğer sol için de çok daha hayatî ölçüde geçerlidir. Az sonra daha geniş biçimde açıklamaya çalışacağımız için şimdilik kısaca değineceğimiz bu güçlük, söz konusu “aşırı sağ” akımların bildik nazi-faşist hareketlerden hayli farklı oluşlarından kaynaklanmaktadır. Örneğin -klasik- nazi-faşist hareketlerde gayet vurgulu olan totaliter devlet ve düzen kavramı, açık demokrasi düşmanlığı, korporatist ekonomik-toplumsal düzen tasarımı gibi belirgin özellikler, bunlarda ya yoktur ya da bölük pörçük ve sönüktür. Milliyetçilikleri, millî düşmanlık duyguları öteki Avrupalı uluslara karşı değil, Avrupa’da yerleşmiş Avrupa dışı uluslardan gelme göçmenlere yönelik bir diskur içinde dile getirilmekte; nazi-faşist hareketlerin o namlı para militer örgütlerine benzeyen “yan kuruluşları” var ve şiddete de eğilimli iseler de, onlar gibi organize, yaygın bir terör kampanyası yürütmeye kalkışmamaktadırlar.
Bu görünür farklılıklar onların neo-nazi, neo-faşist diye nitelenmelerine engel değilse de; anti faşizm-nazizm suçlama ve uyarılarının en etkili argümanlarının birçoğundan (totalitarizm, saldırgan ırkçılık, demokrasi düşmanlığı gibi) yakayı sıyırabilmelerine ve “sağ popülizm” gibi ehven-i şer sıfatlarla tanımlanmalarına kapı açmaktadır. “Klasik” faşist -nazi akımların bir biçimde kullandıkları anti-kapitalist temalardan arındırılmış bir milliyetçi diskur kullanmaları da bunu kolaylaştırmaktadır. Klasik faşist akımın “yukarıdaki” kapitalist kozmopolitizme ve bunun içinde yuvalanmış -örneğin Yahudi- finans ve entellektüel gücüne karşı harekete geçirebildiği “aşağıdan” ve bir biçimde “dikey”, “millî” tepki, bu yeni hareketlerde yerini -“yukarıdakiler”in sözünü hemen hemen hiç etmeksizin - “daha aşağıdakiler”e, Avrupa dışı göçmen ve kaçak işçi topluluklarına yönelik, yani yatay-düşey bir tepki türüne bırakmıştır.
“Klasik” faşist-nazi akımlarda bu yatay-düşey tepki, orta-küçük mülk-servet sahibi kesimlerden sosyalist, komünist işçilere, onların örgütlerine doğru olur, oluşturulurdu. O akımların kitlesel desteğinin büyük bölümü, omurgası bununla şekillenirdi. Oysa yeni faşist-nazi akımlar, orta-küçük mülk-servet sahibi kesimlerin desteğini kazanmaya yine uğraşırlarken -bu konuda merkez-sağ partilerle rekabet etmektedirler- en dikkate değer ilerleme zeminini “yerli” işçi sınıfının alt-orta kesimlerinde, yerli genç işsizler arasında bulmakta, militanlarının çoğunu buralardan devşirmektedir. Yani tüm faşist-nazi hareketlerin “esas”ını, omurgasını, aslî kitle desteğini oluşturan “aşağıdakiler”e karşı, yatay-düşey tepkinin “yeni” hareketlerde taşıyıcısı -büyük ölçüde- “yerli” işçi sınıfının alt tabakalarıdır ve tepki onlarla ekonomik olarak eş ya da alt düzeyde olan “yabancı” ücretli veya işsizlere yöneliktir. Nitekim, Avrupa’nın ileri endüstriyel ülkelerinde, marjinallik sınırını aşmış neo-faşist-nazi hareketlerin hemen tümü, daha önceleri büyük çoğunluğu ile sol, sosyalist, komünist partilere oy ve destek veren bu emekçi tabakalardan önemli oranda bir kesimi kendine çekebilmiştir. Fransa’da Millî Cephe’nin oylarının yükselişi ile -1970’lere kadar % 20’lik bir oy gücüne sahip olan- KP’nin oylarının gerilemesi ve en son % 3.5’a inişi arasındaki “paralelliğin” nedeni de öncelikle budur. Yine Fransa’da, son cumhurbaşkanlığı seçimleri arefesinde yapılan bir ankette, sözünü ettiğimiz kesimler arasında en tutulan siyasal parti liderinin de Le Pen oluşu da bunun sonucudur, göstergesidir.
Bu olgu kalıcı addedildiği sürece -ki 1980’lerden beri bu gidişat önlenemediği için en azından şimdilik böyle ele alınmalıdır- genel olarak sol ve özel olarak sosyalist hareketler açısından ortada son derece hayatî temelden analiz edilmesi gereken bir sorun vardır demektir. Bu durum karşısında sol, sosyalist hareket, varlığının ve meşrûiyetinin dayanakları olarak addettiği sosyo-ekonomik, felsefi öncüllerini, bunların tekabül ettiği gerçeklikleri yeni baştan ele almak, değerlendirmek mecburiyetindedir.
Sol, sosyalist hareketler, varlıklarının, meşrûiyetlerinin sosyolojik, tarihsel, ekonomik ve etik dayanağı ve hattâ kaynağı saydıkları işçi ve emekçi sınıfların sol-dışı ve hele -faşizm gibi- sol karşıtı ideolojilere kapılmasını bir gerçeklik olarak görmeyi, ele almayı ya reddederler ya da onları “doğru düşünüş”ten saptıran konjonktürel, aklilik dışı etkilenmelere bağlı sınırlı, geçici bir olgu addedilecek biçimde değerlendirir, yorumlarlar. Sınıflar ve ideolojiler arasında ontolojik bir bağlantı, bir tekabüliyet ilişkisi kurmaya yatkın oluşun da sonucu olarak, işçi, emekçi kesimler arasında milliyetçi, faşist akımların yayılması gibi bir olgu inkâr edilemez bir düzeyde belirdiğinde de bunu lumpen proletaryaya mal edip; bu akımların bizzat işçi sınıfının varoluş durumundan beslenen yönlerinin olup olmadığını araştırmaktan kaçınmanın yolunu bulmuş olurlar.
Bu kaçınma tutumunun temel nedeni, öylesi bir faktör, yön keşfedildiği takdirde, sol, sosyalist ideoloji ve hareketlerin varlık ve meşrûiyet neden(ler)inin çökeceği, en azından büyük bir boşluk, gedik doğacağı endişesidir. İşçi sınıfı, bizatihi işçi olmanın, basit kol emeği olmanın kendisinden kaynaklanan bir yönelimin doğrusal bir sonucu olarak faşist bile olabiliyorsa, sol, sosyalist hareket ve partiler sabit, sağlam bir sosyo-ekonomik zemine, gerçekliğe oturmuyor demektir. Sözünü ettiğimiz endişenin kaynaklandığı mantığın özeti budur. Solu, sosyalizmi ancak, sadece veya esas olarak ekonomi-politikçi bir yaklaşımdan, onun temelindeki bölüşüm problematiğinden, çıkar mücadelesi-kavramından hareketle tanımlayabilen anlayışın türetebileceği ve yürütebileceği tek mantıktır bu da. Bu yaklaşım ve mantık, işçilerin bölüşüm sorunundan dolayı, çıkarları nedeniyle sosyalist oldukları (olmaları gerektiği) hipotezine o denli bağımlıdır ki; işçilerin azımsanamayacak bir bölümü faşizmin yükseliş dönemlerinde -örneğin 1920-30’lu yıllarda da- milliyetçilikten türetme bir çıkar mantığına yöneldiklerinde, ya bu olguyu görmezden gelmeye, reddetmeye, ya da bunu geçici, arızi bir fenomen olarak gösterip önemsizleştirmeye çabalarlar. Bu perdeleme, önemsizleştirme çabasının beylik argümanı faşist, neo-faşist (veya nasyonal sosyalist, neo-nasyonal sosyalist) hareketlerin dinamiğini büyük sermayeye, yönetici sınıflara yüklemektir. 1920-30’lu yıllarda bu, faşizmi “tekelci sermayenin en emperyalist, en saldırgan, en ... kesimlerinin eğilimi olarak tanımlamak biçiminde tezahür etmişti; şimdi de neo-faşist, neo-nazi akımları küreselleşen sermayenin çıkarları ile açıklama çabaları ile yinelenmektedir. Oysa, bu tür açıklamalar için kanıt yerine kullanılabilecek bazı olgular elbette gösterilebilir, çıkarsamalar yapılabilirse de; az önce bilhassa vurguladığımız gibi “klasik” veya “yeni” tüm faşist, nazi akımların aslî enerjilerini aldıkları, omurgalarını oluşturdukları şey, toplumun orta-alt kesimlerinden, daha aşağıdaki kesimlere dönük “tepki”dir. Faşist, nasyonal sosyalist akımlar, bu tepkiyi doğal, hayvani, içgüdüsel bir tepkinin sınırsız, kuralsız, etikten boşanmış haline yönlendirebilen hareketler olarak biçimlenir.
Dolayısıyla, faşist, nasyonal sosyalist akımlarla sosyalizm arasında tam bir karşıtlık, bir kutupsallık olduğu sezgisinden hareketle, bu sezgiyi bilinçli, bilimsel bir açıklamaya dönüştürecek yaklaşım, sadece o tepkinin yanlış yöne kanalize edildiğini, “yukarıdakiler”e yönelmesi gerektiğini söylemekle yetinemez. Ve bilhassa da bunu o tepkinin öznesi olan kesimlerin iktisadî çıkar güdülerine seslenerek yapmaktan kaçınmalıdır. Bu “yöntem”in sosyalizmin mahiyeti ile nasıl -en azından- sorunlu bir ilişkisi olduğuna daha sonra değineceğiz ama burada, bu bağlamda belirtmemiz gereken nokta, faşist, nasyonal sosyalist hareketlerin söz konusu kesimlere o kriz ortamlarında çok daha kolay, “somut” bir çıkar kapısı yolu gösterebiliyor olmalarıdır. “Daha aşağıdakiler”in sırtından sağlanabilen o çıkar için yukarıdakilerin, en güçlülerin devlet aygıtıyla mücadele etmek gibi riskli, büyük bedel gerektiren bir uğraş gerekmez; sadece en güçlülerin açık veya zımnı onayını, icazetini sağlamaya matûf bir zorlama yeterlidir. Sosyalist hareketlerin aynı çıkar güdüsünü “yukarıdakiler”e yöneltmek için bir iktidar mücadelesi verdikleri, “yukarıdakiler”in bu tehdit ve tehlikeye birincil bir önem, hayatiyet atfettikleri ortam ve koşullarda, bu faşist, nasyonal sosyalist “zorlama”nın başarı şansı haliyle yüksek olacak, “yukarıdakiler”in desteği de sağlanabilecektir.
Çıkarını daha aşağıdakilerin, güçsüzlerin sırtından, onları ezerek, onların varlığından beslenerek sağlama eğilimi, “doğa yasası” denilen şeyin ta kendisi, onun ifadesidir. Faşist, nasyonal sosyalist akımların tümünün “felsefesi” bu ebedi doğa yasasının toplumda da, insanlar, toplumlar dünyasında da geçerli olduğu ve en arı biçimde olması gerektiği fikrinden türer. Bu bakımdan özellikle 1920-30’lu yıllar ve 1980-90’lı yıllar gibi iktisadî-toplumsal kriz, sarsıntı, değişim dönemlerinde palazlanan faşist, nasyonal sosyalist hareketlerin, etik, insanî, hukuki kaygı ve kurallara aldırılmadığında kolayca “hakkından gelinebilecek” bir “güçsüzler” kategorisini hedef gösterebilen, toplumun orta-alt kesimlerini, çıkarlarını bunların sırtından, bunları bastırıp, iktisadî imkânlarını ellerinden alarak veya yok ederek tatmin edebilecekleri düşüncesine yöneltebilen hareketler olması asla rastlantı değildir, sorunun özüdür. Faşist, nasyonal sosyalist hareketlerin bu “güçsüzler” kesiminin “gayrimillî” olarak nitelenmesine özel önem vermeleri de dikkatle üzerinde durulması gereken bir noktadır. Faşist ve nasyonal sosyalistler, bu amaçla “millet”i, tarihsel bir kategori, yani (değişebilen) ekonomik, siyasî, hukuki, kültürel... koşullar çerçevesinde şekillenen, dolayısıyla zamanla aşılabilecek bir birliktelik formu olarak tanımlamayı reddeden ve milleti doğal, değişmez özellikleri ile ezelden beri var olan bir insan türünün birlikteliği biçiminde tanımlayan -ırkçı- bir millet kavramına yaslanır. Bu kavram ve tanım, o doğal özellikleri taşımayan azınlıkları “gayrı millî” millet dışı olarak kategorize etmeyi mümkün kıldığı gibi kendini ve tutumunu bu doğal, doğuştan gelme özelliklerine indirgemeyen, etik, kültürel... yani insanî edinimlerine göre belirleyen kişi ve hareketleri de aynı kategoriye “millî hain” sıfatıyla ekleme fırsatını da verir. Faşist, nasyonal sosyalist akımların bunu yaparken esinlendikleri, müracaat ettikleri şey de yine “doğa yasası”dır. Çünkü doğada hiçbir tür, başka bir türü kendi topluluğu içinde barındırmaz. Millet de bu doğa yasası gereği bir “tür” olarak kendi içine “sızmış” başka türleri ya yok etmeli, ya dışarı atmalı ya da “asıl millet”le karışmasını önleyecek bir statü ve durumda tutmalıdır. “Başka tür”lerin zaman içinde asimile olmuş, “millet”e entegre olmuş olmaları da durumu değiştirmez. Çünkü “millî farklılıklar” ezeli ve ebedidir. O nedenle vaktiyle 1920-30’ların Almanya’sında asırlardır bu ülkede yaşayan, çoğunun dinleri ile bağlantısı bile kopmuş, “Alman kültürü”nü özümsemiş, onun gelişimine çok önemli katkılarda bulunmuş ve bulunmakta olan her sınıftan Yahudi, mülkleri ve işleri ellerinden alınıp, toplama kamplarına tıkılıp öldürülmekten kurtulamadığı gibi; örneğin Türkiye’de de etiketi ne olursa olsun, çeşitli kılıklardaki faşist ve nasyonal sosyalistler de asırlardır bu ülkede yaşayan bir avuç “Sabetaycı”nın etnik “kökeni”ni belirtmeyi hiç ihmal etmez, fırsat buldukça bunun üzerinden “millete karşı komplo” senaryoları düzer ve hemen tümü de -ne denli asimile olmuş olurlarsa olsun- muhaliflerinin -Ermeni, Rum, Yahudi, Arap...- “etnik kökeni” ile muhalefet nedenleri, argümanları ile bir bağıntı kurmaya çabalarlar.
Şüphesiz burada önemli olan nokta, bu çabaların neden özellikle de kriz, değişim dönemlerinde “semere” verdiği, toplumun bilhassa orta-alt kesimlerinin “normal”de “yönetenler”e duydukları tepkiyi hangi saiklerle “aşağıdakiler”e milletin “azınlıkları”na, -edinimlerinden dolayı değilse bile- azlıklarından ötürü “güçsüz” olanlarına döndürebildikleridir.
Bu durum ve sorunu daha etraflı analiz edebilmek için bir noktanın daha belirtilmesi gerekir. Bilindiği üzre o kriz-değişim dönemlerinin öncesinde, “kurulu düzen” normal seyrinde işlerken, endüstriyel toplumların siyasal eğilimler -ve mücadele- manzarası kaba hatlarıyla şöyledir: Yönetenler, ekonomik hayatın egemenleri, büyük sermaye ve mülk sahibi sınıflar, orta-küçük mülk sahiplerinin, bir bölüm emekçinin de desteklediği bir rejim içinde işçi-emekçi kesimlerin büyük bölümünün desteğini almış, onları örgütlemiş veya bunun uğraşını veren -sol, sosyalist...- hareketlerin iktidar amaçlı mücadelelerini geriletmeye çalışmaktadırlar. Belirtmeye gerek yoktur ki; iktidar için mücadele eden o sosyalist ... hareketler, partiler işçi ve emekçi kesimler başta olmak üzere toplumun alt-orta tabakalarına ve mümkün en geniş çoğunluğa, yukarıdakilerin yerine kendileri iktidar olduğunda, bütün sorunların kesin çözüm sürecine gireceğine, çıkarlarının azami düzeyde gerçekleşeceği fikir ve duygusunu verebildikleri, yaratabildikleri oranda güçleneceklerini varsayan bir anlayış içinde hareket etmektedirler. Çıkar güdüsüne seslenmekle birlikte “yukarı”ya, güce ve güçlülere yönelik bir tepkidir bu. Ancak konumuz açısından bunun en önemli yanı içerdiği “iddialılık”tır. Çünkü talep edilen “iktidar”dır, sadece yönetmeyi değil, toplumu, toplumsal, ekonomik ... düzeni yeni baştan kurmayı da, asıl bunu kapsayan bir iktidardır ve işçi-emekçi kesimlere bu yeniden kuruluşun “kurucu öge”si olacaklarını, olmaları gerektiğini, olabileceklerini söyleyen, bu misyona davet eden bir iktidar mücadelesi söz konusudur.
Dolayısıyla burada sadece bir azami çıkar vaadi değil, kurucu bir iktidar olabilmenin gerektirdiği özellik ve hasletlere sahip olunduğuna dair bir inanç, özgüven de talep edilmektedir. Sosyalist-komünist partilere katılacak bir işçi ve emekçi kendinde bu potansiyeli, bu özgüveni de duyan bir işçi ve emekçidir. Kuşkusuz bu, aynı zamanda bu özgüven ve potansiyel inancıyla hareket edildiği oranda çetin bir mücadeleyi, bu bedeli de ödemeye hazır olmak demektir.
1920’li, 30’lu yıllarda iki büyük partiye bölünmüş genel işçi-emekçi hareketlerinde KP tarafından temsil ediliyor gibi görünen perspektif buydu. Sosyal Demokrat Parti’nin temsil ettiği sosyalizme daha tedrici ve yumuşak geçiş perspektifinin ise temelinde, işçilerin kurucu niteliklerden yoksun oldukları, yalnızca iktisadî tatmin-refah ile yetinebilecekleri fikri yatmaktaydı. İlk perspektif işçi-emekçiler için ekonomik çıkar ve refahı bir yan sonuç olarak gören, asli amacın onlardaki bastırılmış, kısıtlanmış insanî yetileri açığa çıkarmak -“kuruluş süreci”nin kurucu işlevin anlamı, içeriği budur- olduğunu çağrıştıran bir anlayış doğrultusunda iken, ikincisi, sosyal demokratlarınki ise, asli amacını iktisadî çıkar-refah olarak saptamış, kendinde o “kurucu” vasıfları görmeyen, bunlardan yoksun olduğunu kabullenmiş işçi-emekçi kesimlerin bu anlayışına uygundu.
1920-30’lu yılların krizinde faşist, nasyonal sosyalist akımlara kayan işçi-emekçilerin büyük çoğunluğunun sosyal demokrat partiler çevresinden geldiğini biliyoruz. Sosyalizmi insan(lar)ın eylemli varoluşunda bir devrim, bir zenginleşme, en yüce etik, estetik değerlerle de donanmış bir etkin insan(lık) durumu, ekonomik refahı bunun önkoşulu ya da bir sonucu olarak kavramayı bırakan, onu neredeyse sadece işçilere çıkar ve refahlarını azamileştirme vaat eden bir iktisadî-bölüşüm-düzenine indirgeyen sosyal demokrasi, nasyonal sosyalizm(ler)in aynı çıkar ve refah vaadini “daha kolay” yoldan millî azınlıkların ve -komünistler... gibi- millî hainlerin tasfiyesi tasarımıyla yapan girişimleri karşısında hızla çözüldü, ayrıştı. Ekonomik çıkar kaygısına, güdüsüne kilitlenmenin böylesi kirli ve insanlık dışı yol ve yöntemlere sürüklenmeyi de “makûl” saydırabileceğini dehşetle fark eden sosyal demokrat işçi-emekçilerin büyükçe bir bölümü de komünist partilere yöneldi. Konumuz bağlamında kaba hatlarıyla özetlediğimiz bu süreç, örneğin 1930’lar Almanya’sında olanların şemasıdır. O dönemde Sosyal Demokrat Parti hızla ve çok büyük oranda kitlesel destek-oy yitirirken, nasyonal sosyalizm -örneğin Berlin gibi işçilerin yoğun olduğu yerlerde- işçi kesimi içinde hızla yayılmış ve bu arada Komünist Parti’nin de oyları yükselmişti.
Bugün de, neo-faşist, neo-nazi hareketlerin yükseldiği Avrupa ülkelerinde aşağı yukarı benzer bir süreç yaşanmaktadır. Örneğin Fransa’da Le Pen’in Millî Cephesi, 1980’lerin ortalarından beri oylarını tedricen arttırır ve özellikle geçmişte komünist partinin kalesi addedilen bazı bölgelerde ülke ortalamasının hayli üzerinde bir destek bulabilirken, ’70’li yıllardan beri propagandasını ve siyasetini neredeyse sadece “işçi sınıfının hayat düzeyini koruma” temasına indirgemiş KP, vaktiyle % 20’leri aşan oy gücünün en son % 3,5’a indiği bir erozyona uğramıştır. Son cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda -yakın dönemlere kadar % 5’i bile bulamayan bir oy oranında kalan- iki Troçkist partinin toplam olarak % 11’e varan bir oy oranı tutturduğunu da görmekteyiz.
1980’lerden beri AB’ye dahil veya yakında katılacak -Macaristan, Slovenya gibi- ülkelerde -Avrupa dışı yabancılara düşmanlık ortak paydasına sahip- çeşitli neo-faşist, neo-nazi hareketlerin tedricen yükselmekte olduğu uzun zamandır bilinen, gözlemlenen bir olguydu. Son Fransa seçimleri ve Hollanda’da -öldürülen- Pim Fortuyn listesinin aldığı yüksek oy gibi spektaküler gelişmelere gösterilen resmi tepkilerin yoğunluğu ve yüksekliği, bunun Avrupa egemen-yönetici sınıfları tarafından nihayet bir tehdit, tehlike olarak ön plana alındığı ve harekete geçileceği izlenimini veriyor ise de; onların bu konuda, söz konusu hareketleri “ehlileştirmek”ten, yani kimliklerini değiştirmeksizin güç ve etkinliklerini Avrupa’da kurulu -veya kurulmakta olan- düzenin hizmetine koşmaktan öte bir şey tasarlamadıklarını ve tasarlayamayacaklarını da bilmek zorundayız. Hemen tümü de “tek bir Avrupa ulusu” yaratmaktan söz eden resmen kabul edilmiş Avrupa projesine muhalif olan ama hiçbiri de Avrupa Birliği’nin dağıtılmasını önermeyen bu neo-faşist, nazi hareketlerin çoğu AB’nin bir uluslar-devletler Avrupası olarak sürdürülmesinden, hattâ pekiştirilmesinden yanadır. Bu görüşleri ile esas olarak Avrupa ulusları arasındaki asırlık rekabet ve düşmanlıklardan beslenen bir milliyetçi-ırkçı diskura sahip “klasik” faşist, nasyonal sosyalist akımlardan farklıdırlar ve hattâ birçoğu Avrupalı uluslar arasındaki işbirliğini öngörmektedir. Klasik faşist, nasyonal sosyalist hareketlerin kendilerininkiyle eş güçte uluslara karşı duyulan düşmanlıklardan devşirebildikleri “milliyetçi hassasiyet”in yoğunluğu ve içerdiği şiddet potansiyeli ile bu “yeni” hareketlerin her bakımdan güçsüz “yabancı” topluluklara karşı uyardıkları düşmanlığın yoğunluk ve şiddet derecesi kıyaslanamaz bile. Kaldı ki klasik faşist, nasyonal sosyalist hareketler asıl olarak o dönemdeki güçlü ve açık bir “ihtilal tehdidi” olarak boy gösteren KP’lere karşı duyulan korku ve tepkiden beslenmişlerdi. Günümüzde böylesi bir “tehdit”in olmayışı, neo-faşist, nazi hareketlerin erişebilecekleri güç ve destek düzeyinin, harekete geçirebilecekleri şiddetin yoğunluğunun -en azından şimdilik- sınırlı kalacağının kanıtı, “güvencesi”dir.
Bu bakımdan AB ülkelerinde halen -bir iki istisna dışında- geçerli olduğunu söyleyebileceğimiz, “neo-faşist, nazi partileri” koalisyon hükümetlerine almama, hattâ -Fransa’da olduğu gibi- mümkünse parlamentoya da sokmama politikasının biraz daha titizlikle sürdürebileceğini; bunun da yabancı düşmanı akımlarla mücadele kararlılığı olarak sunulacağını söyleyebiliriz. Neo-faşist nazi hareketlerin “kurulu düzen”in kendilerine yönelik bu politikasına, “yukarıdakiler”e karşı tepki kipinde bir argüman ve diskur -gücü oranında- yaslanarak; yani bu politikanın Avrupa -uluslarüstü- kurumlarının bürokratlarınca empoze edildiğini vurgulayarak, toparladığı popüler tepkiyi bu “zümre”ye de yönelterek karşı çıkacaklarını da kestirebiliriz.
Yukarıda başlıcalarına özetle değindiğimiz noktaların ışığında, Avrupa’daki neo-nazi, faşist hareketlerin şimdiye kadarki gelişim özellikleri, seyri ve taşıdıkları tepki potansiyeli ile kurulu düzenin kendilerine koyduğu barajları -arada bir taşsalar bile- aşacak, bu sınırlamaları şiddetle zorlayacak bir mahiyet arz etmediklerini söyleyebiliriz.
Ancak bunu söylemek, ortada son derece düşündürücü, endişe verici bir sorunun, bir tehlikenin olmadığı anlamına kesinlikle gelmez. Birbirlerinden hemen hiç farkları kalmamış merkez-sağ ve sol partilerin orta-yüksek gelir-servet sahibi kesimlerin oylarıyla ayakta durur hale geldiği Avrupa’nın ileri endüstriyel toplumlarında, giderek bu “yukarıdakiler”le sosyal ilişkileri de gevşeyen, kopan alt sınıflar yığını, özellikle 1980 sonrasının bilimsel, teknik -dolayısıyla üretim tarzı- dönüşümleri, bunların hızlandırdığı ekonomik, toplumsal sarsıntılar içinde yönünü ve ufkunu tayin edemez duruma düştüğü gibi, onu bu duruma iten dinamiklerin karşısında kendini eskisinden çok daha çaresiz, güçsüz hisseder hale de gelmiştir. Bu güçsüzlük ve çare üretememe aczi nedeniyledir ki, bu yıllar boyunca işsiz kalma tehlikesi sürekli büyürken, eskiden isyan edilen gelir uçurumları daha da derinleşirken, sosyal güvence ve hizmetler gün be gün kırpılırken bile bütün bu gelişmelerin levyesini tutan “yukarıdakiler”e karşı sözü edilir hiçbir hamle yapılmamış, bu yöndeki girişimler hüzün verici sayıda az destek bulabilmiştir. ’80’li yıllardan beri bu kesimleri saran duygu, düşünüş tarzı, eldekini, tutunabildiği iş ve tüketim imkânını yitirmeme, gitgide standartlaşan bir pop kültürün tamamen metalaşmış ürünlerine gömülerek tatmin arama, bu yoksul varoluş biçimi ile yetinme, bunun da tehlikede olduğu, yitirilebileceği korkusu ile örülmüştür.
Bu durumda, kendinde doğayı değiştirme güç ve yeteneğini asla görmeyen, yalnızca doğaya uymakla varkalacağını içgüdüsüyle bilen herhangi bir canlıdan neredeyse farksız bir tutuma sürüklenmesi “doğal”dır. Tıpkı herhangi bir canlı gibi o da “doğanın yasası” uyarınca kendinden güçlü olandan kaçmak, ona yem olmamak ve güçsüz olanı gerekirse yok ederek hayatta kalmaya uğraşmaktadır. Neo-faşist, nasyonal sosyalist akımların ona sunduğu ve bu durumunda ona “doğal” gelebilen “program”ların ekseni budur.
Aynı kalıpta “programlar”ın önümüzdeki dönemde Avrupa’da “yabancı”lar, azınlıklar içinde de boy vermesi kaçınılmazdır. Bunun emareleri, bu yöndeki girişimler öteden beri zaten gözlemlenebilmektedir. “Yerli” neo-faşist sürülerle “yabancı”larınkinin kapıştığı, doğada sık sık rastladığımız sahnelerin Avrupa’nın ileri endüstri ve uygarlık dünyasının vitrinleri gerisinde yaşanacağı günler, bu gidişat ile pek de uzak değildir.
Bu endüstri ve uygarlık dünyası maddi ve manevi kurumları bu boğuşmaları tam önleyemese de sınırlayabilir. Ama kendini bir uygarlık, uygarlaşma öznesi, yani insan olarak değil, herhangi bir canlı gibi görmeye, onun mantığında davranmaya başlamış bu kitleleri bu duruma sürükleyen nedenleri ortadan kaldıramaz, tam aksine bunları yeniden üretir. Çünkü o nedenler bizzat bu -post- endüstriyel toplum uygarlığının kendi kurgusundaki çelişkiden kaynaklanmaktadır.
Bu çelişkiyi kavramak ve onu aşmanın yolları üzerinde düşünmek, insan olmakla herhangi bir canlı olmanın arasındaki niteliksel farkın üzerinden inşa edilecek yepyeni bir uygarlık perspektifi oluşturmak ve bununla tüm insanlığa yeniden yukarılara ve daha uzaklara bakma, yönelme çağrısı yapmak zamanıdır.